Zeynep Uzunbay ile edebî serüveni, şiirleri, öykü kitapları ve çocuk edebiyatı üzerine konuştuk.
Abdullah Ezik & İpek Bozkaya
Abdullah Ezik: Öykücülüğünüzün yanı sıra şiirlerinizle de tanınıyor, şair kimliğinizle de önemli bir yerde bulunuyorsunuz. Peki bu iki tür arasında, hatta üretim yaptığınız diğer türler de dâhil edildiğinde sayısı daha da artacaktır, nasıl bir dilsel-içeriksel yakınlık veya aykırılık görüyorsunuz?
Önce şiir, ardından roman ve öykü yazdım. Neden yazdığımı da hep düşündüm. Bir sürü cevabım var. Biri şu: Şiir, delikten dışarı bakma cesaretim ve korkumdu. Işıkla karanlığın çatışmasıydı; hem gerçeği hem de gerçekliğin nasıl bozulduğunu ilk elden hissetmekti. Anlamla anlamsızlığın arasında kalmak, çıkış yolunu aramak, ararken dilin olanaklarını keşfetmekti. Hem cesaret ettiğim hem de korktuğum o çatışmayı gören bir kavmim olsun istiyordum. Gün yüzüne çıkan şiirin daha çıkar çıkmaz değiştiğini, başka bir algının sebebi olduğunu hissettiğimde aldığım hazzın ve hüznün tarifini yapamam. Bu nedenle, tür ne olursa olsun yazıya ilk kazmayı vuranın şiir olduğunu düşünüyorum. Şiirde yabancılaştığım kendimle tanıştım, öykü ve romanda ötekiyle sınadım kendimi. Düşündüğümüz her şeyin bir dili, bu dilin de bir kimyası var. Gördüğümüz fark kadar farklılar. Sanırım. Çünkü yarın başka bir şey söyleyebilirim ya da başka bir yönünü görebilirim. Yani bilmiyorum. Yaşadıklarıma, vazgeçtiklerime baktığımda, öğrendiklerimin toplamını alamıyorum.
A.E.: Sabahçı Su Kıyıları’ndan Geri Dönüşüm’e ve günümüze dek birçok şiir kitabı yayımladınız, çok önemli ödüller kazandınız. Şiirde oldukça uzun süreli ve daimi bir izinizin olduğu söylenebilir. Peki gerek şiiriniz gerekse siz, bugüne kadar nasıl bir süreçten geçtiniz?
Şiir; aşkı, acıyı, yalnızlığı, öfkeyi “bir de böyle” yaşayabileceğimi; dipte olanı görmemi, bulanmadan durulamayacağımı, yaşarmadan yeşeremeyeceğimi öğretti, imkân oldu bana. Ne yazarsam yazayım, onun şuraya bak, şurayı zorla, orda bir şey var diyen sesini duydum. Bir dize için düşlerden hayallerden geçen uzun yol sabrım olmasa, öyküye romana sıçrayamazdım. Doğurdu, besledi, büyüttü; yanmayı soğumayı öğretti, saldı beni şiir.
A.E.: Şiirlerinizde, sözgelimi Yara Falı’nda, oldukça aykırı ve “deli” bir sesiniz var. Okuyucuya sesleniş biçiminiz çok özel. Peki bu deli dil kaynağını nereden aldı?
Kadınlardan aldı. Daha önce birçok defa yazdım, anlattım. Kitap fuarında standa bir kadın, bir erkek, iki çocuk geldi. Bayramlıklarını giyinmiş gelmiş gibiydiler. Erkek sendikacı olduğunu, vaktiyle çok kitap okuduğunu anlatıyordu. Kitapların çokluğu karşısında eziliyor, okuduğu birkaç kitabı görünce, gurbette hemşehri bulmuş gibi seviniyordu. Kollarını uçsuz bucaksız bir güzelliğe açar gibi açtı, “Seçin!” dedi. Çocuklar ayakkabılarına baktılar. Kadın, kitaplara baktı baktı, “Fal kitabı var mı?” dedi. Erkek yıkıldı, başını eğdi. “Yok, ama ben yazacağım,” dedim. Kadın sevindi. Fal kitabı istediği için eşinden utanan adam rahatladı. O güne kadar dilimin ucuna gelip giden “bilgi”nin ipuçlarını bulduğumu hissettim. Kadınları ve kadınlığımı dikkatlice dinleyip yazdım.
