.

Küçük Prens 80 Yaşında (II)

Nedret Öztokat Kılıçeri

2. Dünya Savaşı’nın son yıllarında, yazarın kendi çizdiği resimlerle ABD ve Fransa’da aynı anda yayımlanan Küçük Prens Fransız kültürünün ortak mirası olarak görülür. Her yıl beş milyon okura ulaşan Küçük Prens masumluğu ve bilgeliğiyle edebiyat fenomeni olmayı sürdürüyor.

Seksen yıla yerleşen çeviri ve satış süreçleri açısından mutlak bir başarının da anlatısına dönüşen Küçük Prens mitos olmayı sürdürüyor. Bir yılbaşı masalı olarak yola çıkan ama bütün dünyanın tanıdığı bir çocuk kahramanı edebiyat dünyasına kazandıran gerçek bir kültürel fenomene dönüşmüş bir yapıt var elimizde. Belki de iki dünya savaşıyla alt üst olmuş yirminci yüzyılda olduğu gibi, bugün içinde yaşadığımız durulmayan ve dozu artan belirsizliklerin, bunalımların, krizlerin ve yaşamla ölümün tuhaf dansı karşısında dinmeyen tedirginliğimizi bu kadar yalın ve içten bir üslupla hatırlattığı için.

“Bu öyküye bir peri masalı gibi başlamak isterdim”

Kitap yazarın biraz özür diler gibi anlatının önüne yerleştirdiği içten bir ithaf ile başlar: Hayatında ondan başka gerçek dostu olmadığını itiraf ettiği Léon Werth’e adadığı kitabı “koskoca bir adama” daha doğrusu “onun çocukluğuna” adadığı için küçüklerin kendisini bağışlamasını ister [i]. Léon Werth Yahudi bir ailenin oğlu olarak 1878’de Vosges’da Remiremont’da doğar ve parlak öğrenimini yarıda bırakır, şiir, sanat eleştirisi, deneme, roman, günlük yazılarıyla dikkati çeken agnostik, antimilitarist, antikonformist bir insandır. Savaş ve sömürge karşıtı yazılarıyla tanınır. 1932’de Saint-Exupéry ile tanışır ve aralarında derin bir dostluk doğar. Bazı Saint-Exupéry uzmanları, gerçek hayatında Nazi terörüne maruz kalmış, saklanarak hayatta kalmayı başarmış Werth’e -daha doğrusu onun çocukluğuna- bu kitabın adanmış olmasını, anlatı boyunca betimlenen “yıldız”larla (Yahudilerin savaş döneminde yakalarında taşımak zorunda kaldığı sarı yıldızla) ilişkilendirirler.

Böylece daha ithaftan başlayarak “çocukluk” ve “teselli” bizi düşündüren bir izlek olarak belirir. Çocukların sordukları, başka gezegenlerde hayat var mı? ölünce nereye gidilir? türünden sorular ve insanın ölüm duygusu ve düşüncesi karşısında avuntusuzluğu bu kitabı çocuksu bir mutluluk ve iyilik kavrayışının uzağına yerleştirir. Küçük Prensi de ciddi ve melankolik bir kahraman olarak karşımıza çıkarır. Önceki yazıda da belirttiğimiz gibi dünya gidişatından dertli, sağlığı ve parasal konularda sıkıntıları olan Saint-Exupéry’nin yansımasıdır. Sözcüklerin yanlış anlama kaynağı olduğu (s.80), kendini yargılamanın başkalarını yargılamaya hiç benzemediğini (s.48) anımsatır kitap. Küçük Prensin keşfettiği gezegenlerde yaşayanlarla benzer konumu paylaştığımızı anlatır. Özetle bir çocuğun algısı ve dünyası için fazla ciddi bir tonu vardır yapıtın.

Roman anlatıcının çocukluğundan bir anıyla başlar: Altı yaşındayken gördüğü bir resmi (“bir hayvanı yutmakta olan boa yılanı”, s.9) kendi hayal gücüyle, kendi tarzında çizdiğini desenle birlikte verir. Kimse çocuğun çiziminde ne boa yılanını ne de midesindeki fili görmez. “Büyükler anlayabilsin diye” ikinci kez, yılanın içini gösteren bir resim çizer çünkü “büyüklere bir şeyi açıklamazsanız olmaz” (s.19). Ve resim sanatından vaz geçer. 

