.

Gamze Arslan: “Dili, canı nereye isterse oraya giden bir sürüngene benzetebilirim.”

Abdullah Ezik ve Esin Hamamcı, bu ayki Odak Yazar konuğumuz Gamze Arslan ile kitapları ve edebiyatı üzerine konuştu.

Abdullah Ezik: İlk olarak yazın serüveninizin nasıl başladığını sormak istiyorum. Çerçialan ile Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nü kazandınız. Bu süreç, sizin için nasıl gelişti ve nasıl hissettiniz?

Çerçialan ilkgençliğimde beni yazmanın dünyasına katan birçok şeyle örüldü diyebilirim. Geniş ailenin çok sesli yapısından, babaannemin sözle aktardığı her ayrıntıdan, müzikle kurduğum bağdan ve babamın yazma uğraşından temellerini aldı aslında. Biriken ve gittikçe büyüyen bir dünya kurmaya başlamıştım içimde, henüz açığa çıkarmadığım, kimseye dillendirmediğim, kendi içimde dönen bir yazma serüveni içine girmiştim zaten. Fakat bunların açığa çıkışı Kars’ta sessizlikle geçen birkaç ay içinde mümkün oldu. Oradaki yaşantıların kendi geçmişimde birçok noktayla temas ettiğini gördükçe çok kısa notlar almaya başlamıştım. Birkaç sene sonra, yakından takip ettiğim Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’ne dosya haline getirdiğim öykülerle katıldım. Sonrasında Çerçialan yayımlandı ve okurla temas etmeye başladım. Benim için birçok duyguyu içinde barındırdı bu süreç. Yazıyı hep kendi içinde taşıyan biri olarak ilk defa dışarıdaki gözlerle bağ kurma şansı yakaladım. Korkuyla başladı ama yazmanın heyecanı hiç dinmedi.

A.E.: “Dudu ve Nimet”te Dudu ve Cevat’ın sevgiden anladıkları birbirinin zıddı. Biri sevdiği şeyi yok eden diğeri yücelten bu iki karakter, neden bir orta yolda buluşamaz?

Sevmek temas ettiği her şeyle dönüşen, ehlileşen ya da vahşileşen bir duygu gibi geliyor bana. “Dudu ve Nimet” öyküsünde Cevat ile Dudu’nun sevme biçimlerinin temelinde toprak ve yazıya temas var. Dudu doğduğundan beri hep hayvanların yasasını görmüş ve bilmiş aslında. Dış dünyanın değerleri onun hayatında olamamış hiç. Kardeşi doğduğunda yaşadığı kıskançlık duygusu hayatta kalma dürtüsüyle birleşmiş, vahşi koşullarda hayatta kalma, annenin memesine bir hayvan gibi sahip çıkma şeklinde tezahür etmiş onda. Dudu’da öldürmeyeceksin düsturunun bir karşılığı yok, insana dair “akılcı” birçok şeyin olmayışı gibi. Cevat’la temas ettiğinde de yine bu vahşi duygu açığa çıkıyor çünkü sevmenin başka biçimini bilmiyor Dudu. Cevat ise onun tam tersi, çünkü yazıyla temas etmiş, sevme biçimini okuduğu şiirlerden devşirmiş. Bu yüzden Dudu’nun zıddı, daha hayalperest, sınıfsal koşulların farkında belki ama sevginin hepsinin önüne geçeceğine inanıyor. Dudu’yla temasında bile geçmişte takılı kalmış sevdasına bir özlem var. Aslında her ikisi de sevmenin vahşi ve hayalperest yanlarını arzulayıp yine de sevmeyi ıskalıyorlar diyebilirim.

Gamze Arslan

A.E.: “Dudu ve Nimet” öyküsündeki hesaplaşma ve tahakküm ayrıca dikkate değer. Peki bu hesaplaşma ve tahakküm gücünü nereden alır?