A.E.: Birçok farklı türde kalem oynatıyorsunuz. Şiir, öykü, roman, çocuk kitapları… Peki tüm bu türleri nasıl birbirinden ayırıyorsunuz ve bu türler üzerine düşünceniz nedir?
Anlatmak istediğim şeyi, bulabildiğim imkânla yazdım. Zihinsel temsilleri o kadar da farklı değil birbirinden. Şiir yazmak, dilimin ucuna gelip kaçan imgeleri yakalama, öykü ve roman zihinsel süreci ötekine aktarma mesaimdi. Türler de “zaman”ı bölerek algılamamıza benziyor.
A.E.: Son dönemde özellikle çocuk romanları kaleme aldınız ve bu metinler oldukça dikkat çekici. Peki çocuk romanı yazarken nasıl hissediyorsunuz? Sizi bu düşünceye yönlendiren ne oldu?
Önce çocuk şiirleri yazdım. Bazı aksilikler oldu, yayımlanmadı. Çocuk için yazmayı hep istedim. Ne mi hissediyorum? Korku, sevinç birbirine karışıyor. Çocukluğum, çocuklarımın çocukluğu, kafamdaki çocuk imgesi, dünyanın hâli birbirine giriyor. Elimden gelseydi sadece çocuklar için yazardım. Başlayıp bıraktıklarımın, beklettiklerim hepsi çocuklarla ilgili. Korkmakta ne kadar haklıymışım meğer. Bir baba bana ulaştı ve küçük kızının Mamma, Erina ve Korda’yı okuduktan sonra çok üzüldüğünü, ağladığını söyledi. Mutlu bir son yazdığımı düşünüyordum oysa.
A.E.: Çoğunluk Dersleri’nde karşımıza çıkan dil oldukça içten ve anlattığı öyküye bizi de ikna eden bir dil. Bu anlamda anlattığınız karakter ve işlediğiniz içeriğe uygun bir dil kullandığınız söylenebilir. Peki temel olarak bu dil nasıl meydana geldi?
Metni kurgularken dilini de bulmak, bu dile önce kendimizi ikna etmek zorunda değil miyiz? İkna etmek diyorum, çünkü bellek karmaşasından seçtiğimiz imgelerin dilini bulmak, yapılan işin ta kendisi. Öyle olmasa, hayatı roman olanların önünde duran mı var, onlar da yazar geçerler. Çoğunluk Dersleri’nin karakterlerini birebir tanımıyordum elbette, onları bilebildiğim dünyamdan parça parça topladım; okuyanın bütün olarak hissedebilmesinin yollarını aradım; bu yollardan biri içimizden söylediklerimizi açıktan söylemekti. Sistemin dayattığı dil, dayattığı yaşam biçimidir aslında, onu yıkmak istedim.
