Asuman Gül Biçen
Bu söyleşi 11 Mayıs Cumartesi, Avcılar Eleştirel Okuma Grubu’nun katılımıyla yüz yüze yapılmıştır.
Civan 2012 yılında yayımlandı. “Linç” kavramının en yakıcı hâlini metnin odağına yerleştirdiniz. Hazırlık süreci ile ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Okuma edimi anlamda belirli bir süreci kapsadığını söyleyebilirim. Beni yazarken de zorladı. Yaklaşık üç kere yazdım, üç kere elden geçirdiğim bu metnin bazı bölümlerini attım, bazı bölümlerini tekrar tekrar yazdım ve Civan kitabı ortaya çıktı.
Neden Deli Dumrul miti, neden Dede Korkut?
Deli Dumrul’un 21. yüzyılda bizim zihinlerimizle kurduğum bağ, temel olarak çıkış noktamdı. Çünkü bu mitin bugün 21. yüzyılda bizim yaşadığımız Türkiye’deki dünya gerçeğimize, şizofrenik yanımıza ışık tuttuğunu düşünüyorum. Geçenden 33 akçe geçmeyenden döve döve kırk akçe alınan bir gerçek var önümüzde. O köprü aslında çok önemli bir simge. Mitin kendisine döndüğümüzde ise aslında şamanik bir düzenden İslam’a geçişin Dumrul özelinde bilinçaltı olarak Bilgin Saydam Hocamızın ifade ettiği gibi aslında o bir fotoğraftır. Ve o fotoğraf, hâlihazırda hepimizin bilinçaltında mevcuttur. Yani kocaman bir şamanik gelenek var bir tarafta bekleyen köprünün öbür ucunda. Ve bu tarafta ise İslamiyet’i kabul etmiş ya da kabul etmeye çalışan bir topluluk var. Bu müthiş bir kırılma aslında. Bence bu şizofrenik bir hafıza. Bütün kitaplarımda özelikle Kül ve Yel‘den itibaren beni büyüleyen, beni düşündüren ve belki de o açıdan katmanlı metne çeken, o metinlerarası yolculuğa davet eden yana “Bellek” diyebilirim. Şu soru çok önemliydi. “Ya hepimiz Dumrullaşırsak?” Bu bir yandan da gene bu konuda yazmış olan Ayşe Çavdar Hocamızın altını çizdiği hususa da denk düşüyor. “Devletlu bir Dumrul komik, Dumrulvari devlet ise trajiktir.” Düşünsenize tanrı ile hesaplaşması var Dumrul’un mitolojik anlamda ve daha sonra savaş açtığı mercinin ona sunduğu 140 yıla “evet” diyor. Bu esnada adalet arayışı biçiminde çıkan bir hikâye bu. Bir gencin hakkını savunmak üzere çıkan yol bu. Fakat daha sonra onun ömrünü kendine yazdıran bir gerçek var. Bu açıdan da Dumrul’un o şizofrenik yapısı çok önemli. Ayşe Çavdar benimle konuşurken dedi ki “Dumrul’un bir polis memuru olmasına hiç şaşırmıyorum. Çok iyi seçilmiş. Bunu özellikle mi düşündünüz?” “Evet,” dedim. Deli Dumrul mitini referans aldıktan sonra yazmaya karar verdiğimde bir “Civan” arayışım başladı. Bu toprakların her daim gençleri hiç eden, yok sayan “Civan” arayışıyla yola çıktım. Ve daha sonra da o yolda yenilişe dair verilebilecek en iyi cevap benim kafamda şizofrenik bir polis memuruydu. Hatta editörüm şunu söyledi bana. “Metin başka bir yere gidiyor Müge. Biz Dumrul’u gerçekten bu kadar az mı seviyoruz?” Çok iyi bir soruydu Çiğdem Uğur’un sorusu. “Yok ya,” dedim. Çünkü şizofrenler biliyorsunuz ne yazık ki gerçek anlamda tedavi edilemiyorlar. İnşallah gelecek zamanda edileceklerdir ama o şizofren belleğin tedavisizliğini, kendisiyle yüzleşmesini gerçekleştirse bile aslında mümkün olamayacağını ifade ederek bitirdim kitabı.