Bu küçük anekdot, çocuğun hayal gücü, büyüklerin dünyasından farklı işleyen çocuk algısı, büyüklere bir şey anlatmak, gibi çağrışımlarla anlatının çocuklara yönelen sesini kurar ancak hemen ardından gelen Bölüm 2’de tanışacağımız Küçük Prensin ciddi, melankolik, düşünceli tarzına aşina oldukça anlatının çocuklara değil her yaştan okura seslendiği anlaşılır. Metnin belirsizliği buradadır. Desenlerin çocuk kitaplarına özgü naif tarzı, yumuşak renkleri (önceki yazıda kitabın yazım sürecinin başında bir Noel masalı siparişinden söz etmiştik) ve başlığındaki küçük kahramanın çocukluğu, saflığıyla çelişen bu ciddi konular yapıtın alımlanmasındaki bulanıklığı açıklar gibidir.

Bu kadar çok satan bu anlatıdan kimi okurlar ve eleştirmenler hiç hazzetmemişlerdir: Sıradan kalıpları yineleyen sıkıcı bir metin, metafizik konulara yüzeyden yaklaşan bir roman gibi görmüşlerdir. “Gerçeğin mayası gözle görülmez” (s.84), “Bir yerde bir kuyunun saklı oluşudur çöle güzellik veren” (s.89) gibi genel geçer sayılabilecek kimi cümlelerin sıradanlığını kabul etsek de provoke eden tarafı vardır. Ölümlülüğümüz, bir gün yok olup gideceğimiz gerçeği üzerine hiçbir biçimde teselli sunmayan metin, tedirgin yolculuğumuzda bu cümlelerle ara duraklar yaratmaktan başka elimizden bir şey gelmeyeceğini hatırlatan yazara yaklaştırır bizi. Ölümün yaşamın içinde kaçınılmaz varlığını, yer yüzünde sonsuz bir zamanımız olmadığını dile getirmektedir yazar. Yakınımızdadır. Teselli varsa bile çok cılızdır. Metnin hüzünlü tonu çölde yalnız başına kalmış pilota bizi yaklaştırır.

Her zaman insanı meşgul etmiş ölümlülük konusunu yumuşaklıkla anlatan, dinlerin, inanç sistemlerinin büyük konusunu alçak gönüllülükle ve kaçınılmazlığının bilinciyle ele alan bir metindir, hüzün vardır, bu soru karşısında avuntu olmadığının bilimcindedir anlatıcı da küçük kahramanı da. Metin hepimize ortak bilgiyi hatırlatır ama iyileştirici bir cevabı da sunmaz. Belki de bu yüzden kendi başından geçen olağanüstü karşılaşmayı anlatmak üzere “bir varmış bir yokmuş” (fr: “il était une fois”) kalıbına baş vurmamıştır yazar.

“Lütfen, bana bir koyun çiz”

Anlatıcının neden resim sanatından vazgeçtiğini çocuksu bir iyi niyetle dile getirdiği üç sayfalık girişi izleyen ikinci bölümde hikâyenin çerçevesi çizilir.  Altı yıl önce Büyük Çöl üzerinde uçağı arızalanan pilot tek başına çölde kaldığı sırada karşısında çıkan küçük prens ile tanışması anlatılır. 

Tanışmalarındaki büyülü yan birdenbire beliren çocuğun pilota hitaben “bana bir koyun çiz “cümlesiyle vurgulanır. Başına eklediği “lütfen” ile hem emir hem dilek kipini çağrıştıran bir taleple başlar aralarındaki ilişki. Hem ilişkilerini başlatır hem de Küçük Prensin dünyasına girmemizi sağlar. Küçük Prens kolay kolay kandırılacak bir çocuk değildir. Anlatıcının deyişiyle “küçük eleştirmen” (s. 15) çizilen koyunları beğenmez, bunlar ya çok zayıftır ya yaşlıdır ya koça benzer. Sonunda anlatıcı bir kutu çizer ve koyunu içine yerleştirir. Dostlukları böyle kurulur. (s.16) ancak her şeyi soran her şeyi anlamaya çalışan bir küçük adam vardır artık karşısında. Her şeyin küçücük olduğu (“ev büyüklüğünde” s.18), anlatıcının saptamasıyla B 612 adındaki bir gezegenden gelmektedir. Yeni araştırmalardan öğrendiğimiz kadarıyla, 1993 yılında keşfedilen Asteroid 46610’a “Besixdouze” yani B 612 adının verilmesiyle Küçük Prens’in o ufacık gezegeni bilim insanlarınca kayda geçmiş oldu.

