.

Gurbet Kuşları: Bahar Aslan ve Moskova Defteri

Abdullah Ezik

abdullah.ezik@sanatkritik.com

            “Memleket mi yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak?”

            Nâzım Hikmet

Bahar Aslan’ın 2014 yılında Can Yayınları’ndan çıkan öykü kitabı Moskova Defteri, “gurbet” denen o tekinsiz ülkeyi çıplak gözle görmemizi sağlayan, içerisinde hikâyesi yarım kalmış birçok insan barındıran özel bir eser.

Gurbet, insanın içini kemiren ve onu ağır ağır çürüten bir kurt gibidir. O, bir insanın bir ülkeye, şehre, mekâna salt mesafe olarak uzak kalması değil; aynı zamanda kişinin ana diline, iklimine, alışkanlıklarına, rutinlerine, ailesine, doğal ortamına, sosyal yapısına, toplumsal davranışlarına ve düşünce algoritmasına da yabancılaşmasıdır. Bulunduğu yeri -hangi sebeple olursa olsun- terk eden kişi, yaşamına artık hep bir gözü arkada devam etmek zorunda kalır ve bu göz, kişi dönene -kimi yerde ölene- dek asla ileriye/geleceğe bakmaz. Gözü arkada kalan ve aklı hep geçmişle uğraşan kişi ise hiçbir zaman ne içerisinde bulunduğu ândan ne de önünde uzanan gelecekten haberdardır. Onun için yalnızca kavuşulması düşlenilen belirsiz bir gelecek ve artık giderek uzaklaşan bir geçmiş söz konusudur. “Şimdi”, bu iki zaman aralığı arasında sıkışılıp kalmış bir süreçtir ve hiçbir zaman kendi başına var olamaz. Aklı hep bir yerlere takılan insan, kendisini hep geçmişin koynunda bulur ve bu uzun soluklu düşten (geçmişte her ne olursa olsun) daima “memleket” denen o yerde uyanır. Bahar Aslan’ın Moskova Defteri de bu tür metinlerden birisidir. Okuru alabildiğine gurbet ile yüzleştiren, kendi kahramanlarını gurbetle eğiten, yontan, yoğuran, sınayan öykülerdir bunlar.

Gurbet ve göç denince aklımıza öncelikle hep Almanya gelir, çok çok Fransa ve diğer Avrupa ülkeleri. Göç, bir yerde hep Avrupa’ya gidip orada biriktirdiği para ve ailesiyle yurda dönen “göçmen” imgesiyle karşılık bulur toplumda. Oysa dünya geniştir, sınırlar geniş, gidilecek yerler geniş. Moskova Defteri de bu noktada bizi başka bir dünyayla, aslında satır aralarında çokça duyduğumuz ama tam anlamıyla hiçbir zaman yakından tanımadığımız, yakınlaşamadığımız bir dünyayla karşılaştırır: Rusya ile, madalyonun Asya’ya açılan öteki yüzüyle. Özellikle son yıllarda yurtdışında hızla güçlenen Türk inşaat endüstrisi düşünüldüğünde, bu alanın içerisinde barındırdığı potansiyele paralel olarak değişen şart, olanak ve ilişkilerden de söz edebiliriz. Üstelik buna bir yerde insan gücünün de dâhil olduğu düşünüldüğünde inşaat endüstrisinin kendi içerisinde farklı bir dünya meydana getirdiği söylenebilir. Kitap boyunca kariyer hedefleri doğrultusunda göçten inşaat mühendislerinden daha iyi ücret kazanmak için evini yurdunu terk eden vasıfsız işçilere, ofis çalışanlarından marangoz, sıvacı ve ustalara kadar birçok farklı sınıftan insanın çeşitli amaçlarla bir araya geldiği ve ortak bir kaderi, gurbette olma mecburiyetini paylaştıkları görülür. Moskova Defteri’nin kahramanları işte bu noktadan hareket ederek kendi hayatlarını okura açar. Hamiyyet’ten (çift “y” ile) Banazılı Mustafa’ya, Dağıstanlı Aslan’dan Feriha’ya kadar onca kahraman bizi Moskova’nın karlı yollarında gezintiye çıkarır. Bu sırada bir yandan göçmenlerin yaşantısında ne gibi sorunlarla karşılaştığı bir yandan da kendi kişisel yaşantılarında ne denli farklı sorunlarla yüzleşmek zorunda oldukları gösterilir. Bu anlamda kitaba dâhil olan her bir öykü, her bir kahraman, her bir cadde, sokak, ev bize farklı bir hayat, farklı bir dünya görüşü ve farklı bir alımlama gücü vadeder. Üniversite mezunu, iyi eğitim almış, ailesindeki tüm tabuları yıkmış kahramanlardan; hayatı inşaatlarda geçmiş, tek yaptığı duvar sıvayıp harç karmak olan kahramanlara kadar Moskova Defteri’nin karakter portfolyosu geniştir. Bu farklı sınıflar, farklı dünyalara ait insanların da farklı nedenlerle bir araya gelebileceğini, ancak yine de her buluşmanın bir kader ortaklılığı anlamına gelmediğini açıkça görünür kılar.