Aslında Dumrul’un hikâyesinde de böyle bir kabulleniş söz konusu. Öyle değil mi? Fatalist bir anlayış ama yine de şöyle bir şey var burada. Dumrul üzerinden bireysel şizofreni değil de kolektif şizofreniden hareketle linç kavramına giriş yapmak istiyorum. Civan metninin konusunu kısaca hatırlatmak gerekirse. Küçük bir yer olan Pınarlı kasabasında bir olay gerçekleşiyor, küçük bir kız kaçırılıyor. Adım adım gideceğim. “Hilal” yani kaçırılan küçük kız ile bu kızı kaçırdığı düşünülen Kürt karakter “Halil”in isimlerinde bir benzerlik var. Bu benim çok dikkatimi çekti. Buradan başlayalım istiyorum. Özellikle mi seçtiniz bu isimleri? Neden bir böyle bir tercihte bulundunuz?
Evet özellikle yaptım. Kurban kimdir, mağdur kimdir bunun düşünülmesini istedim. Şunu da belirtmek gerekiyor. Burası bir taşra kasabası. Ve saat hep aynı. Özellikle dikkat etmişsinizdir taşrada duran bir zaman söz konusu. Onu da ısrarla istedim. Editörümün “Bu kitabı yavaşlatabilir mi acaba,” diye sorusuna karşılık “Yok, hayır. Taşra’daki zamanın durmasını başka türlü veremem. Bu şekilde olmalı diye,” direttim.
Aslında sanki bu isim benzerliği, kitabın sonuna dair bir his bırakıyor okur üzerinde. Meselenin Halil ile ilgili olmadığını da sanki sezdiriyor. Hani denilir ya gerçek göründüğü gibi değildir, diye. Biz hep öyle zannederiz. Bize gerçeklik belirli bir form içerisinde sunulur. Elbette bu da politik bir şeydir bildiğiniz gibi. Yine bu noktadan linç kavramına gidebiliriz. Söyleşiye gelmeden önce özellikle Tanıl Bora’nın Türkiye’nin Linç Rejimi ve Diler Bulut’un Linç, Toplum ve Devlet adlı kitapları okudum. Linç, kollektif şiddet olarak tanımlanıyor. Linç eden veya linç girişiminde bulunan kişiler kendilerini haklı olarak görüyorlar ve devletin bir anlamda sağlayamadığı adaleti, tabii bunu tırnak içinde söylüyorum, kendilerinin sağladıklarını düşünüyorlar. Halil karakterine gelirsek. Kürt kökenli ama aynı zamanda suça da bulanmış bir karakter. Bu nedenle bizlerin rahatlıkla suçlayacağı biri. Kitap boyunca biz de Dumrul’un peşine takılıyoruz ve düşüncemizden şüphe duymuyoruz. Çünkü Halil’den başka Hilal’i kaçıracak başka bir seçeneği düşünemeyecek kadar eminiz tahminimizden. Ancak kitap bir hayli farklı bir sonla bitiyor. Biz gerçekten de “Linç” konusunda bizim düşüncelerimizi, duygularımızı biçimlendirenler konusunda acaba sorgulama yapıyor muyuz? Bana kalırsa işte bu gerekçeyle Civan metnine yönelmeli ve bu biçimde okumalı. Ve sizin de yapmaya çalıştığınızın bu olduğunu düşünmekteyim. Linç mefhumu o kadar yakıcı bir mesele ki, o kadar çok örneği var ki bizim tarihimizde okur olarak gerekli özeni gösterme, bu konuda sorumluluk alma ile yükümlüyüz. Üstelik 2012’de çok güncel bir şey yazıyorsunuz ve ne yazık ki şu anda bulunduğumuz noktada hiçbir şey değişmedi.