Romanda bu gezegeni keşfeden Türk gökbilimcisinin betimlendiği paragrafın çevrilme süreçleri kendi başına bir anlatı oluşturur.  Bazı yayınevleri tarafından sansüre uğramış, bazı yayınevleri tarafından da metne müdahalelerle cumhuriyet devrimlerine karşı argümanlarla donatılmıştır; Türkçeye çevrilme sürecinde farklı çevirmen kararlarına başvurulmuştur. Küçük Prens’in bu gezegenden Sahra Çölüne gelişinin tamamen masalsı bir açıklaması vardır: Göçmen kuşların peşine takılıp yeryüzüne inmiştir. Böylece gezegeni gibi yeryüzü de düşsel, masala ait bir alan olarak tanımlanabilir.

Anlatıcı metnin başında çocuk dünyasına yakın bir duruşu benimser, örneğin büyüklerin her şeyi sayılarla ölçme alışkanlığını (s.22) okurla sohbet havasında aktardığı parçada, metnin ilk satırlarına yerleşen filin yuttuğu boa yılanı desenini açıklayan aynı sesi duyarız. Büyüklerden yakınan bir çocuğun sesidir bu. Girişte, gelecek kaygısıyla çocuklara resim yapmayı bırakmalarını önemsemeyen yetişkinlere sitem eder; üstelik altı yaşında çizdiği boa yılanı resmini bir türlü anlayamamış birtakım insanlar vardır karşısında (“Büyüklere bir şeyi açıklamazsanız olmaz”, s.10).

Bir önceki yazımızda[ii] Küçük Prens’in yazarın alter egosu olduğunu belirtmiştik. Çocuk bakışının ve söyleme tarzının anlatıcı ve kahraman tarafından paylaşılması metinde dikkatimizi çeker. Kaldı ki “Arkadaşım [Küçük Prens] açıklamayı sevmezdi. Beni de kendisi gibi sanıyordu belki” (s.23) sözü anlatıcı kahraman örtüşmesi fikrini epey güçlendiriyor.

Bunun dışında Küçük Prens ve anlatıcı arasındaki rol paylaşımında önemli bir özellik de, anlatı boyunca yetişkin ve çocuk ayrımının yer yer silinmesidir. “Biliyor musun, insan üzgün olunca günbatımının tadına daha iyi varıyor” (s.31) diyen, alışılmışın aksine, büyük değil çocuktur. Pilotun uçağını tamir ederken Küçük Prense verdiği baştan savma cevaplar karşısında “Tıpkı büyükler gibi konuşuyorsun… Her şeyi birbirine karıştırıyorsun, karmakarışık ediyorsun” (s.33) sözlerinde de anlatıcının çocuğun açık görüşlülüğünü paylaşmaması karşında çocuğun tepkisi dile gelmektedir.

Anlatıcının koyun resmi çizmesi talebiyle başlayan anlatının gerekçesi de çok geçmeden okura verilir: Uçak kazasından altı yıl sonra anlatıcı yaşadıklarını unutmamak için bu masalı kaleme aldığını açıklar. “İnsanın arkadaşını [Küçük Prens] unutması ne acı. Bir gün onu unutursam gözleri sayılardan başka bir şey görmeyen büyüklere dönerim” (s.23).

Böylece anlatı “unutmamak üzere yazmak” şeklinde bir mantığı sergiler. Öykü ilerledikçe anlatıcının çölün ona sunduğu bu sıra dışı arkadaşa duyduğu sevgi, bağlılık okurun da dikkatini çeker: “Şu kollarımda uyuyan küçük varlığın bana asıl coşku veren yanı, diye düşündüm, “bir çiçeğe -uyurken bile benliğinde lamba alevi gibi yanan- bir gül görüntüsüne bağlılığıdır.” (s.90)

 Anlatıyı kuran bu temel mantığın daha derininde ise anlatıcının yetişkin dünyasıyla ilgili saptama ve değerlendirmelerini küçük kahramanının sözünden ve gözlemlerinden anlatma, kendi tanıklık ettiği dünyayı çocuğun soru ve bulduğu cevaplar üzerinden yeniden kurma amacı sezilir. Sadece bu ikili düzeye baktığımızda bile metnin yetişkinlere yöneldiği açıktır.  

