
Esin Hamamcı
Guardian gazetesi ve Literary Hub’taki yazılarıyla tanınan, tarihçi ve aktivist Rebecca Solnit’in Yol Aşkı – Yürümenin Tarihi kitabı, Elvan Kıvılcım çevirisiyle Minotor Kitap’tan çıktı. (Daha önce de 2016 yılında aynı çevirmenin imzasıyla Encore Yayınları’ndan Türkçeye çevrilmiştir.) Yazarın Yakındaki Uzak, Orwell’in Gülleri, Bana Bilgiçlik Taslayan Adamlar, Bu Kimin Hikâyesi, Kaybolma Kılavuzu ve Yokluğumdan Aklımda Kalanlar gibi kitaplarının arasına eklenen bu eser, yürümeyi fiziksel bir hareketin ötesine taşıyarak kültürel, felsefi, tarihsel ve politik anlamlarını sorguluyor.
Rebecca Solnit, deneme, eleştiri ve kültürel analiz alanlarında önemli bir kalem. Yol Aşkı – Yürümenin Tarihi kitabında, “yürümek” fiilini sadece fiziksel bir hareket olmaktan çıkararak, özgürlük pratiğine, bir direnişe ve düşüncenin geliştiği bir alana dönüştürüyor. Bu dönüşümü ise sık sık sağlam referanslar verdiği yazarlar, Antik Yunan filozoflarından Romantik dönem şairlerine, sürrealist gezintilerden dağcıların tırmanışlarına kadar geniş bir çerçevede ele alarak yapıyor.
Kitap dört ana bölümden oluşuyor: “Düşüncelerin Temposu”, “Bahçeden El Değmemiş Doğaya”, “Caddelere Ait Yaşamlar” ve “Yolun Sonundan Sonra”. Yazara göre, yürümek yalnızca bireysel bir eylem değil, aynı zamanda zamanı, mekânı ve iradeyi belirleyen “sinsi güçlerle” de şekilleniyor. Bu güçlerden biri de “ara zaman”. Solnit, ara zamandaki yürümeyi, gezinmeye ve iş görmek için koşturmaya karşılık gelecek şekilde tanımlarken, bu tür bir edime ayrılan vaktin hor görüldüğünü ve azaltıldığını belirtiyor. “Ara zaman”ın kıymetini bilmek, faydalı olanın faydasız olandan ayrılmasıyla mümkün olurken, açık havada olma zevki çoğu zaman göz ardı ediliyor. Tam tersi olan “durma” ise, dünya genelinde insanları hastalıklara mahkûm eden ve obezite gibi sorunlara yol açan bir faktör olarak öne çıkıyor. Atıl insan bedeni, hareket kabiliyetini gitgide kaybederek bir çöküş sarmalına giriyor. Oysaki sokaklar ve kırlar bizi bekliyor!
Her yürüyüş, uzamda, bir ipliğin kumaşta yol alması gibi ilerler. Solnit, “Düşüncelerin Temposu” bölümünde öncelikle yürümenin nasıl başladığına odaklanıyor. Yürümek nasıl başlar? diye soruyor. Yürümek, bacakların birini diğerinin önüne koyarak kasların kasılması ve topuğun yere değmesiyle gerçekleşiyor. Fiziksel olarak herkes için benzer görünen bu hareketin zihinsel arka planında ise Antik Yunan filozoflarından bugüne uzanan bir dönüşüm söz konusu. Din, felsefe, çevre, kent politikaları, anatomi, alegori ve aşk acısı gibi farklı alanlara kolayca girip çıkan yürüyüş, dünyanın en tanıdık ama aynı zamanda en karmaşık eylemlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. İki ayak üzerinde durmanın anatomisinin tarihiyle kesişen yürüme pratiği, bir araştırmaya, bir törene veya bir meditasyona dönüşerek anlam kazanıyor. Postacının postayı getirmesi ya da büro çalışanının trene yetişmesi, fizyolojik olarak yürümeyle benzerlik taşısa da, felsefi anlamda yürümek tamamen farklı bir anlama sahip. Bu da yürümenin konusunu genişleterek, evrensel olaylara yüklediğimiz özel anlamları sorgulamamıza yol açıyor. Yemek yemek veya nefes almak gibi yürümek de erotikten manevi olana rahatlıkla evrilebilen bir eylem olarak farklı kültürel anlamlar taşıyabiliyor.

Kitapta en çok referans verilen yazar Henry David Thoreau. Solnit, kendi yürüyüşlerine zaman zaman Thoreau’nun fikirleriyle eşlik ettirerek, yürüyüş ritminin bir tür düşünme ritmine benzediğini vurguluyor. Yürüyüş, düşünceyi de beraberinde getiriyor; bir düşünceden diğerine geçişi hem yansıtıyor hem de tetikliyor. Böylece iç ve dış dünyadaki yolculuklar arasında tuhaf bir ahenk yaratılıyor.
Solnit, yürüyüşü Antik Yunan filozoflarından günümüze getirirken özellikle “Saatte Beş Kilometre Hızla İlerleyen Zihin” bölümünde yürüyüşü postmodern teoriyle ilişkilendiriyor. Günümüz modern dünyasında bedenin doğayla temasını kaybettiğini, seyahatlerin uçaklar ve hızlı taşıma araçlarıyla yürümekten uzak bir deneyime dönüştüğünü belirtiyor. Beden artık bir paket gibi taşınan bir nesneye dönüşüyor. Yazar, bu noktada göçebe olmanın, merkezsizleşmenin, yersiz yurtsuzlaştırmanın ve sürgün gibi kavramların altını çizerek yürüyüşün anlamını daha derin bir bağlama oturtuyor.
Edebiyatseverler için kitabın en ilgi çekici bölümlerinden biri de “Geleneksel Duygularla Dolu Bin Kilometre: Yürümenin Edebiyatı” başlığı altında yürümenin edebi yolculuğunu keşfetmemizi sağlayan bölümdür. Solnit burada Thomas Hardy’nin Tess of the D’Urbervilles romanından, William Hazlitt’in 1821 tarihli Yola Çıkmak adlı makalesine, Leslie Stephen’in Yürümeye Övgü adlı eserine kadar birçok klasik metni analiz eder. Yürümenin edebiyattaki yeri üzerine düşünerek, yazarların bu eyleme nasıl anlamlar yüklediğini gösterir.
Rebecca Solnit’in Yol Aşkı, okurlarını yürümenin tarihinde edebiyattan antropolojiye, etimolojiden kültürel tarihe birçok noktada gezdiren, yer yer kelimenin nereye savrulacağına siyasetin ya da tarihin yön verdiği ve tüm bunları karmaşıklaştırmadan anlatan bir eser olarak dikkat çekiyor. Yürümenin yalnızca bedensel bir hareket değil, aynı zamanda kültürel, felsefi ve politik bir eylem olduğunu hatırlatıyor ve okura yürümeye dair yepyeni bir bakış açısı kazandırıyor.