Diriliş bölümü kitabı yazarken beni çok düşündüren bir bölümdü. Benim için inanılmaz derecede ahali fevrileşmiş. Her türlü şeyi yakabilecek, yıkabilecek durumda. Ve halk hurra üzerine doğru gelirken bir kadın var orada. Solmaz karakterinden bahsediyorum. Etrafından dolaşabilir de tabii. Ama diyor ki, o kadar öfkeliydiler ve o kadar odaklıydılar ki onların arasından geçebilirim. Solmaz’ın oradaki o yürüyüşünü ben kendi gençliğime de benzettim. Bu ülkede bir grup hakikaten çok fecidir, çok kötü yanmıştır ama başka bir grup ise “bu bana dokunmadan nasıl geçerim”i öğrenerek yaşamıştır. İkisi de sayıca az. Çünkü gençsiniz, kadınsınız ya da bir şeyler söylemek istediğiniz yaşlardasınız ama karşınızda gördüğünüz o ekip, o kadar sizi duymayacak bir konumda ki, neyi öğrendik bizler, bizi duymayan ekibin içerisinden nasıl geçebiliriz. Bir saydamlık, onu öğrendik aslında. Yani benim gençliğimin Türkiye’deki tanımı budur. Eğer cezaevine düşmediysem bu nedenle düşmedim. Solmaz’ın o hikâyesini orada anlatırken onu orada kurtardığıma çok mutluyum. Onu yakaladım ve kurtardım ama Solmaz kendi karakterini yaşayabildi mi, kendi olabildi mi, kendi varlığıyla sesini yükseltebildi mi, kendi gölgesinden korkmadan yaşayabilecek mi, kendi sesini duyarak başka hamleler gerçekleştirebilecek mi bu benim açımdan bakıldığında ünlemlerle düşünülecek bir şey. Solmaz’a soracağımız sorular eğer yoksul olmasaydın, eğer kadın olmasaydın, eğer etnik açıdan farklı olmasaydın ne olurdu? Ben size şunu söyleyeyim muhtemelen öbür cephede olacaktı. Bir de aslında böyle bir durum var.
Bu da tabii ki çok yakıcı bir şey. Çünkü “Linç” söz konusu olduğunda taraf değiştirmek çok kolay bir şey, öyle değil mi?
Ama şunu da eklemek gerekiyor. Aslında Dumrul’un özelde hissettiği, toplumsal olarak genel anlamda kitapta linç olarak tanımlanmış. Dumrul da kendini linç ediyor baktığınızda. Aynı zamanda o kişisel linçlerimize de bakmak lazım. Kendi kendimizi yok edişlerimize de bakmak lazım. Bu kitabı biraz da o yüzden yazdım. Orada gerçek anlamda kendi katlini buluyor. Dumrul’un kendi katilini, kendini katledişini buluyor. Linç de böyle bir şey aslında. Yani ne kadar Faşist ne kadar bilmem ne olursanız olun herkes kendi etrafına başka bir hiyerarşik doku örüyor ve merkezine de kendini koyuyor. Etrafına kendine uygun olanları alıyor, merkeze kendini koyuyor ve hayatına devam ediyor. Bu çok feci bir şey ve o da zaten potansiyel linç kaynaklarını doğuran bir şey.
Linç, kriz ardılı bir mesele olarak tanımlanıyor. Toplumsal dönüşüm ya da kırılma dönemlerinde ortaya çıkan kitlesel tepkidir. Kitle açısından çatışmanın yarattığı yeni toplumsal düzen ve dönüşüm onun istediği biçimde olmadığında bir tepki olarak linç ortaya çıkıyor. Burada krize ardılının altını çizmek gerekiyor. Pınarlı’da bir otel inşaatı var. İşte tam da burada bir dönüşüm söz konusu. Otel aslında Pınarlı için bir tehdit. Yerli halkın cebine girmeyecek potansiyel bir gelir kaynağı var. Linç aynı zamanda otele karşı da bir tepki olarak ortaya çıkıyor. Kitaba bu kırılma noktası konumlandırılmasaydı sanki linç kavramı çok yapay kalacaktı. Bu nedenle bir okur olarak sizi kutlamak istiyorum.
Çok teşekkür ederim hocam. Sizden bunu duymak onur benim için. Belki şunu ekleyebiliriz. İkinci Susurluk, Zülfikar Ali Aydın’ın kitabından çok etkilendiğimi, önsözünü yazan Kemal Can’ın bu açıdan taşralık duygusunun ve kırılmanın yaşanmasının nasıl cereyan ettiğinin bizzat tanığı olduğumuz yakın tarihimiz var. O kitaptan çok etkilendim ve doğrultuda kitabı yazdım diyebilirim.
Bu arada siz şunu da söylüyorsunuz. En çok etkilendiğiniz ve en çok üzerinde durduğunuz, geri dönüp edebiyat yolculuğunuza baktığınızda Civan ve özellikle Babamın Ardında kitapları çok önemli benim için demişsiniz. Bunun sebebini merak ediyorum.
