
Burak Akbalık
Yaşamakta olduğumuz hayatın yaşamaya değer olup olmadığı sorusu, –belki de cevabını asla bilemeyecek olsak da– sürekli karşımıza çıkmakta. Sonat Yurtçu’nun, şubat ayında İthaki Yayınları’ndan çıkan öykü kitabı Aramızdaki Fikret, tam da bu soruya odaklanıyor. Kitapta yer alan öyküler genel olarak dışarıda kalmışların, özellikle dışarıda bırakılmışların hikâyelerini okurla buluşturuyor. Bununla birlikte dile getirilen onca hikâye, tanık olunan tüm trajedi ve dramatik meselelere rağmen bütün ağırlığını yaşamdan yana koyuyor. Benzer şekilde Yurtçu’nun öykülerinde oldukça güçlü bir politik içerimin söz konusu olduğunu söylemek de mümkün.
Kitaptaki ilk öykü olan “Yaşamalısın”, hem dışlanmış karakterleri içermesi bakımından hem de bir intikam hikâyesi olmasıyla, kitabın geri kalanına da hâkim olan ölüm dürtüsüyle iç içe. Öte taraftan yaşamın başka türlü de olabileceğine, insanın nasıl yaşayacağına dair önceden tayin edilmiş normların yıkılabileceğine dair de bir öykü bu. Bununla birlikte intikam, bu hikâye özelinde bireysel olmaktan ziyade sosyo-politik bir zemine yaslanmasıyla da kitap içerisinde ayrıksı bir yere sahip. Transseksüel bir karakterin hikâyesinin anlatıldığı “Yaşamalısın”, diğer öykülerde de sıkça işlenen kişisel olanın politikliğini okura başarılı bir şekilde aktarıyor. Şimdilerde çoğunlukla nostaljik bir hisle anlatılan, 90’larda göz ardı edilmiş birçok olay burada tüm çıplaklığıyla tasvir edilmiş. Sosyolog Pınar Selek’in 90’lı yıllarda Ülker Sokak’ta yaşananlar üzerine “dışlama pratikleri” ile ilgili yürüttüğü araştırmasında da vurguladığı üzere, Beyoğlu’ndaki sokaklarda 90’ların ikinci yarısından itibaren bir yeniden-düzenleme operasyonu sürdürülmüştür.[i] Yurtçu da bu süreci söz konusu hikâyesine taşımış, tüm operasyonu bir trans karakterin ağzından tasvir etmiştir:
“Sonra bir baktım ki timin başında sen varsın. Bu işi zevkle yapıyorsun. Hiç görev demeden, geceler boyu elinizde sopalarla milleti kovalıyorsunuz. Mahalle arasında bulduklarınızı bir daha yaşayamayacak hâle getiriyorsunuz. Müslüm ne diyordu: Yaşamalısın! Yaşatmadınız ki! Yaşatmadınız.” (s. 13-14).
“Yaşamalısın” tam da bu noktada, yaşatmayanlara karşı yaşamalısın diyen bir hikâyedir. Yaşamanın neliğine ve nasıllığına karar veren kimi sözde kimi gerçek “ahlak polisliğinin” ya da Judith Butler’ın deyimiyle “toplumsal cinsiyet polisliğinin”[ii] karşısında konumlandırıyor kendini. Hapse düşen karakter sonradan cezaevinde yaşanan baskı ve isyanlara da tanıklık yapıyor. Gözaltında öldürülen ve Cumartesi Anneleri eylemlerini tetikleyen Hasan Ocak’ın ölümünden Metris Cezaevinde yaşanan isyana kadar birçok politik konuyu kapsıyor karakterin hapiste olduğu zamanlar.

Öykünün adı Müslüm Gürses’in aynı isimli şarkısından geliyor. Yazar arabesk öğesini aşağılayıcı bir şekilde kullanmaktan ziyade bir toplumsal gerçeklik olarak ele almış. Arabesk aynı zamanda iç göçlerle beraber kırsal bölgelerden kentlere doğru akışın göstergesi ve Yurtçu’nun okura sunduğu kentsel değişim ve dönüşümleri de vurguluyor:
“Soracaksın sen şimdi neden arabesk diye, ben arabeski sevmiyorum, ben arabeski unutmak istemiyorum. Unuttuğum zaman, yaşadığı topluma bin fersah uzaktan bakan yazar gibi, politikacı gibi, herhangi bir dümbük gibi olmak istemiyorum.” (s. 12).
