
Abdullah Ezik
abdullah.ezik@sanatkritik.com
Geçtiğimiz günlerde ilk romanı Başka ile okurlarla buluşan şair Efe Duyan ile konuştuk.
Geçtiğimiz günlerde Yitik Ülke Yayınları’ndan çıkan romanınız Başka ile okurlarınızla buluştunuz. Bu roman aynı zamanda bir şairin ilk düzyazı metni ve bu anlamda dikkat çeken bir çalışma. Öncelikle bir roman yazmaya nasıl karar verdiniz? Bu süreç nasıl gelişti?
Başka’ya kadar kendimi hep şiirle ifade edegeldim. 2000 yılından bu yana şiir yayımlıyorum, şiirlerim otuza yakın dile çevrilip yayımlandı. Yine de türler arasında keskin çizgiler olduğuna hiç inanmadım, şiirimde de hep farklı anlatım olanaklarının peşine düştüm. Biçim, benim için hep içerikten doğan bir yapı oldu. Ne zaman ki empati yetisi üzerine içimde biriktirdiklerimin şiirsel ifadenin dışında bir kurguyu gerektirdiğini sezdim, o zaman kolları sıvayıp bir roman yazmaya giriştim.
Birçok şair içinde düzyazı anlamında yakın tür “öykü” olarak görülür. Öykü, yapısı, dili, kurgusu itibariyle şiirle özdeşleştirilir. Sizin bir roman kaleme almanız bu anlamda da dikkat çekici. Bir şair olarak bu konu üzerine ne söylersiniz?
Roman kurgusunun yapısal karmaşası benim için bir tür davet oldu. Çok katmanlı, olayların ve karakterlerin birbiriyle çapraz ilişkiler kurduğu bir metin benim için mimari bir edim oldu ve yapının içindeki cümleler kadar önem taşıdığı bir yapıt peşine düştüm.
Bana göre şiir, söylenenle söylenilenin birbirine bütünlediği bir metindir. Başka türlü söylenemeyecek bir söz. Nasıl söylediğinizle ne söylediğiniz arasındaki uyumdan doğar şiirsel estetik. Öykü de söyleyişin önemi anlamında, evet, şiire daha yakındır. Beni roman yazmaya iten tam da bu karşıtlık oldu. Şiir bir yüz metreyse, roman bir maraton koşmaktır. Farklı bir yön arayışında olduğum için, şiire görece daha mesafeli bir türe yöneldim.

Dil, edebiyatın temel direği olarak birçok açıdan üzerinde durulan, üzerine ayrıca çalışılan bir konu. Bu durum roman bağlamında da sıkça tartışılan bir konu. Öte taraftan bu kitap, bir şairin romanı olmasına karşılık “şiirsellik”ten de alabildiğine uzak duruyor. Başka’da geliştirdiğiniz dili siz nasıl yorumlarsınız?
Evet, romanın dili, “şiirsel” değil. Birinci tekil şahsın gözünden, sade bir dille ilerliyor. Okurun bu fantastik dünyada olay akışına kapılmasını istedim. İnsan iç konuşmasından nasıl konuşuyorsa romanın dili de oraya dayanmalıydı. Bir anlamda klasik bir yöntem, ama romanın ilerleyen bölümlerinde biraz okuru şaşırtacak hamleler yapmak için anlatıcıyla özdeşleşmeleri önemliydi.
Yine de Başka’ya şiirden uzak olmayan bir yapıt olarak bakıyorum. Romanın şiirsel özü, empatiyle ilgili çok katmanlı bir tartışma olarak bir şemsiye gibi metnin üzerine açılmış bütünsel metaforda yatıyor. Dili “şiirsel” değilse de metni bir şair olarak yazdığımı düşünüyorum.
Distopya, Türkiye’de de tüm dünyada da yakın dönemde daha çok dikkat çeken, üzerine konuşulan bir tür. Bunda şüphesiz pandeminin de büyük bir rol oynadığını söylemek mümkün. Peki siz neden özellikle ilk romanınızda doğrudan bir distopya kaleme aldınız? Bu tercihin arkasında özel bir neden var mı?