Dudu’nun Nimet’e hükmetmesi bildiğimiz insan-hayvan ilişkilerinden biraz farklı aslında. Nimet’e bağlılığından dolayı hayatlarında süte dair ne varsa çıkarmış Dudu, onu sağmıyor, sütünü kullanmıyor, rakıyı bile aslan sütü yakıştırmasından dolayı sek içiyor. Ama tabii burada yine Dudu’nun belirlediği bir ilişki biçimi var, Nimet’in özgürce kırlarda dolaşmasına ya da boğalarla çiftleşmesine de izin vermiyor. Annesinin memesine ortak çıkan kardeşine duyduğu kıskançlık duygusuna yine kapılmamak için bile isteye yaptığı bir şey bu. Çünkü Nimet’in çiftleşmesi ve buzağıların dünyaya gelmesiyle birlikte, o koruduğu, dokunmadığı memelere bir ortak çıkacak yine. Yani Dudu’nun “vahşi” sevme biçimiyle alakalı bu tahakküm durumu. Sondaki hesaplaşma da tam bu noktadan, evlerinden kovulan sütün dönüşüyle şekilleniyor. Süt aslında bir kara lanet gibi çöküyor ikisinin hayatına, tıpkı geçmişteki gibi. Geçmişte kardeşinin annesinin memesine dadanmasıyla yurtsuzluk korkusuna kapılan Dudu, şimdi de Nimet’in gebe kalışıyla benzer bir korkuya kapılıyor. Bu yüzden Nimet’i kesip Cevat’ın parasıyla satın alabileceği et parçaları haline getiriyor.

A.E.: “Küf Korkusu Olmalı İnsanda” başlıklı öyküde iki farklı sosyal sınıftan kadınla karşılaşıyoruz ve zamanla aralarındaki ilişkinin nasıl çarpıcı bir hâle geldiğini fark ediyoruz. Bu iki kadın karakterin birbirlerine bakışı da benzer şekilde dikkat çekici. Birbirlerine bir pencere aralığından temas eden bu iki kadın, neyi sembolize eder?

Hem tanıklık hem de kadınların erk tarafından tahakküm altına alınıp çeşitli şekillerde kapatılması üzerinden düşünebiliriz bu ilişkiyi. Anlatıcı kadın ile Nezile bambaşka sosyoekonomik ve kültürel koşullardan geliyor. O pencerenin açıldığı aralık ikisinin birbirlerine fısıltılarını ulaştırabileceği bir alan aslında, ama ne yazık ki erkin tahakkümü bunu imkânsız kılıyor. Anlatıcı kadın bunu kırmış, kendisine tecavüz eden, her türlü istismarı yaşatan kocasını öldürüp tamamen kendisine ait bir yuva yaratabilmiş. Nezile ise büyük şirketlerin beyaz yaka kadın çalışanlarından talep ettiği her şeyi gerçekleştirmiş, ancak öyle hayatta kalabileceğine inanmış. Kıyafetlerinden saçını toplama biçimine kadar erkek dünyasının “hanım hanımcık” diye nitelendirdiği kalıplara girmek durumunda kalmış. Üst komşusunun uğradığı şiddeti görüp susmuş, yine erkek toplumun bellettiği şekilde. Anlatıcı kadın bu noktada Nezile’nin hayatına sızıp erkin belirlediği kalıplarla yüzleşmesini umut ediyor. Elbette sert bir biçimde yapıyor bunu çünkü bu zaman kadar Nezile derin bir uykudaymış hep. Anlatıcı kadın kesip dondurucuda sakladığı kocasının son kalan parçasını, kafasını biraz da bu yüzden veriyor apartman boşluğunda yaşayan farelerine. Farelerin kafayla oynayacağını biliyor, onları yetiştirdiği için iyi tanıyor. Ve kocasının kafası Nezile’nin penceresinin önüne düşünce Nezile’nin derin uykusundan uyanacağını düşünüyor. Kesik kelle erkin bir timsali esasen. Onu pencereden atarak Nezile’nin gözünde o pencerenin başka bir anlama bürünmesini, fısıltıyla başlayan kadın dayanışmasının mümkün olabileceğini göstermeyi umuyor anlatıcı kadın.