Aslına bakarsanız birinde bir göç sorunu var ama kendi topraklarımızın içerisindeki bir göç sorunu, etnik bir yıkım. Öbür tarafta ise mübadeleyi anlatıyorum. Bizzat benim dedemin yaşadığı bir şey. O mübadele gerçeğinin yarattığı kırılma ve kimliksizleştirme haleti ruhiyesini hepimiz gibi benim ailem de yaşamış durumda. Ve hatta Babamın Ardında‘da bir sahne vardır. Orada bir çocuğunu bırakan anneyi anlatıyorum. O aslında benim dedemin erkek kardeşi. Büyük babaannem çok uzun bir yol yürümek zorunda kalıyor Batı Trakya’da. Bu tarafa geldiği için evladını ağaç altına bırakıyor. On adım atıyor dönüyor, onbeş adım atıyor dönüyor, tekrar ağacın altından evladını yakalayıp devam ediyor. O büyük amca bize hep şöyle derdi. “Benim aranızda olmam tamamen bir sürpriz.” Bu bir trajedidir. Ve bu topraklarda hemen hepimizi aynı oranda ilgilendiren bir trajedidir. Çok da ilginç olan bir şey Asuman Hocam, biz tıpkı Dede Korkut’un dönemine bakacak olursak bir göçebe toplumu olsak dahi bugün çok yerleşik bir toplummuşuz gibi öyle bir kılıfı üzerimize giydirmişler ki bu göç mevzusunu dışarıda tutarak kendimizi aklamaya çalışıyoruz. Bir nevi başka bir beyinsel linç yapıyoruz aslında. Sanki dünyanın en stabil topluluğuymuşcasına göç gerçeğini dışarıda bırakarak kendimizi orada aklamaya ve iyi hissetmeye çalışıyoruz. Bizim kanımızda, canımızda, her yerimizde göç var. Güzel olan bu belki. Ama o yerleşik düzene geçtiğimiz zaman, bu çok enteresan geliyor bana, bu devşirme usulü toplum yapısında mesela yeni gelen ekip eski ekipten dinsel anlamda daha güçlüdür, ahlaki anlamda da daha güçlüdür. Neden? Çünkü bilinç altında onlara tutunursa daha çok kimlikli olacakmışız gibi gelir. Yani bunlara da bakarak, bu dinamiklere de bakarak toplumu daha iyi daha iyi görmek benim açımdan bir yazar olarak daha çalışılabilir bir şey aslında. Civan‘da da zaten bunu yapmaya çalıştım. O tutuculuğu, elimden geldiğince, belli bir mesafede tutmaya çalışarak o kasaba halkını çok da düşman göstermemeye çalıştım. Bunu denedim ve gelen tepkiler de aslında öyle oldu. Ne yapıyor bunlar, diye soran kimse pek olmadı Allah’a şükür. Şimdi açıkçası bu hepimizin içinde olan bir şey.
Linç o kadar kırılgan bir kavram ki her an her şey olabilir.
Yeni gelen, dışarıdan gelen, farklı olan her zaman bir ortada döndürülür. Yani en iyimser tabirle dedikodusunu yaparız.
Son zamanlarda yaşadığımız bir olay vardı bildiğiniz gibi. Öğretmenler olarak bir eylem yaptık cuma günü. Bir Eğitimci katledildi. Medya bu olayı sunarken hatırlarsanız eylemi gerçekleştirenin Irak kökenli oluşunun altını daha fazla çiziyormuş gibi geldi bana. Bu bana çok tehlikeli geliyor. Bu nedenlerle linç söz konusu olduğunda insanlar her an taraf değiştirebilir, birileri birilerini öldürebilir, yok edebilir. Dolayısıyla haberde yapılan etnik vurgu linci arttırırken meselenin asıl odağını kaçırmamıza neden olabilir. Eğitimciye yapılan şiddetin önüne “etnik” vurgu yapılarak geçilmemeli. İkisi ayrı şeyler çünkü. Bu noktada edebî metinlerin katkısı çok önemli. Olaylara bakışımızı daha insani ve doğru pencereden bakmaya teşvik ettiklerini düşünüyorum. Üstelik daha içerden bakmayı sağlayarak o hep ıskaladığımız psikolojik boyutunu da altını çizmiş oluyorlar. Son kitabınız Ah Be Melek ile ilgili bir şeyler sormak istiyorum. Öncelikle Ah Be Melek nasıl okunmalı? Çünkü sonuna herhangi bir noktalama işareti koymadınız.