Kıyamet-sonrası diyebileceğimiz bir evrende geçen romanın, pandeminin hemen ardından yayımlanması bir rastlantı oldu aslında. Roman, empati yetisinin esrarengiz bir biçimde yok olduğu ve empati yitiminin yol açtığı bir büyük buhranla başlıyor ancak bu dönemi geri dönüşlerle okuyoruz. Romanın “şimdiki zamanı” empati yitiminden 3 yıl sonrası; yani kıyamet-sonrasında bir yeniden kuruluş, yeni dünyaya alışma dönemi. Romanın ilk taslağı pandemi öncesinde tamamlanmıştı, ancak pandemi sırasında üzerinde çalışmaya devam ettik. Bu anlamda bir krizin başlangıcı ve sonrası şeklinde iki ayrı zaman diliminde geçen anlatının bir kriz ortamında yazılıp kriz sonrası basılması bana ilginç ve uygun bir koşutluk olarak görünüyor.
Distopya yazmamın arkasındaki asıl neden, yaşadığımız dünyanın bir distopyanın eşiğinde olması. Romanda birdenbire yok olan empati yetisi günümüzde de tükenmenin eşiğinde değil mi? Aslında benim yazdığım distopya, gidişatımızın varmak üzere olduğu nokta. İçinde bulunduğumuz toplumsal ve psikolojik durumu biraz abartırsak nereye varacağımızın bir yanıtı. Bazen bir şeyi tamamen kaybetmeden değerini anlayamıyoruz, o yüzden “empatiyi tamamen yitirirsek ne olur?” sorusunu sormak istedim.
Şahsen distopyalara özel de bir ilgim var. Distopya okumak, evet sordurduğu sorularla bir farkındalık üretiyor ama aynı zamanda bize yaşadığımız zor koşullar içinde bir nefes alma imkânı da veriyor. Aristo’nun katharsis dediği durum ya da bir korku filmi seyretmek, lunaparka gitmek gibi… Kontrollü bir ortamda yaşadığımız olumsuz duyguları ehlileştirebiliyoruz. Belki de böylece önümüzdeki sorunlarla mücadele etmek için kendimize bir alan açabiliyoruz.
Empati yoksunluğu, içerisinde bulunduğumuz çağ ve süreçte daha da tartışılan, anlamı üzerine daha da fazla tartışma yürütülen bir konu. Siz de bu romanda “tüm insanların bir gecede empati becerisini kaybetmesi”yle başlayan olaylara yer veriyorsunuz. Empati, gündelik hayatın da güzel sanatların da temel uğraşılarından biri olarak görülebilir. Peki Başka’da siz neden insanların elinden özellikle empati becerisini aldınız? Bu fikir nasıl gelişti?
Bana kalırsa barışçıl ve özgür bir dünya, yalnızca bir sistem sorunu veya siyasi mücadele konusu değil. Temelinde empati olmadan eşitlikçi bir dünya yaratabileceğimizi sanmıyorum. Empati kurabilen bir toplumun özgürlüklere ve haklara da saygılı olacağını düşünüyorum. Aynı şekilde, empati kurulmayan bir yerde herhangi bir sistemin kendi kendine sağlıklı işleyebileceğini düşünmüyorum.
Öte yandan, romanın tek meselesi empatinin yitimi değil. Empati de diğer tüm yetilerimiz gibi siyah-beyaz ikiliği içinde düşünülmemeli. Evet, roman empatinin yitiminin tehlikeleri üzerine bir uyarı yapıyor ama onu kutsallaştırmıyor, tam tersine tartışmaya açıyor. Romandaki empati karşıtlarından bazıları, insanlığın iyiliğini düşünen, mantıklı argümanlar öne süren karakterler. Empati savunucularından bazılarıysa, başkalarının ya da sayısız başka insanın duygularını hissetmenin verdiği coşkuyla kendi kişiliklerini kaybetmenin eşiğine geliyor. Yani, Başka, toplumsal boyutu olan bir metin olmakla birlikte kendi doğrusunu dayatmıyor, sorular sordurmayı hedefliyor ki okur kendi doğrusuna ulaşsın.
Arka plandaki metaforlardan biri de bir sanatsal çelişki. Sanat tarihinin en kadim tartışmalarından biri, dünyaya başkalarının hayatlarına bakmak mı, yoksa sanatçının kendi iç dünyasına odaklanması mı sorusudur. Romanda açıkça kapsamlı bir sanat tartışması geçmiyor, ama empati tereddüdü tüm sanatçıların, tüm yaratıcı edimlerin ve de tabii ki benim de sürekli gündemimdeki meselelerden biri. Empatinin yitimi, empati çelişkisi ve sanatçının ilham kaynağı gibi konular romanın arka planında metaforlar olarak işliyor.
