Ali Bulunmaz
Japonya, 1800’lerden itibaren yüzünü Batı’ya dönerek pek çok alanda yenileşme ve modernleşme hareketi başlatmıştı. Toplumun önemli bir kesimi ise geleneklere bağlılığı savunarak bu girişimlere şüpheyle baktığından ülkede bir gerilim baş göstermişti. Kısacası gelenek-yenilik çekişmesi, günlük hayattan sanata, ekonomiden siyasete ve edebiyata dek pek çok alanda belirginleşmişti.
1900’lere gelindiğinde ülkedeki savaşçı ruh, imparatora adanmışlıkla birleşerek zamanın ruhu militarizmle buluştu: Dört koldan topyekûn bir savaşa hazırlanan Avrupa ve Asya-Pasifik’teki Çin-Japonya geriliminin yanı sıra bölgede söz sahibi olmak isteyen Almanya ve İngiltere arasındaki rekabet çatışma kazanını kaynatıyordu.
1914’te başlayan Birinci Dünya Savaşı’na giren Japonya, bu ortamı yayılmacı politikaları için tarihî bir fırsat olarak görmüştü. Avrupalılar kendi aralarında hesaplaşırken Japonlar, önce bölgedeki Alman donanmasını yok etmeyi, ardından Çin’e saldırmayı planlamıştı. İngiltere’nin fedaisi rolünü üstlenerek güç kazanmayı hesaplarken Çin’e harekât ânı geldiğinde beklenmedik iki engelle karşılaştı: İlki Çin’in güçlü direnişi, diğeri ise Japon yayılmacılığını tehdit olarak gören İngiltere ve ABD’nin muhalefetiydi. Olası bir Çin-Japonya savaşının önüne geçmek isteyen İngiltere’nin, hem ABD’ye ve Çin’e hem de Japonya’ya imzalattığı antlaşma, hesaplaşmayı ötelediği gibi Japonya’nın Birinci Dünya Savaşı sonunda itibar kaybetmesine yol açmıştı. Böylece imparator etrafında kenetlenen halk arasında yükselişe geçen milliyetçilik, 1920’lerin ve 1930’ların buhranında bir can simidi ve kitleleri yeni savaş(lar)a hazırlayacak politik bir araç hâline gelmişti.
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Japonya’nın Çin’e karşı başlattığı ve 1937’de Nanking Soykırımı’yla şiddeti zirveye ulaşan harekâtlar, Asya-Pasifik’te ikinci topyekûn savaş için bir hazırlıktı.
Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı’na eşik atlatıp ülkeyi ABD’nin açık hedefine dönüştürdüğü 7 Aralık 1941’deki Pearl Harbour baskını ise tarihi değiştirecek bir hamleydi. ABD, bu baskın sonrası savaşa girdi ve Japonya’ya bir intikam seferi başlattı. 1941’den, Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombaları attığı Ağustos 1945’e kadar ABD, Asya-Pasifik’te Japonya’yı yenmek için SSCB’yle işbirliği de dâhil her yolu denedi. Ağustos 1945’te yenilgiyi kabul edip tıpkı Birinci Dünya Savaşı sonrası olduğu gibi büyük bir itibar kaybına uğrayan Japonya için zaman bir kez daha durdu ve yeniden inşa dönemi başladı.
Üniversite öğrencisiyken İkinci Dünya Savaşı’nın son düzlüğünde askere çağrılıp kriptograf olarak görev yapan Haruo Umezaki, 1946’da yayımlanan Bir Adamın Savaşı’nı hem bahsi geçen tarihî yüklerden hem de kendi yaşadıklarından hareketle kaleme almıştı. Savaşın kaybedileceğini hisseden Astsubay Murakami’nin başkarakter olduğu romanda Umezaki, İkinci Dünya Savaşı’nın ve Japonya’yı âdeta bir hastalık gibi kuşatan militarizmin yıkıcılığının yanı sıra yaşam ve ölüm sınırındaki askerlerin ruh hâlini yansıtıyor okura.
Zor Bir Yürüyüş
İkinci Dünya Savaşı sonrası Japonya’da gelişen gerçekçilik ve bunalım edebiyatının en önemli yazarları arasında gösterilen Umezaki, Bir Adamın Savaşı’nda hızla yıkıma giden Japonya’yı ve ölüme koşan askerleri çıkarıyor karşımıza. Bununla birlikte, dönemin belirleyicisi olan adanmışlık ve korku zıtlığı da yazarın gerçekçi anlatımının merkezinde.
Çeyrek yüzyıl içinde art arda yaşanan savaşların en yıkıcısı olan İkinci Dünya Savaşı’nın Japonya’da, özellikle insani anlamda meydana getirdiği tahribatı, romanın anlatıcısı ve başkarakteri Astsubay Murakami’nin dilinden anlatan Umezaki, 1940’ların sonunda neler olup bittiğini ve Japonya’yı bekleyen tehlikenin farkına varan askerlerin durumunu da yine onun cümleleriyle özetliyor. Biri şöyle: “Kendime hakaret etmek istiyordum. Hayatında bir kadın sevgisinin sıcaklığını tatmamış, yabancı topraklarda, genliğinde harap ve bitap düşmüş bir hâlde ölmek zorunda olan ben için en uygun hakaret bu değil miydi?”