A.E.: Öykülerinizin arka planında halk anlatılarını, Alevi söylencelerini ve âşık hikâyelerini anımsatan bir yapı var. Öykülerin arka planında nelerden beslendiğinizi sorabilir miyim?

Sözlü kültürün hâkim olduğu bir ailede büyüdüm. Hikâye anlatıcılığının babaanneden başlayıp bütün aileye sirayet ettiği bir aile. Anlatmaya başlamadan önce iyi bir dinleyiciydim. Alevi mitlerinin anlatıldığı, ritüellerinin devam ettirildiği bu ailede aynı zamanda sesi bastırabilmeyi de öğrenmek durumunda kaldım. Bir tür korku vardı benden önceki kuşakta ve bu korku ister istemez benim kuşağıma da aktarıldı. Alevi olduğunu fazla belli etmemelisin düsturuyla büyüyünce de ister istemez anlatabilmek için yeni kanallar aramaya çalıştım galiba. Ses tam da bastırıldığı noktadan patladığında, o bastırılan şeyin parçalarını da içinde taşıyor. Babaannen gibi bir hikâye anlatıcısı olmak istiyorsun ama aynı zamanda korkuyla ortaya çıkardığın ve büyüttüğün bir dili arıyorsun. Ve sonra bu korkunun temelini kazıyarak kendi aidiyetlerine de eleştirel bir gözle bakmaya çalışıyorsun. Galiba çağcıl anlatının özellikleri ile Anadolu mitlerinin bir araya gelişi benim için böyle mümkün oluyor.

A.E.: Diliniz oldukça hareketli ve akıcı. Dile getirdiğiniz hikâyeyi bir çırpıda anlatırken okuru felaketle sonlanacak bir finale de adım adım hazırlıyorsunuz. Bu dilsel gelişiminin arka planında ne yatıyor? Gamze Arslan dili nasıl oluştu?

Cees Noteboom’un “Bellek, canı nereye isterse oraya oturan bir köpek gibidir,” sözünden hareketle ben de dili, canı nereye isterse oraya giden bir sürüngene benzetebilirim. Hızlı, metnin doğasına göre uyum sağlayıp bedenini değiştirebilen, yutmak istediği şeyleri hızla yutan bir canlı. Ehlileştirmeye çalıştıkça hızlıca elinizden kayan ve istediği doğrultuda giden bir kertenkele gibi bazen. Bir öykünün dünyasına bıraktığınızda, o dünya kendi yaşama koşullarına uymuyorsa orada barınmayı reddeden bir canlı. Bu kadar hareketli ve bağımsız bir canlıyı istediğinize zorlamak, onu koşullarına uymayan bir doğada tutmaya çalışmak sakatlanmasına neden olur diye düşünüyorum. Bu nedenle yazmaya başlamadan önce bir anlatım dili planlamıyorum. Kafamda dönüp duran karakterlere, öze ve biçime uyum sağlayıp sağlamayacağına dil kendisi karar veriyor. Bazen bu dünyaya hemen uyum sağlayıp devinebiliyor, bazense yolun yarısında bu dünyadan vazgeçip metinden uzaklaşabiliyor. Zaman zaman da içinde devinmeye karar verdiği metinde, sözcükleri kendi dinamiklerine göre yutup dışarıda bırakabiliyor. Bu yüzden metin okuru şaşırttığı gibi beni de sık sık şaşırtıyor diyebilirim.

A.E.: Çerçialan sosyal konulara eğilen, problematiği olan bir kitap. Kitapta sizi evlilik, ilişkiler, eşitsizlik, kişinin toplumla ilişkisi gibi konulara yönlendiren ne oldu?