A.E.: Çoğunluk Dersleri aslında içerisinde bulunduğumuz “uğultulu” dünyada kendine ait bir köşe/oda bulamayanların öyküsünü anlatıyor. Peki kendisine ait bir oda bulamayan bu insanlar kimdir sizin için? Neden onların sesi olmak istediniz? (Meral’in, Nilgün’ün, İnci’nin, Seher’in, Behçet’in…)
İki öykü kitabımda da kadınlar var, evet, daha önce yazdığım iki romanda da… Kamçılanma Mesafesi’nde, pavyonda çalışan, dayıbaşılık yapan, traktöre atlayıp çiftçilik yapan, sanayide ikinci el makine satan, geri dönüşüm fabrikalarında çalışan, cemaate mecbur bırakılan, tecavüze uğrayan, deliren, aldatılan kadınları yazdım. Birbirlerini dinlediler, güçlerini birleştirdiler. Bunu onlardan çok ben istedim. Çoğunluk Dersleri’nin kadınları, Kamçılanma Mesafesi’nin kadınlarından yaşam standartları bakımından farklı görünse de, bu fark sömürünün kılık değiştirmesinden başka bir şey değil. Hemen her ev, her iş yeri, ekran, sokaklar, acımasızlığını “sensiz olmaz” tatlılığına bağlayan kapitalizmin örtülü tuzaklarıyla dolu. Bu tuzağa düşen, düştüğünü fark etmeyen, çırpınan, kurtulmaya çalışan kadını da yazmak istedim. Çoğunluk Dersleri’nin yer yer kötücül görünen kadınları için de niyetim buydu. Tarlada çalışanla malikanede oturanın huzursuzluğunun kaynağı aynı. İkinci cins olmaya karşı çıkmak, cinsiyet rolünü reddetmek, hiyerarşiyi bozmak, sömürü düzenine çomak sokmak anlamına da geliyor. Ben de aklımı oradan çalıştırmayı seviyorum.
A.E.: Metinlerinizde günlük hayata dair o kadar özel ve canlı ipuçlarıyla karşılaşıyoruz ki anlatılanlar sanki daha önce duyduğumuz veya her an olabileceğini hissettiğimiz şeyler gibi geliyor. Bu, anlatıya büyük bir canlılık ve içtenlik katıyor. Peki siz metinlerinizi nasıl bu kadar canlı kılıyorsunuz, bunun için nasıl bir yol takip ediyorsunuz?
Yaratacağım karakterin imgesiyle, yapılıp bozulan bir şablonla dolanıp duruyorum. Yazmaya oturmadan önce mevzuyu biliyorum, ama ayrıntıda neler yaşanıp neler konuşulacağını ben de merak ediyorum, etmesem yazamam. Yazmak da tıpkı okumak gibi; okurken bir sonraki sayfada neler olacağını, yazarken de bir sonraki sayfada neler yazacağını merak ediyor insan. Kendi kendimin okuru olarak; özel olsun, canlı olsun, mümkünse okuyana da dokunsun, merakıma değsin istiyorum. Yazarken tanıdığım biri oluyor karşımda, ama o kendini görse tanımaz, olsa olsa tanışır. Biriktirdiğim ne varsa seferber edip farklı parçalardan farklı bir bütün oluşturmaya çalışıyorum. Her satır bir sonrakinin yolunu açıyor, bazen de açamıyor, geri dönüp yeniden başlıyorum o zaman.
A.E.: Karakterlerinizin konuşma dili son derece dikkat çekici. Zira oldukça güncel ve sokaktaki insanın dilini buluyoruz onlarda. Bu anlamda yaşadığı toplum ve çevreye, onların diline duyarlı, bunu yazıya geçiren bir yazar olduğunuzu söyleyebilir miyiz?
Dinlemeyi, niyet okumayı seviyorum. Sokakta yürürken duyduğum sıradan bir diyaloğu bile, evirip çevirip kısa bir öykü yapmaya çalışırken buluyorum kendimi. Bir gün, parkta yalnız oturan bir kadının tedirgince “Beyimi bekliyorum,” dediğini duydum. Adam inanıp inanmamak arasında gitti geldi. Bu söz, yalnız bir kadını öbür erkeklerden koruyan korkak bir bekçi gibiydi. Korkaklığını kadından, bekçiliğini erkeklikten alıyordu. Sadece bu durumdan yola çıkarak cinsiyet ayırımını, cinsiyet rolünü tarif edebilirdim. Yandaki banka oturup akışına düşündüm. Hayalimde selam verdim kadına, o da bana “Beyimi bekliyorum,” dedi. Güldüm, “Senin beyin ölmedi mi?” dedim. O da güldü, “Ne diyeyim? Müstakbel beyimi beklediğimi mi söyleyeyim?” dedi. Beyi tahtından indirdim, gömdüm. Park kahkahamızla çın çın çınladı. Bir bekçiye ihtiyacımız yoktu. İçinde yaşadığım toplumun, çevrenin dili böylesi bir yoldan geçerek yazıya dönüşüyor diyebilirim.
