Okan Çil
Polat Özlüoğlu’nun yeni öykü kitabı Annem, Kovboylar ve Sarhoş Atlar İthaki Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. Aile içinde, kapalı kapılar arkasında dönen türlü çatışmayı çocukların, özellikle de kız çocuklarının ağzından anlatan Özlüoğlu, dinin aile kavramını kutsallaştırarak toplumları iktidarı altında tuttuğunu belirtir.
Biz de Özlüoğlu’yla yeni kitabına dair bir röportaj gerçekleştirdik. Kendisine öykülerin yazılış serüvenini, ailenin sosyopolitik durumunu ve günümüz öyküsüne dair düşüncelerini sorduk.
Annem, Kovboylar ve Sarhoş Atlar nasıl ortaya çıktı? Yazım sürecinde yaşadıklarınızı bizimle paylaşır mısınız?
Öyküleri yazmaya başladığım süreçte okuduğum, izlediğim şeylerin birçoğu aile üzerineydi ve baba figürünü odağa alıyordu. Böyle olunca ister istemez öyküler bu izleğe doğru kaydı. Özellikle baba-oğul ve baba-kız ilişkilerinin içinde bulunduğu çıkmaz sokaklar, kapanmayan yaralar, hiç bitmeyen hesaplar, ölümcül bağlar üzerine düşündüm sürekli. Ömür boyu sürecek aile içi pişmanlıklar, bekleyişler, terk edişler, korkular, vedalar öykülere konu oldu. Zor bir süreçti elbet, her çocuğun hesabını kapatamadığı bir babası ya da hakkını ödeyemediği bir annesi mevcuttur. İnsanın kendi duvarlarına çarpması güzel bir şey özellikle de yazarak.
Kitaptaki öykülerin hemen hepsi farklı bir toplumsal yaraya parmak basıyor. Bu noktada edebiyatın etkili bir muhalefet aracı olduğunu söyleyebilir miyiz?
Ne kadar etkili olabileceğini söylemek zor. Sonuçta iyi bir öykü kitabının ulaşabileceği okur kitlesi bellidir. Ama yazar olarak yaşadığım dönemden etkilenmemem mümkün değil. Kafama takılan, içimi acıtan, merhamet ve vicdan terazimi sarsan, kalbimi kıran, gönül penceremde çatlaklara sebep olan o kadar çok olayla karşılaşıyorum ki bile isteye bu toplumsal olaylara dokunuyorum metinlerde. Belki biraz da Gazetecilik okumamla ilgili bir durum. Çünkü canım yanıyor okudukça, gördükçe, öğrendikçe yapılan haksızlıkları, yanlışlıkları, zorbalıkları, adaletsizlikleri, pislikleri. Böyle bir zamanda yaşamak hem acıtıyor hem üzüyor hem de kırıyor. Vicdan en büyük erdem ve merhamet en güzel meziyet. İncelikler yüzünden hayattayız belki de. Her halükârda edebiyat muhalif olmalı. Yazdıklarımız yaşadığımız çağa dokunmalı.
Öykülerinizde işlediğiniz sorunlar aile teması altında toplanmış durumda ki bunların farklı versiyonlarını hemen her gün etrafımızda görüyoruz. Ev, aile bu denli problemli bir mekanizmayken din, siyaset gibi oluşumlar ona neden bu kadar kutsiyet atfederler sizce?
Çünkü din her çağda bir iktidar aracı olarak kullanılmıştır. Çünkü iktidarı ayakta tutabilmek için ailenin kutsal olduğu yalanına, dokunulmazlığına, kapalılığına, kol kırılır yen içinde kalır anlayışına yaslanılmıştır. Oysa aile bana çoğunlukla sorunlu, arızalı, karanlık, kısır ve yaralayıcı gelmiştir. Marazi bir yapıdır. Kapalı kapılar, perdeler, pencereler, dolaplar, odalar hep yazılası gelmiştir. Tamamlanmamış, eksik bırakılmış, yarım kalmış hikâyeler saklıdır ailenin ve evin içinde. Çocukların ya kabusudur aileleri ya da düşüdür. Bir çocuğun yüzüne bakarak o evde neler olduğunu, neler yaşandığını, hangi kıyametlerin koptuğunu anlarsınız. Bir şey söylemelerine gerek yoktur.
Bazı öykülerinizde evin dışına çıkıp iş cinayetlerine, gözaltında kaybedilen insanlara da değiniyorsunuz. Babanın kimliği değişse de fonksiyonu değişmiyor sanki, ne dersiniz?