Gurbetle ilgili bir başka mesele, şüphesiz arada kalmışlık hâlidir. Üstelik bu arada kalmışlık salt maddi sorunlarla alakalı değildir, insanların kendi içlerinde bir çığ gibi büyüyen duygusal sıkışmışlıkları da önemli bir yerde durur. Bahar Aslan’ın kahramanları da bu arada kalmışlığı farklı açılardan okura hissettirir. Söz konusu kahramanlar farklı bir ülkeye, şehre, coğrafyaya yerleşmek ve yeni bir hayata başlamak için göç etmez, hepsinin kaçtığı, yüzleşmek istemediği bir sorun vardır. Bu bazen kan davasıdır, bazen kaçıp kurtulmak istedikleri aileleridir, bazen de maddi borçlar. Bu da kişisel olarak da toplumsal olarak da insanları belirli düşünceler etrafında bir araya getirmiştir. Dağıstanlı Aslan tarafından dile getirilen, “Söyle bakalım, (sen) neden kaçtın?” (Aslan, 2014: 23) sorusu, kendi içerisinde öykü boyunca peşinden koşulacak ana hattı da belirler: Kimse, kaçtığı her ne ise, onu gurbette bulamaz. Gurbet onlar için bir kaçış arzusudur ama hiçbir zaman kaçışın kendisi olmaz. Fiziksel uzaklık hiçbir zaman onları dertlerinden, davalarından, kavgalarından uzaklaştıramaz. Nihayetinde her şey başladığı yere, insanların kaçtığı noktaya dönmesiyle son bulur. Ölümden kaçan ölümünü bulur, tuzaktan sıyrılan başka bir tuzağa düşer, arzularının peşinden koşansa onlarda boğulur. “Banazı Diye Bir Yer” öyküsünde anlatılan yan kahramanlar da “Elif Diye Biri”nde anlatılanlar da bu düşünceyi farklı açılardan ön plana çıkarır. Böylece gurbet, Rusya’nın karlı yamaçlarına, ormanlarına, köşe başlarına çöken bir haydut gibi herkesi hırpalar.