İnsanın kendisini dünyanın mükemmel ölçüsü olarak konumladıktan sonra kopardığı tüm damarlar metinlerimin ana eksenine oturuyor diyebilirim. İnsanın doğaya, hayvana ve kendisi dışındaki canlı-cansız her şeye tahakkümü üzerine düşünmeye başladığımda vardığım nokta iktidar meselesi oldu elbette. Merkezsiz, yersiz yurtsuz bir iktidar, insan aklının ürettiği, tüm ilişkilere sızmış bir biçim belki de. Evlilik, eşitsizlik, ilişkiler, kadının toplumdaki yeri, hayvan meselesi hep aynı noktaya getirdi beni: “insan aklının tek hakikat” olması fikrine. Akla olan sonsuz güvenle ilkel ve vahşi olanı ehlileştirdiğini iddia eden insanın vahşeti yaratmaya ve yaymaya devam ettiğini düşünüyorum. Bu nedenle de “uygarlığın” insan için biçimlendirdiği ilişki kalıplarının dışında vahşi olanı yeniden üstüne geçirebileceği başka ilişki biçimlerinin mümkün olup olmadığını arıyorum sanırım.

A.E.: Karakterlerinizin salt kendileri ve toplumla olan ilişkileri kadar çevrelerindeki hayvanlar, heykeller, doğa unsurlarıyla vs. olan ilişkileri de çarpıcı. Yeryüzündeki her şey sizin öykülerinizin bir parçası olabilir gibi geliyor bana. Bu zenginlik, bu var olan her şeyi içerme arzusu nereden geliyor?

Bu biraz dünyaya bakışımla alakalı bana kalırsa. Gerçekle oynak bir zemin üzerinde bağ kurabiliyorum ve bu sebeple dünyanın canlılığının sadece insanla mümkün olamayacağını düşünüyorum. Hayvanlar, nesneler ya da organların öykülerde dile gelişi insanlığa dair bir tür yüzleşme ve hesaplaşmayı sağlamak için önemli bir enstrüman benim için. İnsanın biricikliğini sorgulamak belki de. Bu biricikliği insanın dışında kalan her şeyin tanıklığıyla sorgulamak.

A.E.: Ensest ilişki, tecavüz ve kimlik sorunsalı öykülerinizde ön plana çıkan meselelerden. Bu anlamda okurunuzu hayatın ve yazının “korunaklı alan”ından çıkmaya davet ettiğiniz söylenebilir. Dolayısıyla okuru konfor alanının dışına çıkarmaya özen gösterdiğinizi söyleyebilir miyiz?

Bunu en iyi Melih Cevdet Anday’ın “Rahatı Kaçan Ağaç” şiirinin iki dizesiyle anlatabilirim sanırım.

“Ona bir kitap vereceğim

Rahatını kaçırmak için”

Mekânsızlıkla, ses ve kokuyla tekinsiz olanı çağırmaya çabalıyorum. İnsanı tekinsizlik ele geçirdiğinde kendisini “yuvasında” hissedemez, yapmaya çalıştığım biraz bu aslında. Okurun rahatını kaçırmak. Yeni bir görme alanı yaratmak. Çünkü bakış en güçlü tokattır ve sarsılan okur etrafındaki her şeye başka pratiklerden yola çıkarak bakabilir diye düşünüyorum.

A.E.: Öykü yazarlığınıza paralel olarak senaryo çalışmalarınızı da anmak istiyorum, zira bu yapı, özellikle de diyaloglarınızda hissediliyor. Senaryo yazmak ile öykü yazmak, birbirlerine nasıl etki ediyor? Bu iki farklı metin arasında bir bağlantı, ilişki kuruyor musunuz?

Farklı disiplinlerin yazıya sızmaması imkânsız, özellikle hızın hâkim olduğu bu çağda. Yazmanın kendisi zaten biraz bu ilişkileri kurabilmekten de geçiyor sanki. Birçok dinamikle çevrelendiğimiz ve algımızın sürekli başka başka şeylerle bölündüğü böyle bir zamanda yazıyı neyle besleyip, neleri dışarıda bırakmaya çalışacağınız mühim elbette. Dizi senaryosu ve film senaryosu teknik olarak belli noktalarda benzeşse bile, son dönemlerde uğraştığım dizi yazarlığı bambaşka bir şey. Bir kere tüketilebilir ve sanatsal bütünlükten pay almayan bir şeyden söz ediyoruz dizi dediğimizde. Bu yüzden güçlü bir zehir gibi dizi senaryosu, ne kadarını zerkedeceğinizi bilerek hareket etmezseniz öykü dünyanız için öldürücü olabilir. Senaryonun kurgu kısmı öyküde elinizi kuvvetlendirirken, tüketilebilir olması dil kullanımınızı kirletebiliyor.