Kitaptaki çoğu öykü polisiye bir yapıya ve kendi içinde derin bir anlatı gücüne sahip. Tıpkı Yaşamalısın’da görüldüğü gibi Yurtçu’nun öyküleri genel mânâda “polislik” kavramını sorunsallaştırarak hayatı yaşamanın farklı biçimlerini okura sunmaya çalışıyor. Bu “polislik” bazen komşuların bakışında, bazen ailenin tanıdığı insanların sözlerinde, bazense direkt devlet erkinin şiddet tekelini elinde bulunduran kolluk kuvvetinin kendisinde cisim buluyor.
Devlet erkinin şiddet tekelini elinde bulunduran bildiğimiz anlamdaki polis, Yurtçu tarafından tarihsel ve sosyo-politik içerimlerle birlikte okura aktarılmış. Öykülerde görülen, genellikle toplumsal olarak yüzleşilmemiş şeylerin hayatın bir parçası olarak sunulması oluyor. Dolayısıyla bu aktarımı yüzleşebilme yönünde bir adım olarak nitelememiz mümkün. Örneğin kitaba adını vermiş olan Aramızdaki Fikret öyküsü de bireysel bir intikamdan ziyade, toplumsal bir intikamı ve kadın cinayetlerini konu ediniyor:
“Bir kadının canına neden kıymet vermez bir yasa? Yasa var diyelim, bir hâkim neden bir kere olsun bir kadının lehine karar vermez? Hepsinin bir cevabı var da benim anlatmaya gücüm yok artık. Karakola gitsek ne olacak, kimi kime şikâyet ediyoruz, değil mi? Aman çok kıymetli kutsal aile kurumlarına zarar gelmesin, sakın ha gelenek ve göreneklerimize ters düşecek bir durum yaşanmasın.” (s. 56)
Bununla birlikte kitaptaki İdare Lambası, Mahallenin Acıklı Panoraması ve O Denli Güzel gibi öykülerde sıradan olan insanların hikâyeleriyle daha çok haşır neşir oluyoruz. Hatta bu öyküler benzer bir çevrede (Kadıköy’de) geçtiğini belirtmekle kalmıyor, yazar tarafından birbirleriyle bağlantılı hâle de getiriliyorlar. Bir öyküdeki kahramanı diğer öyküde yan rollerde görebiliyoruz.
Böylelikle Yurtçu, geçmişle günümüz arasında, nostaljikle aktüel arasında köprüler kuruyor. Bunu yaparken sosyo-politik derinliği de işin içine katması öyküleri bireysel ve tekil anlatılar olmaktan çıkararak okuru resmi tarih anlatılarının dışında kalmış, fark etmesek de sürekli hayatımızda bir parçası bulunan şeyleri sorgulamaya ve onlarla yüzleşmeye itiyor.
Son olarak, Yurtçu’nun, editörü Beyza Ertem’in önerisiyle kitabı O Denli Güzel öyküsüyle bitirme yönünde aldığı kararın bir oyunbazlığı barındırdığını ve bunun bizi kitabın başındaki Ali Teoman epigrafına götürdüğünü eklemek yerinde olacaktır (“Yaşamak, her şeye karşın, çok ama çok güzeldi. O denli güzel, o denli güzeldi ki…” Ali Teoman, “Hücrede”, Kırık Kalpler Terzihanesi). Bu epigrafa dönüşün aynı zamanda ilk öykünün adı olan Yaşamalısın’a dönüş anlamına geleceği yazar tarafından da vurgulanıyor.[iii] Böylelikle yazının başında da dile getirdiğim, “yazarın her şeye rağmen yaşamdan yana ağırlığını koyuşu” net biçimde görülüyor.
[i] Pınar Selek, Maskeler, Süvariler, Gacılar: Ülker Sokak: Bir Alkültürün Dışlanma Mekânı, İstanbul: İstiklal Kitabevi, 2007, s. 24.
[ii] Judith Butler, Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi, çev., Başak Ertür, İstanbul: Metis Yayınları, 2020, s. 89.
[iii] https://oggito.com/icerikler/sonat-yurtcu-baskalarinin-rahatini-kacirmadan-kurtulus-mumkun-degil-/67314