Oysa yazar hem ithafta hem de öyküye egemen çocuksu bakışıyla anlatısının küçüklerin dünyasına göre konumlandığını vurgular: Anlatıcının altı yıl önce başına gelen inanılmaz macerayı anlatmaya giriştiği ve çölün ortasında beliren ve büyük bir kararlılıkla ondan bir koyun çizmesini isteyen altın rengi saçlı, uçuşan ipek fularlı çocuğun yer aldığı masalsı başlangıcın yanı sıra “Öyküye peri masallarındaki gibi başlamak isterdim” (s.22) cümlesiyle yazdıklarının kendi anıları olduğunu belirtmesi elimizdeki yapıtın derin yapısına egemen melezliğin kanıtı gibi okunur. Çocukça soruların da eleştirilerin de muhatabı yetişkinlerken, anlatının seslendiği (ithaf ve girişte) çocuklardır. Çocuk edebiyatının unutulmaz yapıtı olarak selamlanmış Küçük Prens böylece onu bir çocuk kitabından çok “büyük bir şairin her türlü yalnızlığa teselli sunan ve bizi bu dünyanın gizemlerini anlamaya götürecek mesajı” olarak niteleyen Heidegger’in kabulüyle de pekişen bir mitos olarak yolculuğunu sürdürmeye yazgılıdır.

“Lütfen bana bir koyun çiz” ricasıyla başlayan ve derin bir dostluğa dönüşen bu anlatıya Küçük Prens’in gezip gördüğü gezegenlere yaptığı ziyaretler de yerleşir. Buralarda hayatlarını otomatiğe bağlamışçasına yaşayan kişilerle tanışır. İlk gezegende oturan buyurgan kral, yönetmekten başka bir şeyi bilmez. İkinci gezegendeki kendini beğenmiş her baktığı yerde bir hayran görmeye çalışır. Üçüncü gezegende utancını unutmak için içen, içtikçe utanan bir sarhoş yaşamaktadır.  Dördüncü gezegenin sahibi iş adamı ise sadece sayıları toplayıp çarparak, dünyada her şeye sahip olmaya çalışmaktadır.

Beşinci gezegen tek bir fener bekçisinin yaşadığı ufacık bir gezegendir. Altıncıda bir coğrafyacı oturur. Küçük Prensi kâşif zanneder; zira gezegeninde hiç kâşif yoktur. Yedinci gezegen en kalabalık nüfusu ve kıtaları barındıran dünyadır. Anlatıda önemli yer tutan yalnızlığın uzamı çöl ve her şeyin farkında, güçlü figür olan yılan bu bölümde betimlenir. Sarı yılan Küçük Prensin tertemiz yıldızlardan geldiğini ve temiz yüreğini anlayınca onu öldürmeyi düşünmez. Ancak metnin sonu trajik biçimde yılanı devreye sokacak ve Küçük Prens’in ölüme gidişini anlatacaktır. Başka gülleri göreceği, dağlara tırmanacağı ve en önemlisi ona hayatın sırrını verecek olan tilki ile tanışacağı yer burasıdır. Sonraki gezegende demiryolu makasçısını tanır. En sonda ise satıcının gezegenini görür. Küçük Prens’in odyssea’sı insanların değerlerine ve ritüellerine bir yolculuktur aslında. Öğrenir ve görüp anladıklarını anlatıcıya aktarır.

Antoine de Saint-Exupéry, 1900 – 1944. 

“Gülünü bunca önemli kılan, uğrunda harcadığın zamandır”

Küçük Prensin dilinden düşmeyen ve gezegeninde bıraktığı çiçeği, tıpkı evcilleştirmeye çalıştığı ve veda ederken kalbine taş gibi oturan ayrılık duygusunu ona yaşatan “tilki” gibi, şu meşhur “gül” de anlatının önemli bir öğesidir. 