Hiçbir şeye gerek olmadığını düşünüyorum. Bunu biz okura bıraktık bildiğiniz gibi. Neden “Melek” ile ilgili bir şey yazdım meselesine dönersek onu konuşabiliriz. Sen bu kadar mı tükendin Müge melekler üzerine yazdın, diye sorulunca ne yalan söyleyeyim biraz tükenmiş hissediyorum kendimi ve de meleklerden yardım talep etme zamanının geldiğini düşünüyor olabilirim. Civanı düşündüğüm zaman gerçekten şaka değil bu, bir melek arayışına girmişliğim vardır o satırlara yazarken. Wim Wenders’in filmini hatırlayalım. 1980’lerin sonunda Berlin şehrinde insanların görüp işitemediği iki melek sürekli olarak çevrelerini ve insanları gözlerler. Bu melekler zamanın başlangıcından beri oradadırlar ve çağlar boyunca doğanın ve insanların geçirdiği bütün değişimlere tanık olmuşlardır. Nasıl ki bir Alman gerçeğini ve Berlin gerçeğini çaresizce seyreden o melekler belki burada da bizi seyrediyorlar. Ama bizim yola gelmemizi istiyor olabilirler, biraz sakinleşmemizi istiyor olabilirler bilemiyorum. Seyrettiklerine inanmak istiyorum. En azından buralarda olduklarına inanmak istiyorum iyilik adına.
Belki de onların tanıklığına ihtiyacımız var, öyle değil mi? Belki melek gözlerini biz takıyoruzdur. Çocuklar, yoksullar, ötekileştirilenlerin taktığı gözlerdir melek gözleri.
Zaten ilk öykü biraz onun öyküsü. Oradaki çocuk öyküsüne başlamamın nedeni de o. Hem bir mülteci kampındaki çocuktan bahsetmemin nedeni de o. Ve oradaki bir kadını “Melek” olarak tanımlayan kimsesiz bir çocuktan bahsediyorum. O çocuk; o kadını hakikaten melek gibi görüyor. Ve tabii meleğin nerede olduğunu da tamamen bizim vicdanlarımıza bırakıyorum.
Ben bunu biraz daha dünyevi taraftan almayı tercih ediyorum. Dünya görüşüm bakımından uhrevi değil de dünyevi tarafıyla değerlendiriyorum melek meselesini. Melek; temiz olana, vicdanlı olana, evrensel olana bir atıf bana kalırsa. Tabii burada Walter Benjamin’in tarih meleği olarak tanımladığı “Angelus Novus” üzerinden bir şey sormak isterim. Ama önce Nurdan Gürbilek’in hazırladığı Walter Benjamin, Tarih Kavramı Üzerine, Son Bakışta Aşk: Walter Benjamin’den Seçme Yazılar adlı kitabından alıntılıyorum. Klee’nin “Angelus Novus” adlı bir tablosu var. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor: Gözleri faltaşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Biraz daha kalmak isterdi melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek… Ama Cennet’ten kopup gelen bir fırtına kanatlarını öyle şiddetle yakalamıştır ki, bir daha kapayamaz onları. Yıkıntılar gözlerinin önünde göğe doğru yükselirken, fırtınayla birlikte çaresiz, sırtını döndüğü geleceğe sürüklenir. İşte ilerleme dediğimiz şey, bu fırtınadır. Siz gerçekten bir yazar olarak bize pespembe bir dünya çizmiş olsaydınız yukarıda bahsettiğim tarih anlayışından farklı olmayacaktı yazdıklarınız. Ben iyi yazarın Benjamin’in sözüne ettiği hikâye anlatıcılığı ile okura umut olduğunu da düşünüyorum. Hakikati göstermek umut değildir de nedir? Aynı zamanda yazar öyle biri olsun ki içindeki ışığı da göstersin. Bir röportajınızda size sormuşlar edebiyatın işlevi nedir, diye. Siz, bir şey söylemese de orada olması bile yeter demişsiniz. Sizin kaleminiz çok duyarlı bir kalem. Projeksiyonunuzu her daim toplumun üzerine tutuyorsunuz. Bunun altında yatan nedir sizce?
