
Ali Bulunmaz
Çağdaş Amerikan edebiyatının önemli isimlerinden olan Lorrie Moore, trajedinin ve umudun atbaşı gidişini; kazanmanın ve kaybetmenin herhangi bir sırası ve zamanının bulunmayışını anlattığı metinler kaleme alıyor. Trajediye asla mahkûm olmadığını fakat metinlerine bunun bir şekilde sızdığını söyleyen Moore Boşlukta Bir Kapı’da, Havlama’da, Anagrams’ta ve diğer kitaplarında hem huzur arayan hem de huzursuzluktan mustarip karakterlerin başına gelen olaylar aracılığıyla okura bunu hissettiriyor.
Moore kurguladığı gerilimli ilişkiler, belirsizlikler, güvensizlikler, kaygılar ve tüm bunların üstünde parlayan güneş yardımıyla okura pek çok duyguyu aynı anda yaşatırken hayli cesur davranıyor. Daha doğrusu, yaşama dâhil nobranlıkları ve yaşamda eksikliğini hissettiğimiz tüm incelikleri öykülerine ve romanlarına katıyor.
Moore’un vazgeçemediği yegâne şey hayal etmek; söz konusu hayalin özünü iyi ve kötü, sağlıklı ve sağlıksız ilişkiler oluşturuyor. Elbette hayal gücünün kusurları ve sınırsızlığı da… Böylece yan yana gelmesi imkânsız şeyleri ve insanları metinlerinde buluşturabiliyor.
Paris Review’de Elizabet Gaffney’le 2001’de yaptığı söyleşide, yazarlığı “tedavisi pek mümkün olmayan bir çılgınlık” diye nitelemesinin altında Moore’un hayallerinin sınır tanımazlığı ve imkânsızlığı reddedişi yatıyor belki de. Dolayısıyla metinlerine bir de bu açıdan bakmakta fayda var.
Yazarlığında bir eşik sayılabilecek Amerika Kuşları’nda Moore, travma ve acılarına karşın bir şekilde yaşama tutunmaya uğraşan ya da oyunda kalmaya çabalayan insanlarla yüzleştiriyor bizi. Trajedinin ve umudun birbiriyle yarıştığı öykülerinde yazar, yaşamları altüst olan karakterlerin zihinlerinin bulanışını, yalnız kalışını ve buralardan türettikleri yardımlaşmayı gözlemlemeye çağırıyor hepimizi.
“Artık kimse gösterişsiz değil”
Moore, “kuş”u bağımsızlığı, savunmasızlığı, tedirginliği, yaşam mücadelesini, dayanışmayı, korkuyu, cesareti ve özgürlüğü simgeleyen bir metafor olarak kullanıyor.
ABD’nin ışıltılı tarafının ardına; karanlık kasabalara ya da Hollywood’un pek bilinmeyen, bilinse de dillendirilmeyen yüzüne götürüyor bizi Moore. Başka bir deyişle “günah çukurları”na işaret edip çeperde kalanların yüzleştiği şeyleri görmemizi istiyor. Bir film yıldızını, günlük hayatın telaşesine kapılmış vaziyette yolda yürüyenleri, acılarla yoğrulanları ve mutlu gibi görünenleri hatırlatıyor. Kendisine saygı duyulmadığını hissedenleri ve sevmediği bir yerde bulunurken rol yapanları da…
Moore’un karakterlerinden bazıları yas sürecini atlatmak için evleniyor, sözcüklere sığınıyor ve suskunluktan bunalıyor. Bazıları da derinlik ararken sığlığa saplanıyor. Ardından, kolayca korkular geliştirebiliyor ya da şaşkınlıkla etrafa bakarak çözümlemelere girişiyorlar: “Ön camdan ufka bakan Abby, insanın doğaya saçılmış hâldeki tüm güzelliğin, çirkinliğin ve kargaşanın insanların içinde de bulunabileceğini düşünmeye başladı; hepsi orada, tek bir noktada toplanmış. Yeryüzü ne kadar dehşet veya güzellik -rüzgârlar, denizler- yaratırsa yaratsın, insan da aynı şeyleri yaratabilir, aynı şeyleri yaşayabilir, içinde her küçük parçasının cirit attığı tüm o karışık doğayla birlikte yaşayabilirdi. Dünyada bir insandan alınan tek bir merhaba kadar karmaşık hiçbir şey yoktu; ne bir çiçek ne de bir taş.”
Karakterlerin iki temel sorunu var. İlki, kendileriyle kavgaları ve yaşadıkları çelişkiler. İkincisi, başkaları ya da karşılaştıkları, ilişki kurdukları kişiler. Bilinenler, bilinmesi gerekenler ve karanlıkta kalanlar (bilinmeyenler) ise bu çelişki ve ilişkilerin rotasını çizerken içlerinden biri “ölümü kuşa çeviren hayat bu” diyor.