Elbette değişmiyor. Geleneksel aile yapısına sahip bir ailede baba başat bir figür, anne ve çocuklar ise görmezden geliniyor. Hâlâ geleneksel ailenin iktidar ve din tarafından desteklendiği, dayatıldığı, özendirildiği, zorlandığı bir çağdayız. Gazetelerin sadece üçüncü sayfasında değil artık her sayfada aile içi şiddet, kadın cinayetleri, çocuk istismarları, iş cinayetleri, gözaltı, orantısız güç, haksızlık, adaletsizlik vb. haberleri okuyoruz. Aile her hikâyenin merkezinde. Daha çok yazılmalı, okunmalı, paylaşılmalı, irdelenmeli. Babalık kavramı hep dokunulmaz, uzlaşılmaz bir müessese olmuştur bu topraklarda. Oysa ailenin kutsal ve iyi olduğu metaforu üzerinden değil tersi üzerinden irdelenip soruşturulmalıdır bazı şeyler. Kıldan ince kılıçtan keskin bir durum aile içindeki bireylerin hali pür melali.
Erkek egemen ve geleneksel bir yapıya sahip ailelerde kadınların doğru düzgün söz hakkı yokken anlatıcılarınızı özellikle küçük kız çocuklarından seçmenizin nedeni hakkında konuşalım mı biraz da?
Peri Kızı Af Buyrun’da ailenin içindeki örselenen, örtülen, kapatılan, yaralanan, suistimal edilen kadınların ağzından anlatılan hikâyeler vardı. Evin içinde yaşananlar evin içinde kalmasın diye yazılmıştı o öyküler. Bu kitapta ise aynı izlek devam ediyor ancak bu defa ailenin aciz, en suskun, en kırık bireyleri olan çocuklarına ses olmak istedim. Kısılan seslerini çığlığa dönüştürelim istedim. Bu memlekette çocuk olmak zor ama kız çocuk olmak çok ama çok daha zor. Korku, yokluk, keder, terbiye, iffet, namus gibi kavramlarla gülmenin bile kabahat sayıldığı kız çocukları her zaman aile içinde ilk gözden çıkarılanlardır. Meta gibi alınıp satılan, töre ve geleneklerle daha çocukken başı ezilen, yüreği düğümlenen, kızını dövmeyen dizini döver vb. atasözleri ile eril şiddeti, zorbalığı yücelten cinsiyetçi bakış açısını yok etmenin yolu var mı bilmiyorum ama en azından bunu ifşa ederek, yazarak, konuşarak, dillendirerek görünür kılmanın bir faydası olmalı. İşe yarar bir şey olmalı o kızların susmayıp konuşması. Kitaplarda kalsa bile daha çok yazılıp konuşulmalı, tartışılmalı, ifşa edilmeli. Hele böyle dar zamanlarda, İstanbul Sözleşmesi’nin yok sayıldığı, kadın cinayetlerinin her geçen gün arttığı bir dönemde kaç kadın daha ölmeli sormak gerek zannımca.
Günümüz öyküsünü/öykücülerini nasıl buluyorsunuz? Kendi kuşağınıza yönelteceğiniz eleştiriler neler?
Günümüz öykücülerinden umutluyum. Güzel kitaplar basılıyor. Öykü daha çok yazılıp, daha çok okundukça gelişecek. Zamanla daha da okunur olacak. Ben 50 kuşağının öykücülerine kendimi yakın hissediyorum. Ama bu kişisel bir tercih elbette. Günümüzde evlerde oturup kapalı odalarda yazanlardan ziyade kapıyı açıp sokağa çıkan, kalabalıklara karışan, hayatın nabzını tutan öykülere daha yakın hissediyorum kendimi.
En sevdiğiniz bir yerli, bir yabancı kitabı nedenleriyle beraber söyler misiniz?
O kadar zor bir soru ki benim gibi haftada iki-üç kitap okuyan tutkulu bir okur için. Sadece şu günlerde başucumda duran Füruzan desem ki onun hangi kitabı olduğunun bir önemi yok çünkü her kitabı her okuyuşta bir heyecan ve haz yaratır. Kapağını kapattığımda bir yazma isteği uyandırır. Yabancı edebiyattan ilk aklıma gelense uzun zamandır durup dönüp okuduğum Andrea Gide, Camus var.
Son zamanlarda neler yapıyorsunuz? Masanızda bizim için neler var?
Öyküler yazmaya, okumaya devam ediyorum. Biriken öykülerden iki dosya oluştu bile. Ama bir de uzun süre önce bitmiş, demlenmiş, üzerine epey çalışılmış, tekrar tekrar bozulup yapılmış bir roman mevcut. Kısmet diyorum.