Küçük Prens romanda aşk acısı çeker. Bunu anlatırken hıçkırıklara boğulan Küçük Prens karşısında anlatıcı ne yapacağını bilemez ve “gözyaşı ülkesi” (s.35) ile tanışır. Kırık bir kalbin gözyaşı ülkesine ait olması gerekir.

Dokuzuncu bölümden itibaren iki arkadaşın söyleşmelerinde çiçek konusu belirginleşir. Küçük Prens ömründe hiç çiçek koklamamış, hiç yıldız görmemiş, kimseyi sevmemiş bir insanla asla ortak noktası olmayacağını söyler.  Ciddiyetin insanların hastalığı olduğunu da. Aşk insanın yaşayan yüzüdür ona göre. Çok geçmeden kendi gezegeninden başka yerde yetişmeyen, eşsiz bir çiçek tanıdığını itiraf eder. Çiçeğin hikayesine böyle ulaşırız.  Küçük Prens’in en büyük korkusu günün birinde ne yaptığını bilmeyen bir koyunun onu bir lokmada yutmasıdır. Çiçeğinin uzaklarda da olsa var olduğunu bilmek, onun için tasalanmak bile mutluluk için yeterlidir (s.34).

Küçük Prensin çiçeğinin öyküsü anlatıya bu şekilde yerleşir. Bir rüzgârla gelen bir tohumdan sürmüştür ve onun gün be gün büyümesini izlemiştir Küçük Prens. Filiz çiçeğe durduğunda ise Küçük Prens hayranlığını gizlemez: “Ne kadar güzelsiniz!” (s.36.)

Çiçek ise hava atan, çalım satan, zararsız yalanlarıyla, değişkenliğiyle kendine özgü bir varlıktır. Küçük Prens biraz şaşkındır, afallamıştır, incinir. Ve bir yaban kuşu sürüsüyle gezegeninden uzaklaşır. Saint- Exupéry’nin karısı Consuelo çiçeğin kendisi olduğunda ısrar etmiştir. Birçok kaynakta böyle anılır. Oysa bazı kaynaklarda da erken yaşta tüberküloza yakalanan ilk sevgilisi Louise de Vilmorin’dir gülün çıkış noktası. Hava akımlarına duyarlı, öksürüklerle sık sık kesilen konuşması metindeki gül betimlerine yerleşmiştir. Yeri gelmişken, gülün yetiştiği verimli toprağı istila eden ve Küçük Prensin gezegeninde sökerek sık sık temizlemeğe çalıştığı baobab’lar istilacı kuvvetler Almanya İtalya Japonya olarak anlatıda deşifre edilmiştir. Son olarak, tilkinin Henri Guillaumet ile özdeşleştiğini belirtelim; bu yakın arkadaşı yazarı coğrafya, havacılık, yolculuk gibi mesleki hayatını belirleyecek olan alanlara yönelten kişidir.

Küçük Prens daha sonra rastladığı ve arkadaş olduğu tilkinin yardımıyla gülüne olan sevgisini daha derinden anlamlandıracaktır. Sabırla evcilleştirildiği tilkiden ayrılma vakti geldiğinde gözyaşlarını tutamaz (şu “gözyaşı ülkesi”!). Dost oldukları için ayrılık onu üzmektedir. Küçük Prens’in itirazı karşısında tilki ötedeki tarlaya gitmesini ve oradaki güllere bakmasını söyler. Bu tarladaki güller onun gülüne benzememektedir. Küçük Prens bir değer atfetmez onlara. Çünkü onlarla dostluk etmemiş, onlara bağlanmamıştır. Tıpkı tilki gibi.  Evcilleşmeden önce tilki sıradan bir tilkiyken şimdi ayrılmaktan mutsuzluk duyduğu bir dosttur.  Gülü de öyle; tırtıllardan, böceklerden, rüzgârlardan korumaya çalıştığı gülü, onun gülüdür.

Tilkinin sırrını böylece kabul eder: “İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir. Gerçeğin mayası gözle görülmez” (s.84). Küçük Prens’e de bu öğretiyi unutmamak üzere tekrarlamak düşer: “Gülünü bunca önemli kılan uğruna harcadığın zamandır” (s.84). Evcilleştirdiğimiz, emek verdiğimiz her şeyden sorumlu olduğumuzu hatırlatan romanın bu önemli dersi Küçük Prensin dostları “tilki” ve “gül” arasında bir köprü gibi belirir.