Karakterler, önemli dönemeçlerden geçiyor ya da geçtiğini sanıyor. Hemen hepsinin ortak noktası özlemler. Bazıları mutlu bir aile düşlüyor bazıları zengin olmayı arzuluyor. Bazıları ise okuduğu kitaplardakine benzer bir hayat istiyor. Bu kişilerin tümü, kendileri gibi zihinsel ve duygusal yolculuklar yapanlarla karşılaşıyor. Nefretle büyüyenler ve dünya vatandaşı olmayı isteyip memleketine bir türlü ısınamayanlar birbiriyle yüzleşiyor. Başka bir deyişle ortak dertler, özlemler ve çözümler çıkıyor karşımıza. Moore, bunları her ne kadar Amerika’ya özgü gibi gösterse de meselelerin aslında evrensel olduğunu kavrıyoruz. Karakterlerden birinin kurduğu cümle de bunun bir göstergesi âdeta: “Artık kimse gösterişsiz değil. Herkes hayal kırıklıklarını yüceltiyor. Her şeyle törensel bir savaş halindeler; makbuz talep ediyor ve hayatın beceriksizce, aptalca, düşünmeden, birazcık tanıma zahmetine bile girmeden ya da sorup soruşturmadan onlara verdiği tüm mutsuz şeyleri iade edip hediyelerini geri alıyorlar. Hepsini değişim için geri getiriyorlar.”

Mizahi ve İronik Bir Anlatım
Moore’un öykülerine ironi ve mizah hâkim. Geri planda ise incelikle ördüğü trajediler var. Arabası yoldan çıkarken espriler yapan, türlü sıkıntılarına rağmen yaşamaya uğraşan ya da intihara meyletmeyen, kendileriyle ve başkalarıyla yaşadığı gerilimler nedeniyle katrana bulanan benliklerine rağmen ite kaka ayakta duranların hikâyeleri ve yamalı ilişkileri, bahsi geçen ironi ve trajedinin kaynağı.
Hayatın akışı içinde oradan oraya savrulan bu karakterlerden bazıları, zihinsel manada olduğu yerde dururken bazıları ise fiziken başka noktalara gidiyor. Örneğin taşınıyor: “Her ev bir mezardır, diye düşündü Ruth. Hayattan çalan tüm o yaygara ve hazırlıklar. Bu, evden taşınmayı bir diriliş ya da bakış açına göre hortlaklar akını ve bir eve (yine başka bir eve!) taşınmayı da en karanlık budalalık ve arzu hâline getirirdi. En iyi ihtimalle dinlenmek için sahte bir huzursuzluktu. Ama sonunda ruhun terk etmek zorunda kaldığı (Gökyüzünde yaşamak mı yoksa ağaçlar arasına karışmak mı?) kaçınılmaz çürüme ve yıkım, insanı mutsuzluktan aptal durumuna düşürürdü.”
Kaybolanları, yolunu kaybedenleri ve bulduğunu sananların yanı sıra başlangıçları ve sonları da anlatıyor Moore. “Hayat bir sopa gibi hızla elinden alınıp kırıldı” ve “sonunda tek başınıza acı çekersiniz ama başlangıçta başka bir sürü kişiyle birlikte acı çekersiniz” diyenlere ek olarak çocukları kansere yakalanan ebeveynleri de: “İnsanların burada yaptığı şey atlatmak. Hayatlarında cesaretle ilgisi olmayan bir cesaret var. Otomatik, sarsılmaz, insan ve makine karışımı, tüketen ve tartışılamayan bir zorunlulukla, hastalığı dev bir berabere satranç oyununda hamleye karşı hamle karşılıyorlar -gölge dövüşüne benzeyen bir şeyin bitmeyen devinimi, aşk ve ölüm arasında olsa da gölge nedir ki? Bir adam, ‘Herkes bizim cesaretimize hayran’ diyor. Neden söz ettikleri konusunda hiçbir fikirleri yok.”
Amerika Kuşları’nda Moore, ABD’nin yakın geçmişi ve bugünüyle bağlantılar kurarak hem karmaşık ilişkilere hem de insanların basitliğine dair kalem oynatırken anlatımının merkezine mizahı, ironi ve trajediyi yerleştiriyor.
Moore, öykülerinde çoğunlukla insan doğasına; kişilerin olayları yorumlayış biçimine, hüzünlerine ve sevinçlerinin sahiciliğine odaklanıyor. Böylece kişilerin geçirdiği evrimi, edindiği tecrübeleri, önündeki seçenekleri nasıl göremediğini ya da onları nasıl fark ettiğini anlatıyor bize. Kısacası eğlenceler ve travmalar -tıpkı yaşamdaki gibi- Moore’un hikâyelerinde bir araya geliyor.