Dilek Büyük
Katherine Rundell Neden Çocuk Kitapları Okumalıyız adlı kitabında, kitabının adındaki soruya çok yalın bir yanıt veriyor: “…kendi kendimize ne söylersek söyleyelim, biz yetişkinler de hayatta pek çok kere çaresiz kaldığımızdan, ne zaman bir şeye sil baştan başlamamız gerekse, elde avuçta ne kaldığını hatırlamak için çocuk kitaplarına dönmeliyiz.” Ve şöyle devam ediyor: “Çocuk edebiyatı başka bir şey daha yapar: Kaybettiğimizin farkında bile olmadığımız bazı şeyleri bulmamıza yardım eder.”
İşte bu tam da çocuk kitaplarının sihri diye düşündüğüm şey. Damıtılmış ve sade ama aynı zamanda güçlü çocuk kitabı metinleri ( bazen de bunu metin yerine görsel üstlenir) sadece küçük okurlar için değil bizim için de çok kere kalbimizi ve zihnimizi ışıtan harika yol arkadaşlarıdır. Çünkü şapkamızı önümüze koyup , sıkıştığımız duygu ya da durumla ilgili düşünürken biz yetişkinler, giderek karmaşıklaşır, karardıkça kararız. Nitelikli çocuk kitabı tam da bu anlarda içimizde kararan yere fener olur, aydınlatır. O karanlık yığının altında bıraktığımız şeyleri aydınlatıverir. Sanki tutulan bir kasımızın gevşeyip rahatlaması gibi, ferahlatır, içimizi yumuşatır ve yeniden sade düşünmeyi anımsatır. İşte bu sihir, biz yetişkinlere unuttuklarımızı anımsayıp, ruhumuzu, direncimizi tazelerken, küçük okurların da bilmediklerini sezerek yürümesini sağlar metnin içinde.
Filiz de duru ve pek sakin anlatımıyla işte bunu yapıyor.
Pek çok temayı barındırıyor bünyesinde bu nahif metin; şehre göç, yeni ortama uyum, yeni ilişkiler kurabilmek, umut etmek, küçük mutluluklar…
Mavi’nin ailesinin şehre taşınmasıyla başlıyor kitap. Nereden şehre göçtüklerini bilmiyoruz ama elma ağaçları ve nergisleri olan bahçelerini geride bıraktıklarını öğreniyoruz. Yeni evlerinin penceresinden görünense ağaçlar ve çiçekler yerine şehrin kocaman beton binaları… Evin yakınlarında dolaşırken sözcükler bize Mavi’nin ”suratsız bir kedi” gördüğünü söylüyor. Oysa sayfanın resmi o suratsız kedinin aslında gri ve kocaman bir aslan heykeli olduğunu anlatır. Anna Walker bu sayfada kullandığı söz ve görsel denge ile hem bize kahramanımızın çocuk algısını gösteriyor hem de yüzümüze koca bir tebessüm yerleştiriyor. Tam burada binanın koca avlusunu da görüyoruz. Bizim artık modern yapılarda rastlamadığımız, belki bu yüzden çocuk kitaplarında da pek olmayan bir alan. Belki de bu yüzden, avlu görseli beni Sema Aslan’ın Şehrin Göbeğini Bulamıyorum kitabında bahsettiği avluya alıp götürdü birden.
Henüz arkadaşı yoktur, sevdiği ve kendini özgür hissettiği doğadan da yoksun kalmıştır, ama Mavi, sessiz sedasız kendine yeni olanaklar oluşturmaya çalışır. Yaşadığı binanın avlusuna binada yaşayan çocukların şaşkın bakışları arasında tebeşirle çiçekler ve kelebekler çizer ama yağmur tüm çizdiklerini siliverir… Evde henüz yerleştirilmemiş eşya kolilerine çiçekler çizer, örtüsünü serip piknik yapar. Ama evdeki yerleşme telaşı sürdüğünden koliler odalara taşındıkça piknik alanı çiçekten yoksun kalır. Ve en sonunda annesiyle sokağa çıkabildiğinde, epey uzaktaki bir çocuk parkına giderler. Bir süre kendi kendine oynar, şehrin uğultusunu dinler ve sonunda da geldiği yerdeki elma ağacında öten kuşun benzerini görüp, peşine düşer. Filiz adındaki irili ufaklı, envai çeşit bitkiyle dolu, cangılı andıran kocaman bir çiçekçi dükkânının vasistasından içeri girer küçük kuş ve bir daha dışarı çıkmaz. Mavi uzun süre kapalı kapının önünde bekler, bekler. Öylesine büyüktür ki dükkân küçük kahramanımız için, bir orman olarak düşünür orayı. Ve tam artık kuşu görme umudunu yitirirken başka bir şey görür: Dükkânın önündeki küçük bir aralıktan başını yaşama inatla uzatmış bir filiz! Mavi onu özenle ve geldiği yerin özlemiyle alır, eve getirir. Bir kozalak, bir minik meşe palamutu, bir dal parçası gibi hazineleri biriktirdiği küçük kavanozunu alır, avluya inip biraz toprak koyup filizi eker. Bu sayede binadaki diğer çocuklarla da ilk kez birbirlerine yaklaşırlar. Bazen birinin başlamasını bekler herkes, işte bu hikâyede de öyle oluyor. Mavi’nin minik bitkiyi ekmesinden sonra avludaki bitki sayısı hızla artıyor ve hikâyenin başında gri tonlarda gördüğümüz avluyu yeşillikler içinde görerek bitiriyoruz kitabı.