 Dil, insana aidiyetini hissettiren en önemli etkendir. Bir noktada insan için memleket, ana dilini konuştuğu yerdir, belirli sınırlarla çizilmiş bir coğrafya değil. Aslan’ın öykülerinde de sık sık bu durumla karşılaşırız. Kendi dillerinden uzakta onlarca insan, kendilerinden olmayan ve aralarında hiçbir bağlantı kuramadıkları insanlarla baş başadır. Rusça ve İngilizce bu açıdan ön plana çıkar. Herkes ya öğrenmek zorunda kaldığı üç beş cümleyle hayatını idare ettirmek, ya da her ne kadar o dile hâkim olsa da kültür farklılığından onlardan uzak durmak zorundadır. “Masanın Üzerinde”de, “düzgün” bir İngilizce ile “Nerede kaldınız, gözüm yollarda kaldı,” (Aslan, 2014: 143) diyen kahraman, tam da bunu hissettirir. Bir yabancı dili iyi derecede kullanabilmek onlar için vurgulanması gereken bir şeydir, zira bir sınıf farklılığına işaret eder. Konuştuğun dil, senin yansımandır. Ona ne denli vâkıf olursan o yere de o denli ait olursun. Bir süre sonra kahramanlar için Rusça ve İngilizce de böyle bir hüviyet kazanır; yine de Türkçe, herkes için ayrıksı bir yerde durmaya devam eder. Bir noktada aynı dili konuştukları insanlar bile onlar için yarı-yabancı konumundadırlar. Ana dillerinden uzaklaşan kahramanlar, bir süre sonra kendilerini çıkmaz bir sokakta bulur ve elleri telefonlarında, hep gelecek bir mesajı, işitecekleri bir sesi, kendilerine gurbetin derdini tasasını unutturacak bir haberi beklerler. Tam da bu sırada Aslan’ın takip ettiği yol, hiçbir şeyin iyiye gitmeyeceğini haber verir. O telefon hiç çalmaz, çalsa da mutlu bir haber gelmez. Gurbetin sıkıntısı herkesin içine çöker.

Nâzım Hikmet, Moskova Defteri boyunca kitaba eşlik eden, gerek kişisel olarak gölgesini yakından hissettiğimiz gerekse şiirleriyle metni farklı bir sınıra taşıyan en özel meselelerden birisidir. Türkiye’den ayrıldıktan sonra ömrünü Sovyet Rusya’sında geçiren, 1963 Haziranı’nda Moskova’da ölen ve ünlü Novodeviçi Mezarlığı’na gömülen Nâzım Hikmet, Aslan’ın ona atfettiği değer ve eserlerinden yaptığı alıntılarla kitabı bütünlüklü bir hâle getiren temel bileşenlerden biri olarak görülebilir. Öte taraftan Nâzım üzerinden Vera’ya, Vera üzerinden dönem koşullarına doğru genişleyen yelpaze, öyküler boyunca seçilen isimlerin, mekânların, sokak ve cadde kesişimlerinin de bir tesadüf değil, birlikte anlamlı bir yapı oluşturan bütüncül bir çalışmanın ürünü olduğunu yakından hissettiriyor. Dolayısıyla kitap boyunca kahramanlar Moskova sokaklarını alabildiğine adımlarken arka planda okura sunulan salt söz konusu mekânlara dair görünümler değil, aynı zamanda Türk okura sunulan bir şehir tarihidir. Kendisine ait özel bir kimliği olan bu şehir, yükselen imparatorluğu, çöken federasyonu, sonu gelmiş rejim ve sistemleri farklı açılardan bize gösterir, ipuçlarını şehrin farklı yerlerine dağıtır. Görülen bir Lenin heykeli, bir general büstü, herhangi bir parka, sokağa veya binaya verilen özel bir isim, bizi öykülere paralel olarak Rusya tarihinde farklı noktalara sürükler. Hayatını memleketinden çok uzakta, bambaşka bir iklim ve coğrafyada sürdüren ve nihayet burada can veren Nâzım da bu harcın temel yapı taşı olur. Bu örgü, âdeta onu bir bayrak gibi taşıyarak zamanla farklı alanlara dağılır, bir sürerlilik kazanarak göçmenlerin temsilcisi olur.