Gamze Arslan

Esin Hamamcı: Kitabın ismi Kanayak’tan da yola çıkarak hikâyelerde halk ağzına yer verdiğinizi görüyoruz. Dilin imkânları üzerine düşünürken özellikle beslendiğiniz bir kültür var mı?

Bu öznel yaşantılarımla çok bağlantılı gelişen bir şey aslında. Hayatımın büyük çoğunluğu kendi toprağımda, memur bir ailenin çocuğu olarak taşrada ve büyük şehirlerde geçti. Dil de bu şekilde çeşnilendi, bu yaşantıların her birinin içinde var olarak. Geldiğim kültürden devşirdiğim kelimeleri biriktirip onlarla oynamaya çalışıyorum biraz. Bunun ses ve duyumsayış ile çok alakalı olduğuna inanıyorum. İçeride bir yerde zaten kökü bulunan ama beslenmeye başladıkça dallarıyla dışarıya taşan köklü bir ağaç gibi. O kökün beslenmesinin de elbette duyumsayış ve dünyaya açık olmayla çok ilintisi var. Dalların fütursuzca büyümesini engellemek için doğru budanabilmesi, o ağacın yaşayabilmesi için yeterli besini alması gerekiyor. Ben sözcüklerle uğraşırken o ağacı doğru düzgün büyütmenin yollarını sezgisel olarak arıyorum her yazdığım kitapta. Elbette dünyaya açık olarak, okuyarak, sesleri dinleyerek.

E.H.: Kanayak’taki hikâyelerde, o hikâyeyle birleşen nesne ya da hayvan görüyoruz. “Manıklar”da manık, “Ben Evlat, Kız Evlat!”da at, “Beklemek Çürütür”de karga, “Hamra Beyoğlu’nun Kıyafetleri”nde elbiseler, “Kız Sen Kilo Mu Aldın?”da kurtçuklar… Anlamı olan, altı çizilecek imgeler midir?

Böyle bir okuma yapmak mümkün gibi geliyor bana. Bu imgelerin öykülere sızışı yine yazma ânının sezgiselliği sayesinde oldu sanırım. “Manıklar” öyküsündeki manıklar sadece kedi yavrularını değil oradaki kız bebekleri de simgeliyor ya da “Kız Sen Kilo Mu Aldın?”da kurtçuklar evin tavanında bulunmalarının dışında cenaze evinin kalabalığını ve ölü bedenin çürümesini de imliyor. Bunlar benim yazarken metne sızdırdığım, okurun da takip etmesini dilediğim imgeler.

E.H.: Kanayak’ta neredeyse her hikâyeye biçilmiş bir ölüm senaryosu var. Ölüm kurguda ne anlama geliyor?

Kanayak özelinde “ölüm”, kadın meselesi bağlamından baktığımda kesinlikle bir özgürleşme pratiği. Bitişten ziyade bir başlangıç, kadınların kurulu düzene karşı çıkıp erkle savaşının bir sonucu aslında. “Çarpmanın Sesiyle” öyküsünde anlatıcı kadının kendisini o eve, erkeğe ve geleneğe bağlayan fişi çekip verili yurdundan otobüsle kaçarak (ve uçarak), en nihayetinde de ölerek çıkışı. Bu nedenle anlatıcı kadının dili bir acıyı taşımaktan çok umudu imleyecek şekilde kuruldu bu öyküde. “O Bir Ağaçtır Ki Cehennemin Dibinde Çıkar”da ölü kadın bedenlerinin çiçeklerle yeniden hayata döndürülmesi gibi, bir tür yaşam imkânı da diyebiliriz ölümün kurgudaki anlamı için. Tabii bir de kitabın “Manıklar” öyküsüyle, yani doğumla – doğum sırasında ölü göstermeyle – başlayıp “Eğe”yle, yani dünyanın ölümüyle bitmesi durumu var. Burada Sütleğen bir kadın karakter olarak var ederken Eğe’deki erkek karakter kadının kurduğu yeni dünyayı doymak bilmezliğiyle yok ediyor. İlk ve son öyküyle doğum ve ölüme değinerek Kanayak’ın mesele edinmeye çalıştıklarının döngüselliğine işaret etmek istedim.