Oktay üzerinden İstanbul’da geliştirdiğiniz post-apokaliptik dünya, okuyuculara içerisinde yaşadıkları coğrafyada bir distopya örneği sunuyor. Bu da sanırım romanın algılanabilirliğini İstanbul’da yaşayan okurlar için daha da perçinleyen bir durum. Bu post-apokaliptik dünya için merkez olarak neden İstanbul’u tercih ettiniz?
Roman hem bir büyük buhran dünyasını konu alıyor, hem de anlatımsal ve simgesel ikilemler arasında gidip geliyor. İstanbul da kaotik bir dünya anlatımı için hem tarihsel çok boyutluluğu hem de güncel karmaşası açısından dört dörtlük bir sahne sunuyor.
Ben kendim de nesillerdir İstanbullu bir aileden geliyorum, İstanbul’da doğup büyüdüm. Doğayı çok sevmekle birlikte kentli biri oldum hep. Büyük kentlerin çelişkileri, sorun yığınları beni kendilerine çekti hep. Birkaç senedir yurtdışında yaşıyor olsam da İstanbul benim evim. İlk romanımda evimi anlattım desem yanlış olmaz.

Oktay, bu post-apokaliptik dünyada gerek geçmiş ile kurduğu bağ, gerekse sorguladığı inanç ve sistemlerle kendisini büyük açmazların içerisinde bulur. İç dünyası da en az içerisinde bulunduğu dünya kadar karmaşık bir hâldedir ve o, sürekli bir şeylerle mücadele etmek zorundadır. Peki Oktay, gerek iç gerekse dış dünyada bunca sorunla mücadele etme gücünü nereden bulur? Onun karakterini biçimlendiren temel özellikler nelerdir?
Oktay, çelişkilerle dolu bir karakter, yer yer bir “anti-kahraman” konumuna yaklaşıyor. Temel motivasyonu empati yetisine duyduğu inanç ve empatiye duyduğu tutku. Öncelikle başka karakterlerin tersine, toplumsal yaşamı düzene sokmak için empati yetisinin yeniden inşa edilmesi gerektiğini düşünüyor. Başkalarının duygularını yaşamak da Oktay için müthiş bir deneyim. Empatiyi, evde kapalı bir ortamda oturacağına seyahate çıkarak yeni yerler keşfetmeye benzetiyor. Böylece adeta tanrısal bir bakış açısına ulaşabileceğini umuyor. Piyasaya yeni sürülmüş “bağlayıcı” adındaki ilaçları yüksek dozda kullanarak empati yetisini canlı tutuyor, hatta neredeyse bir bağımlılık geliştiriyor. Kısacası hem ideolojik olarak empatiyi önemsiyor hem de bir tür tanrı rolü oynamasına izin verdiği için empatiye tutkuyla bağlanıyor.
Son bir soru olarak, mimar olmanız romanın kurgusuna ve inşa ettiğiniz post-apokaliptik İstanbul’a nasıl etki etti?
Mimarlık alanındaki eğitimim ve akademisyenliğim, romanda geçen iç mekânları ve mahalleri yazarken bir tasarımcı gözünden bakmamı sağladı. Pek çok mekânın çizimlerini yaptım ya da kafamda ayrıntıyla canlandırdım. Romanın temposunu yüksek tutmak için tasvirlere sınırlı bir yer vermiş olsam da mekanların özel bir önemi var romanda.
Romanın kurgusu da benim için bir mimari yapı oldu. Mimarlıktan gelen becerilerim, kurguyu ortaya çıkarırken devreye girdiler. Mimari yapı her öğenin (kolonun, mekânın) aynı anda işlevsel, sağlam ve güzel olmasını gerektirir; bu anlamda mimarlık hem çok katmanlıdır hem de her şey birbiriyle ilişkilidir. Şiir anlayışımda olduğu gibi, bana göre mimarlıkta da biçimler gerekliliklerden, işlevlerden doğarlar ve güzellik bu uyumdan ortaya çıkar. Başka’daki olay akışı, kurgu, karakterler, empati tartışmaları, metaforlar ve dil bir araya gelerek bir bina ortaya çıkarıyorlar ve bu sayede metin, umuyorum ki, parçaların toplamının ötesine geçiyor.