Çok usul usul, sakin ilerleyen bir metin, büyümeye yol tutmuş bir “filiz” gibi adeta… Büyük inişler ve çıkışlar yok. Ama o sakinlik ılık ılık kalbinize işliyor hikâye aktıkça. Yazan ve çizen aynı kişi: Anna Walker. Metnin söyledikleri ve söylemedikleriyle, görsellerin anlattıkları bu usulcacık anlatımda birbirini öyle uyumlu tamamlıyor ki, her cümleden sonra söylenmeyeni okurun hayal etmesine izin veren geniş ve huzurlu bir alan buluyorsunuz. Mesela neredeyse Mavi’nin olduğu tüm görsellerde siyah köpeğini de yanında görüyoruz ama adını bilmiyoruz. Ya da ailesi ile birlikte yaşadığı yerin doğanın kucağında bir yer olduğunu yazarın verdiği ipuçlarından anlıyoruz ama köy müydü, kasaba mıydı ya da nasıl bir evde yaşıyordu bilmiyoruz. Şehre neden taşındıklarını da bilmiyoruz. Mavi’nin ilk kez avluda diğer çocuklarla nasıl konuşmaya başladığını da bilmiyoruz. Ama bunların hepsini Anna Walker’ın metne aktarmadan, çizerek anlattıklarıyla hepimiz farklı şekilde kurgulayabiliyoruz. Çünkü aslında bu boşluklar pek çoğumuzun yaşamında deneyimlediği bazı benzer durum ve duygulara dokunan şeyler.
Kitabın görselleri suluboya ile yapılmış. Bu türün çoğu örneğindeki gibi suyla dağılmış ve boş alanlar bırakılmış görüntüler yerine daha net, daha belirgin bir boyama stili tercih edilmiş. Suluboya özellikle şiirsel ruha sahip bu tür metinler için en yakıştırdığım tür. Ancak Anna Walker’ın ya da yayınevinin “Bu kitaptaki resimler suluboyayla yapıldı.” bilgisini künye sayfasında özellikle belirtmesine sanırım pek de gerek yoktu.
Bir de kitapta Mavi’nin duygu dünyasındaki değişimleri görsellerde çok fazla göremiyoruz. Mavi’nin de, ona eşlik eden köpeğinin de resimlerde bize hissettirdiği duygu hüzün sınırında takılıp kalıyor. Evet, küçük kahramanımız hep kendine bir oyun alanı kurma çabası olan, bunu becermeye eğilimli bir karakter ama acaba yaşadığı büyük değişimler duygu dünyasında hiç mi inişler çıkışlar olmadı sorusunu zihnimizin gerisinde bir yere bırakıveriyor.
Doğrusu en çok minik bir filizin umut olabilme halini hatırlatmasını sevdim ben. Küçükler bizden daha hızlı uyum sağlıyor değişime ama küçük büyük hepimiz bazen umudun hep var olduğunu, değişimi başlatmak içinse bir kişinin yeterli olduğunu hatırlamaya ihtiyaç duyuyoruz. Tam da bu nedenle kitabın finali bana Özdemir Asaf’ın dizelerini hatırlattı:
Öyle bir ilkyaz ol ki korkut yaprakları,
Öyle bir son yaz ol ki tut yaprakları,
Sararıp dökülürken güz rüzgârlarında
Ardında savrulsunlar, unut yaprakları.
Sevinçlerinde onlar vardı, hüzünlerinde onlar
Seninle yeşerdiler, seninle soldular..
Olsunlar senden sonra da umut yaprakları.
Peşinden koşacağımız o küçük kuşlar ve değişimi başlatacak filizler hep olsun hayatımızda…
Yazan ve Resimleyen: Anna Walker
Çeviren: Sedef Özge
KVA Çocuk