Geçmişle ilgili meseleler ve kültürel kodlar, Moskova Defteri‘nde sürekli tekrarlanan konulardan birisidir. Kitap boyunca karşımıza çıkan kahramanlar, bize ait oldukları kültüre dair de birçok şey fısıldar. Söz konusu kahramanların birçoğu işçi sınıfından gelmektedir. “Banazı Diye Bir Yer” öyküsünde kan davasından kurtulmak için Rusya’ya göç eden kahraman da, “İçimdeki Ağaçlar”da sevdiği kız Menşure’yi alarak memleketinden kaçan Zülküf de bir yerde hem benzer hem de ayrıksı sorunlara işaret etmektedir. Türkiye’deki söz konusu alt kültürler, aşiretler, köy meclisleri, küçük gruplar, insanları çeşitli nedenlerle onlardan uzaklaşmaya itmektedir. Bir yerde asırlardır süren bu durum, göç edip uzaklaşma düşüncesini de içerisinde barındırmaktadır. Öte taraftan bu, Hamiyyet Deliorman gibi zamanla kendisine belirli bir mevki edinmiş, ailesinin ait olduğu sınıftan “kurtularak” kendisine daha yukarılarda bir yer edinmek için mücadele etmiş kahramanlarda da görülür. Hamiyet gibi arkadaşı Resmiye de uzaklaştığı memleketinde bambaşka arayışlara girmiş, kendisine yeni bir hayat kurmak için çok mücadele etmiştir. Onlar için göç etmenin karşılığı ise çok daha başkadır zira göç, ailelerinden kurtulmak ve kendi ayakları üstünde, herkesi karşısına alarak durmak demektir. Kendilerini yaşadıkları küçük köy ve kasabalara tıkarak ömürlerini orada geçirmelerini isteyen ebeveynlerine bir tepki olarak göç eden bu kahramanlar, insanoğlunun kişisel arzuları için bazen herkesi ve her şeyi karşısına almak zorunda kalabileceğini de gözler önüne seriyor. Üstelik tüm bunları “kadın başları”na yapmaları, henüz üniversite yaşları geldiğinde Manisa gibi küçük bir şehirden koparak soluğu İzmir’de almaları, onların inandıkları değerler ve ulaşmak istedikleri mevki konusunda ne denli kararlı olduklarını gösterir. Bu da ortak bir “göç” düşüncesinin arka planında birbirinden bağımsız ve farklı birçok meselenin yatabileceğini ortaya koyar.

Moskova Defteri, bir öykü kitabı olmasına paralel olarak kendi içerisinde bütünlüklü bir yapı da sergilemektedir. Sözgelimi kitabın henüz başında karşımıza çıkan bir kahramana daha sonra bir sokakta yürürken veya bir ofiste çay içerken rastlamak mümkündür. Bu anlamda hiçbir öykü kendi sayfa sınırları içerisinde başlayıp sonlanmaz, her şey açık uçlu bir şekilde diğer öykülerde sürdürülür. Bu da okura kitabı farklı şekillerde değerlendirebilmesi için alan açar. Üstelik bu açık uçlu öykü sonları, okurdaki merak duygusunu tetikleyerek onu hızla bir sonraki metne yönlendirir. Bu döngü, ancak “Trenin Yaklaştığı”nda son bulur. Yaklaşmak olan tren, kahramanlar için birçok haber taşımakla birlikte okurlar için de vedanın yakın olduğunu duyurur. Nihayetinde her şey sona ererken kahramanların yaşam döngüsü ve hayatlarının nasıl ve nereye evrileceği de belirlenmiş olur. Böylece kitap sonlanırken okurun kafasındaki soru işaretleri de kendisine cevap bulur.

Moskova Defteri, okuru Rusya gibi çetin bir coğrafyada seyahate çıkaran bir eser. Hem birbirinden oldukça bağımsız hem de zamanla iç içe geçen öykülerden meydana gelen kitap, gerek yakından hissettirdiği gurbet duygusu, gerekse göç eden onca insanın kendi içlerinde taşıdıkları dertleri, sorunları, zorlukları okura yakından hissettiren etkili bir edebî ürün.