Bir kere serde hocalık var. Gençler konusundaki hassasiyetimi burada ifade etmem lazım. Kadınlar üzerine çalışmış biriyim ben. Yıkık Kentli Kadınlar‘ı bir kez daha hatırlayalım. Depremzede kadınlarla yapmış olduğum çalışmanın bana hayati derecede öğrettikleri… Bu kitap hakikaten beni terbiye etmiştir. Şu açıdan beni terbiye etmiştir. Gerçek anlamıyla kadın konusuna çalışan biriyken sahaya inmem gerektiği ve kadınlarla konuşarak aslında bu yolu gerçek anlamda katedebileceğimi düşünmüşlüğüm var. Saha olmadan, dışarıda olup bitenleri görmeden yazarlık kavramının çok da işe yarayacağına inanan biri değilim şahsen. Dışarıda olmak onların yaşadıkları savrulmaları gözlemlemek, yani gözlem gücünün sizi hiç terk edip gitmemesi. İnsanlara, topluma, olup bitenlere yabancılaşmamalıyız. O yabancılaşmama hissini her zaman canlı tutmalıyız. O canlılıkla birlikte devam etmeniz çok önemli. Bugün hâlihazırda geriye baktığımda bilmem ne kadar kitabım varsa ben bunu buna borçlu olduğumu düşünüyorum. Tabii ki bir yazarın kendi odasına kapanıp yazacağı, düşüneceği saatler olduğu gibi benim de var. Günde üç ile dört saatimi dört duvar arasında geçirmeyi profesyonel çalışmam açısından önemli buluyorum. Ama dünyanın dört bir tarafından BBC, The Guardian, Halk TV, Medyascope tv gibi kanalların haber akışını izlemek gibi bir alışkanlığım da var. Bir gazetecilik geleneği var geçmişimde. Belki de onunla ilgili bir şey. Televizyon seyretmeyerek yani maniple edilmemiş alanlara bakarak dünyada olup bitenleri gözlemlemek… Yani Haluk Bey’in Birleşmiş Milletler’deki yapmış olduğu konuşmayı dinlemek mesela… Hazırlamış olduğu konuşma yerine Filistinli çocukların katliamı üzerine yapmış olduğu konuşmayı dinlediğimde tüylerim diken diken oluyor. Ama güne karşı bir bir ölçüde misyonumu yerine getirmiş hissediyorum. Ya da isveç’teki Eurovision gerçekleşirken protesto gösterilerinin yapılmasını, bunun varlığını hissetmek, yakınında olmak… Dediğim gibi illa metroya binerek gezmek değil, olup bitenlere karşı yaşananları, toplumun içerisindeki hassasiyeti görebilmek açısından benim dünyam çerçevesinde çok önemli bir şeymiş gibi geliyor bana. Ucunu bırakırsam yazmamalıyım, bunu diyebilirim. Diğer yandan şöyle olabilir. Üslubunuz değişebilir, daha basit, daha anlaşılır yazabilirsiniz. O benim şapka çıkardığım bir şey. Daha çok insana ulaşmak adına bunu yapabilirsiniz. Ama sözünü ettiğiniz o farklı yerlerde, farklı acılar çeken insanların üzerimizdeki ağırlığını bir biçimde yansıtmak bence yazarlıktır. Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Adalet Ağaoğlu, Firuzan gibi yazarlarda da olan budur. Murathan Mungan’ın son kitabı bize 90’lı yıllarda bu toprakların yaşadığı bir şeyi anlatıyor. Beğenirsiniz beğenmezsiniz ama bu topraklarda bunlar yaşandı kardeşim ve hâlâ etkileri söz konusu. Hâlâ Eurovision var ve hiçbir şey bitmedi. Hâlâ biz savruluyoruz, Deli Dumrul’dan bu tarafa savrulduğumuz gibi orada da savruluyoruz. Hâlâ demokratikleşme sorunumuz var, hâlâ ifade özgürlüğü sorunumuz var. İfade özgürlüğü sorunu varken ben açıkçası her şey ne kadar güzel diye kitaplar yazamıyorum. Küçük çocuklara yazdığım kitaplarda bile bunu yapamıyorum. Çünkü orada kanayan bir yara var. Ve o çocuklar da beş yıl, on yıl sonra bu toplumun bir yetişkini olacaklar. Onu ne ölçüde kandırabiliriz ki! Tabii ki gözüne soka soka gerçekleri değil ama “bak iklim krizi senin kuşağının en büyük sorunu olacak,” demek biz yazarlar için bence gereklilik ve sorumluluktur, böyle diyebiliriz.