E.H.: Kanayak’taki “Katı ve Disiplinli Bir Organ” hikâyesine özellikle değinmek istiyorum. Kanayak’ın meselesi “kadın olmak” ya da “kadınlık hâlleri” üzerine olunca bu hikâyenin de gözden kaçması imkânsız. Aynı şekilde “O Bir Ağaçtır Ki Cehennemin Dibinde Çıkar” da öyle. Üreme organından yola çıkan, kadın bedeni üzerinden öykülenen bu kurguda, çürük kokusu, cinselliğe vurulan darbeler, sönen çiçeklerle karşılaşıyoruz. Bunlar erkin tahakkümü üzerine düşünmemiz gereken imgeler midir?

“Manıklar”da Sütleğen, “O Bir Ağaçtır ki Cehennemin Dibinde Çıkar”da anlatıcı kadın karakter veya “Katı ve Disiplinli Bir Organ”da hastaneden kaçıp kendisine yapılanların intikamını almaya yemin etmiş kanserli rahim, hepsi üzerlerinde yaratılan tahakküme karşı çıkmak için kendi hikâyelerindeki kırılmayı yaratıyorlar ve hepsi yine kendi rutinleri içinde mümkün kılmaya çalışıyorlar bunu. Araçları, erkin kadınla özdeşleştirdiği “rahim” ve “çiçekler”. Rahim erkeğin terminolojisinden bakıldığında sadece bir doğurma aracı aslında. Çiçekler de erkeğin kadının kırılganlığının ve güzelliğinin altını çizmek ve her benzetmede iktidarını sağlamlaştırmak için kullandığı bir araç. İki öykü, erke bu iki imgeyle karşı çıkıyor. Rahmi ve çiçekleri kadının terminolojisinde yeniden anlamlandırmayı umut ediyor.

E.H.: Kanayak, farklı kadın hikâyelerine, kadın cinayetleri, kadına şiddet, kadın ölümleri gibi konulara farklı bir taraftan yaklaşıyor, onları mit ve efsaneyle, masal diliyle anlatıyor. “Masalımsı” diye adlandırmak istediğim bu ifade şeklinin sizdeki yeri nedir?

Dünyayla kurduğum bağla çok alakalı bu ifade etme biçimi. Gerçek bana göre dünyanın iç malzemesi ve biz onunla devinip mücadele edip duruyoruz. Ama bu mücadeleyi aktarırken hep dışa, dünyanın kabuğuna dokunmaya çalışıyorum. Bu elbette belli birtakım arketiplerle, yöneldiğim kitaplarla şekillenen bir şey. Kendime her öyküde bir kabuk yaratmaya çabalıyorum. Gerçeğin, yani o iç çekirdeğin yakıcı sıcağından bir anlığına kaçıp kabuktan içeri bakabilmek o masalımsı hissi yaşatıyordur belki de, bilemiyorum. Ama kadın cinayetleri, şiddet, hayvan katliamları, doğanın ellerimizden gelen ölümünü en içeriden anlatmaktansa yeni imkânlarla anlatmayı bile isteye tercih ediyorum. Çünkü kabukta durduğumuzda mesafelenip içi, yaktığımız o acı ateşi görebiliriz diye düşünüyorum.

E.H.: Edebiyatınız için “errrrkek” diye altını çizdiğiniz erkekliğin üzerine düşünen, kadınları farklı hikâyelerle “aynı noktada” buluşturmaya, birbirini anlamaya çalışan ve kadınlık halleri üzerine düşündüren bir edebiyattır, diyebilir miyiz?

Kanayak bağlamında bunu söyleyebiliriz galiba. Öte yandan yazma pratiğimde durmadan kurulan ve kurulduğu anda insan eliyle yıkılan, parçalanan ve örselenen dünya da kendisine yer buluyor diyebilirim.