A.E.: Öyküleriniz hem çok güncel hem de kimi noktalarda geçmişe de atıflarda bulunan metinler. Peki, bir yazarın güncel ve geçmişle ilişkisi nasıl olmalıdır? Siz bu konuda kendi yazınınız üzerinden nasıl düşünüyorsunuz?
Toplumsal bağlamı olmayan bir bireysellik yok. Hikâyedeki bireyi toplumsal yapıyla ilişkilendirebildiğimizde sezeriz. Ne kadar geriye gidebiliyorsak o kadar bugündeyiz. İktidarlar köylerin, meydanların, köprülerin isimlerini bu nedenle değiştirir, en temel insanlık meselelerinin üstünü bu nedenle kapatmaya çalışır. Çıkarılan gürültü, aptallaştıran bir “güncel”e kalalım, çizgiden çıkmayalım, diyedir. Zenginin zenginliğini kabul et, fakirliğinle gurur duy, sana fitre zekât, sana sadaka diyen dinin bıraktığı sazı kapitalizm alır, çoğunluk için açlık sınırında sosyal politikalar üretir. Geçip gitmiş, yok olmuş bir şey değil geçmiş. Geçmiş insanın, doğanın, olgunun belleği. Güncel demenin hatırlattığı ilk şey bile geçmiş. Hatırlayarak yaşıyor ve yazıyoruz. Hatırlıyor ve seviyoruz. Hatırlıyor ve öfkeleniyoruz. Birini özlemek bile geçmişle mümkün olabiliyor. Aynaya baktığımızda sadece son hâlimizi görüyorsak, kafa gitmiş demektir.
İpek Bozkaya: Farklı sosyal kodlanmalar edebiyatın ve yazarın dilini etkiler mi? Siz, öykülerinizi kadın diliyle yazdığınız görüşüne katılır mısınız? Dilin bir cinsiyeti var mıdır?
Biyolojik cinsiyet toplumsal cinsiyetten sıyrılınca geriye ne kalıyorsa, dilde de o kalır. Karşılaştırılabilir ama yarıştırılamaz. Yaşadığımız dünya o dünya değil ne yazık ki. Emeği, cinselliği sömürülenlerin, öldürülenlerin tarafında olup dilini oradan örgütlemek “kadın diliyle yazmak”sa, evet, kadın diliyle yazıyorum. Çilekeş sadık eş, kutsal anne gibi rollere ikna olmaktan başka her çaresi elinden alınmış kadınları yazarken, erkek için kurgulanmış düzenin ürettiği dili de düşünmek gerekiyor. Dinin, siyasetin, ekonominin, medyanın kadın üzerinden yaptıklarına bakınca, kadınlığın bir sınıf olduğunu, bu sınıfın da kendi dilini üretebileceğini düşünüyorum. Benim anlatıcım en başta annemdi. Anneannemi, babaannemi de annemden dinledim. Hayatım boyunca, bana geçmişle ilgili bir şeyler anlatanlar, bir sır verenler hep kadınlar oldu.
İ.B.: Bir metnin anlatıcısını yazarından bağımsız düşünmek pek mümkün görünmüyor “kadınlığın ortak dili”, “dişil metin” gibi yaklaşımlarda bulunduğumuzda; ve bir yazarın anlatıcısına cinsiyet atfettiğimizde. Fakat yazar ve anlatıcı ayrı şeylerdir. Ne dersiniz?