Son bir şey soracağım. 1998 ilk kitapla yani Perenge‘den bu yana Müge iplikçi’nin yazarlığında neler değişti?
Şöyle söyleyeyim, bunu bir sormuşlardı daha önce. Ben de orada buna benzer bir cevap vermiştim. Transit Yolcular‘ı yazarken o dönem bir doktora çalışmasına hazırlanıyorum, o esnada Gattari okuyorum ve böyle hava atıyorum insanlara, şu cümlelere bakın diyorum. Orada çok güzel bir cümle kalmış zihnimde. Her tekrar bir farktır, cümlesi postmodern bir cümledir fakat ben o cümleye Transit Yolcular kitabında şöyle bir şey ekledim. Her tekrar bir farktır aslında, bir gün anlayana. Anlayana hikâyesini başta okur için yazdığımı düşünüyordum. ilk kitaplarda yazılanları okur için yazdığınızı düşünüyorsunuz. Hâlbuki bugün baktığımda bilmem kaç yaşına gelmiş biri olarak bir biçimde hep kendimi Deli Dumrul gibi kendime anlatmak için yazdığımı fark ediyorum. Her seferinde daha iyi olacaksın Müge, her seferinde düzeleceksin Müge, her sefer daha iyi olacak Müge için yazmışım ama o aslında değişen ya da hiç değişmeyen şeyin tematik olarak bütün kitaplarımda varlığını görüyorum. İşte hiyerarşilere kızıyorum, hiyerarşinin ilk etapta etrafı örüp, ötekileştirip ondan sonra marjinalleştirip, ondan sonra kendini ortaya koyup, ama kardeşim “Sen marjinalsin” deyişine acayip sinirleniyorum ve orijinalleştirilmiş insan dokusunu “Evet ben marjinalim, çok çaresizim, kader işte, Allah kahretmesin,” deyişine daha da çok sinirleniyorum. Çünkü ne coğrafya kaderdir benim kafamda ne de ötesi. Biz buna inandırıldığımız için böyledir. Biz bütünleştiğimizde kendimizle yani kendi içimizdeki erkek ve kadınla buluştuğumuzda, anime animus olduğumuzda o zaman o bütünlüğü elde ettiğimizde yapamayacağımız şey, dönüştüremeyeceğimiz şey yoktur benim kafamda. O yüzden de hâlâ tırnak içinde umuda delice sarılmış olan bir yazarım, bu değişmedi benim için. Ama ne değişiyor, şunu keşke daha basit yazsaydım düşüncesi. Yani bunu bu kadar zor yazarak neyi kanıtlamak istedin Müge? Zor yazdığın zaman daha iyi bir yazar olduğunu mu düşünüyorsun Müge? Anlaşılmaz olduğunda kendini bir halt mı sanıyorsun Müge? Buna benzer kendime yönelttiğim hain sorularım var. Off artık Müge, bırak sakin ol! Biraz anlaşır yaz çünkü sen anladın artık, diyorum. Anlaşılmaz olanı anlaşılmaz kılanın insan zihni olduğunu anladın artık, yürü git. Yani Butler’ı otuz yaşında okuduğumda çok karmaşıktı, şu yaşımda baktığımda çok daha basit. Neden? Muhtemelen yine benimle ilgili bir şey bu. Çünkü daha anlaşılır bir kafayla okuyan biriyim ve daha anlaşılır bir kafayla yaşayan biriyim. Şunun etrafında dön dolaş, dön dolaş. Yahu bu, burada zaten. Ne gerek vardı dolaşmaya. Böyle bir değişiklik var ama özde, o sözünü ettiğim “umut”ta hiçbir değişiklik yok. Biz istersek her şeyin değişebileceğine dair ölürken de bu umarım beni bırakmaz. O soluğu verene kadar bu devam edecek.
Umut biterse yazma biter, öyle değil mi?
Evet, sizin varlığınızı da o yüzden çok önemsiyorum. Sizin gibi bize umudu aşılayan eğitmenlerin, edebiyata hâkim olan eğitmenlerin ve bizim tercümemizi yapacak olan eğitmenlerin başımızın üstünde yeri var.
Çok teşekkür ederim bu güzel düşünceleriniz ve davetimizi kırmadığınız için.