Bir uçak arızasıyla çölde bulduğu Küçük Prens’e de pilot böyle yaklaşır: Gülünü özlediği için gözyaşlarına boğulan çocuğa sarılır: “Yıldızın birinde, bir gezegende, benim gezegenimde, Dünya’da avutulmak isteyen bir Küçük Prens vardı şimdi. Onu kollarıma aldım ve salladım. Dedim ki: “Sevdiğin çiçeğe bir şey olmayacak. Bir tasma çizerim koyunun için. Çiçeğin içinde bir çit çizerim. Sonra…”  (s.35). Metnin sonuna doğru anlatıcı bir kez daha onu kollarına alır: “Kollarımda sırça bir hazine taşıyordum sanki” (s.89). Bu kucaklayış belki de metinde gerçekleşen ve gerçek olabilecek tek tesellidir.

“Gezegenimi görüyor musun?”

Metnin sonunda iki dostun ayrılışı ne kadar hüzünlüyse, Küçük Prens’in de trajik gidişi okuyucuyu aynı duygusal yoğunlukla kavrar. Küçük Prens gideceği/öleceği bilgisine sahiptir. Anlatıcı bunu sezer ama elinden bir şey gelmeyeceğini de bilir. Kımıldamadan çocuğun çölde yok oluşunu izler: “Bileğinin yanında sarı bir parıltı gördüm. Hareketsiz kaldı. Bağırmadı. Usulca bir ağaç gibi yıkıldı. Gürültü bile çıkarmadı, her yan kumdu.” (s.103). 

Hikâyenin başlangıcında çocuğun “bana bir koyun çiz” demesi gibi anlatıcı da son satırlarda okuyucuya seslenen “yüreğime su serpin”, “haber salın”, “geri döndüğünü bildirin” cümleleriyle anlatısını tamamlar.

Küçük Prens insan hayatının ancak insan değerleriyle belirlenebilecek bir değeri olduğunu anlatmıştır. Sarı saçlı bu narin ve saf çocuğun gezip gördüğü gezegenlerden öğrendiği de budur. Özellikle gülü ve tilkisiyle yaşadığı bağlılık ve ayrılık hüznünü betimleyen satırlar yaşadığımız dünyada en çok göz ardı edilenin sevgi olduğunu hatırlatır.

Yazar hikâyeyi büyüklerin akılcı ve bilmiş tarzından arındırılmış bir dille anlatmayı seçmiştir (desenler gibi, metnin de çocuksu bir tınısı vardır). Bir çocuğun dünyayı keşfinde seçebileceği o yalın dili kullanır. Ve artık orada ne bir yazar ne bir yetişkin… bize benzeyen herhangi birisini aramak boşunadır. Dünyayı anlamaya çalışan bir çocuğun dikkati vardır. İtirazlarıyla, eleştirileriyle ve gözlemleriyle saf bir bilincin tarafsızlığı vardır: “Sizin Dünya’da insanlar” dedi Küçük Prens, “bir bahçede beş bin gül yetiştiriyorlar; yine de aradıklarını bulamıyorlar.” (s.92)  

Küçük Prens alışılmışa yeniden bakabilmenin, şaşırmanın erdemini anımsatır okura: “İnsanlar hızlı trenlere biniyorlar ama ne aradıklarını bildikleri yok. Koşuyor, heyecanlanıyor, dönüp duruyorlar” dedi. Bunca çabaya değse bari.” (s.90)

Her kült metin okurunda bir iz bırakır, okurun bir yerlere, bir şeylere farklı bakmasını sağlar: Küçük Prens okuyanlar bu “şiir”den özellikle yaz akşamları duru gökyüzünde yükselen yıldızlara daha farklı bakmayı öğrenirler: “Acaba, dedi, “bir gün hepimiz yıldızımızı yeniden bulalım diye mi yıldızlar böyle parlıyor? Gezegenimi görüyor musun? Tam tepemizde ama nasıl da uzaklarda!” (s.70)


[i] A. de Saint-Exupéry, Küçük Prens, 30.Basım, çev. C. Süreyya- T. Uyar, Can Y. 2022.

[ii] https://sanatkritik.com/esrik-gemi/kucuk-prens-80-yasinda/