Yeni görev yerine doğru yola çıkan ve zor bir yürüyüşe başlayan Murakami, hem savaşın ve Japonya’nın akıbetini düşünüyor hem de kendi durumunu. Ülkenin kazanacağı zaferden ve imparatorun bekasından öte, ölmek için savaşan bir asker olduğunun bilincinde. Bu ölümün de ABD işgaliyle gerçekleşeceğini tahmin ediyor. Bir geyşayla konuşurken ya da kendisiyle baş başa kaldığında veya kamikaze pilotlarıyla ve kriptograf askerlerle karşılaştığında bu tahmini değişmiyor.
Bonotsu Limanı’ndan Sakuracima’ya gelen Murakami, savaşın son günlerinde geçtiği güzergâhtaki sessizliği ve yıkımı gördüğünde, “at gibi suratsız herkes” diyor. Üstlerinin “burada görev yapmak zordur, her gün Amerikan uçakları geçiyor buradan, herkes ölecek” uyarısı, Murakami’yi de enikonu suratsızlaştırıyor.
Murakami’nin yeni görev yerinde asla tartışmaya açılmayan konular sorumluluk ve herkesin her işi yapma zorunluluğu. Subay ve astsubay ayrımı olmaksızın çalışan bir topluluk var Sakuracima’da. Onun karşılaştığı manzaraya kamikaze pilotlarının ve donanmadaki askerlerin insani pek çok özelliğini yitirmesi de dâhil. Onlara, savaşın ve imparatora bağlılık yeminin ruhuna uygun biçimde “içi boşalmış ve değerli her şeyini kaybetmiş duygusuzlar” deniyor. Murakami de bu nitelemeyi tamamlarcasına zihninde kayboluyor: “Saçin piyadesinde, Sakebo muhabere birliğinde, Ibusuki hava kuvvetlerinde çalışmıştım. Utanç verici bazı anılarım hâlâ dün gibi aklımdaydı. Hatırlayınca sinirden dişlerimi sıkasım gelen bu anılar saymakla bitmezdi. Gitgide daha da aşağılık bir insana dönüştüğümün farkındaydım. Bu beni korkutuyordu.”
“Kana susamış bir sessizliğin içinde yaşıyorduk.”
Savaşı, yaşamı ve ölümü düşünen Murakami, karşılaştığı ve insanlıktan çıkmış askerler nedeniyle “insanın temiz duygularla ve mutlu bir şekilde dünyadan ayrılamayacağından” emin oluyor. Böyle bir ortamda insan kalabilmenin zorluğunu hissederken içinde fırtınalar kopuyor: “Tek kelimeyle kaderime inanamıyordum. Ben neden ilkokulda adını öğrendiğim ama hiç ziyaret edeceğimi düşünmediğim güneydeki bu adaya gelmiştim ki? Neden burada ölmek zorundaydım?”
“Kana susamış bir sessizliğin içinde yaşıyorduk” dediği adada, ABD işgalini ve her an ölmeyi bekleyen askerlerin ortasındaki Murakami, eski güzel günleri ve tuhaf ikilemleri düşünmeden edemiyor: “Birden gözlerimin önünde askere yazılmadan önce yaşadığım memleketim, arkadaşlarım belirdi. Savaşla alakası olmayan sakin bir kasaba, barış içinde yaşayan insanlar… Kendi başıma geleceğini kabullendiğim o berbat kader, şimdi de onları pençeleri altına almaya çalışıyordu. Şu an, ölecekleri haberini işitmemiş bir şekilde yataklarında, sakince uyuyor olmalılardı. Birden aklıma kalbimi acıdan kıvrandıran bir düşünce geldi. Eğer Tokyo’ya gideceklerse biz Sakuracima’da güvende değil miyiz?”
Japonya’nın savaşı kaybedeceğine inanmayanlar, hatta kazanmak üzere olduğunu düşünenler sayesinde Sakuracima’da gerçeklik zaman zaman sallanıyor. Murakami ise bu anlarda hakikatin toprağından uzaklaşmamak için elinden geleni yaparken bazen acı kahkahalar atıyor. Mağaralarından çıkmamakla suçladığı, imparatora bağlılık yeminine sadık ve gözü kapalı ölüme gitmeye ant içen askerleri gördükçe içindeki sıkıntının büyüdüğünü fark ediyor. Dahası, savaşın saçmalığını düşünürken hayatî bir soru dolanıyor zihninde: “Japonya bu kadar vatandaşı kurban vererek ne elde ediyor?” Sorunun yanıtını bulmaya uğraşırken başkalarının savaşında ölmek istemediğini ve yaşama savaşının her şeyden üstün olduğunu fark ediyor. “Ölümü düşünmenin yaşama zevkini elinden aldığını” anlayan Murakami, hiçlik ve var oluş arasında gidip geliyor.
Umezaki, Murakami’nin bu ruh hâlinin hikâyesini anlatıyor Bir Adamın Savaşı’nda; bir ülkenin hızla yenilgiye gidişi ve o ülke için savaşan askerlerin ölümcül bekleyişi arasında güçlü bir bağlantı kuruyor.
Bir Adamın Savaşı, Haruo Umezaki, Çeviren: Defne Gürtunca, İthaki Yayınları, 62 s.