İlk romanda, anlatıcıyla karıştığımı söyleyebilirim. Yürümeyi göze almak için en iyi bildiğim yola saptım sanırım. Yazmaya başladığımda, anlatmaya niyetlendiğim gerçekliğin nasıl başka bir şeye döndüğünü, kendi elimde nasıl değiştiğini de gördüm. Tabiri caizse, uydurmaya, “yalan” söylemeye başlamıştım. Buna imgesini güzelleştirmek deniyor; yabancısı olduğunuz dünyaya arzu ettiğiniz imgeyi bırakmak… Kadınların yazı tarihi de benimkine benziyor. Günlük ya da mektup olsa bile, yazı kurguya zorluyor yazarı. Anlatıcı siz olsanız bile artık o eski siz değil, olmak istediğiniz siz oluyorsunuz. İkinci romanın, öykülerin başına bu deneyimle geçtim. Anlatıcıları olabildiğince ayırdım kendimden. Karakterleri, tanrının gördüğü gibi görmeyi ben de isterim, dilerim kendimden bundan sonraki yazacaklarımda görürüm.
İ.B.: Kadının toplumsal ve biyolojik cinsiyet kodlanmalarının edebiyat üzerinden tartışılmaya açılması Beauvoir ve devamındakilerin feminist edebiyat kuramını inşa etmesiyle başladı ve bu, kadının özne olma mücadelesi kadın yazarın özne olma mücadelesiyle paralel olarak yüzyılları kapsayan bir süreç hâline geldi. Günümüz edebiyat sahasında bu süreç hâlâ devam ediyor mu sizce?
Edebiyat sahası hayatımızdan bağımsız olmadığına göre, bütün hızıyla devam ediyor. Bir edebiyat söyleşisinde, bir kadın, bir kadın yazara kendisinin de yazmak istediğini, ama bir türlü yazamadığını, ne yapması gerektiğini sordu. Yazar, “Gerekirse sorun yokmuş gibi görünen o evliliği bitireceksin, çocuklarına adamayacaksın hayatını, göze alacaksın, gidip yazacaksın,” dediğinde, buz gibi bir rüzgâr esti, dinleyen kadınların kanı dondu. Bir soru daha sormadılar. Yazanla yazamayan arasındaki uçurum öyle büyük ki, yazan da yazmayan da o uçurumdan kollamaya çalışıyor kendini.
İ.B.: Bir meselesi olan metinler yazıyorsunuz. Öyküleriniz direniş ve var olma öyküleri. Meselenin retoriğin önüne geçmesinin kaygısını yaşıyor musunuz? Bu dengeyi nasıl kuruyorsunuz?
Kaygılanıyorum, ama cesur da olmak istiyorum. Özeldeki geneli görme çabası, yani sosyolojik imgelem daha ağır basıyor. Bir denge de tutturmak gerekiyor tabii. Özelin içi o kadar geniş ki, retorik için sonsuz olanak sunuyor. Başlarda, mevzuyu bilmem ama ne yazacağımı merak etmemle ilgili söylediklerim, tam da bu.
İ.B.: Bu bağlamda edebiyata bir misyon yüklenebilir mi? Sizinkinin misyonunun kadının tarihini yazıya geçirmek olduğunu söyleyebilir miyiz?
Yazanla yazamayan, okuyanla okuyamayan, yaşayanla yaşayamayan arasındaki uçuruma bakarak, yer değiştirerek yazıyorum. Kadının sözel tarihine yazıcılık yapmak istiyorum evet. Kızılderili reisin misyonere söylediği söz geldi aklıma şimdi, “Güzel kaşıyorsunuz, güzel kaşıyorsunuz, ama kaşınmayan yeri kaşıyorsunuz.”