.

Yalnız Genç Kızlar İçin: “Gönül İşleri” Köşesinde Filizlenen Bir Roman

yalnız-genc-kızlar-ıcın-suat-dervıs-emel-rıza-son-posta-gazetesı

Serdar Soydan

Kadim Bir İşbirliği: Süreli Yayınlar ile Romanlar

On dokuzuncu yüzyılın yükselen iki değeri, süreli yayınlar ve romanlar bir süre sonra sırt sırta vermiş, birbirlerinden güç alarak daha da yükselmiş. Gazete ve dergilerde gün gün, parçalar halinde yayınlanan romanlar, yani tefrikalar, bulundukları yayın organına tiraj sağlamaya, bu yayın organlarıysa yazarak kendisini var etmek, hayatını idame ettirmek isteyen romancılara düzenli gelir elde edecekleri birer ekmek kapısı olmaya başlamış. 1970’lere kadar Türkiye’de yayınlanan herhangi bir dergi ya da gazetenin rastgele bir cildini karıştırdığınızda bir, hatta birkaç romanla karşılaşabilirsiniz. Birer edebiyat klasiği haline gelmiş Aşkı Memnu, Çalıkuşu ve Kürk Mantolu Madonna gibi pek çok eser, gazete ve dergiler sayesinde geniş kitlelere ulaşmış önce.

Bugün benzer bir birliktelik, bir sırt sırta veriş sinema ve televizyon arasında yaşanıyor. Yapımcılar, televizyon kanalları için haftalık ya da günlük yayınlanan içerikler üretiyor. Dünün gazete, dergi tefrikaları bugünün dizileriyle aynı işlevi görüyor; yayınlandıkları medya organına okuyucu/izleyici çeker, kitleleri o mecraya bağlarken pek çok insana da istihdam sağlıyor.

Tabii işin ucunda para ve popülarite olduğundan kıran kırana bir rekabet söz konusu. O gün de, bugün de. Hangi gazete daha çok satacak yahut hangi kanal ratinglerde birinci olacak? Hangi romancı tefrika başı en yüksek ücreti alacak yahut hangi oyuncu rakiplerini sollayıp zirveye çıkacak? Öznesi, nesnesi değişse de bu sorular yüz yılı aşkın bir süredir sorulageliyor.

Hal böyle olunca dünün gazete ve dergileri de bugünün kanalları gibi reklama önem vermiş. Tefrika edecekleri romanları günler öncesinden duyurmaya başlamış. Romandan en ilgi çekici, en iç gıcıklayıcı pasajlar önden yayınlanarak okuyucuda bir merak uyandırılmaya çalışılmış. Reklam metinlerinde, yayınlanacak eserin söz konusu yazarın ‘en’ iyi, ‘en’ olgun romanı olduğu, edebiyat âleminde o senenin ‘en’ büyük süksesini yapacağı söylenmiş. Tefrikanın başlamasına günler kala söz konusu yazarlarla röportajlar yapıldığı, onların ağzından romanın ne kadar değerli ve özel olduğu da vurgulanmış.

En çok hata bulana bir altın saat, hırsızı yakalayana muhtelif hediyeler!

Tabii iş sadece bununla da bitmemiş; gazete, romancı ve tefrika roman sayısı arttıkça, yani rekabet kızıştıkça farklı taktikler de denenmeye başlanmış. Mesela Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü tefrika eden Yeni İstanbul gazetesi okuyucularına şöyle bir duyuru yapmış:

“Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanımızı bugünden itibaren üçüncü sahifemizde takip ediniz ve roman metninde gördüğünüz mürettip hatalarını günü gününe kaydediniz. Bunları tefrikanın sonunda toplayıp bir liste halinde bize göndereceksiniz. En fazla hata bulan okuyucularımızdan üçüne birer altın saat hediye edeceğiz.”

İskender Fahrettin Sertelli’nin Son Telgraf gazetesinde tefrika edilen Hırsız Kim? adlı polisiye romanında da tefrika orta yerde kesilip okuyuculara hırsızın kim olduğunu bulup bulamadıkları sorulmuş. Romanı takip edenlerden hırsız tahminlerini mektupla bildirmeleri, bilenlere mükâfat verileceği söylenmiş. 

Bu iki örnekte de görüldüğü gibi gazete ve dergilerin okuyucu çekme çabaları tefrika başlayana kadar değil, tefrika bitene kadar sürebiliyormuş. Dahası bu okuyucular irili ufaklı hediyelerle motive de ediliyormuş. Tefrika edilecek esere dikkat çekmek, onu diğer benzerlerinden ayırmak için “gerçek bir olaydan alınmıştır” ya da “yirmi sene evvel cereyan eden bir vakadan” ibarelerinin tefrika başlarına eklendiğini de sıkça görürüz.

Vakit gazetesinde 1934 yılında tefrika edilen Ahsen Bey Hadisesi başlıklı romanın başında şu satırlara yer verilir:

“Yazacağımız hadise hakikatten aynen iktibas edilmiştir. O kadar ki, birçok kimseler bazı isim değişikliğine rağmen bu on beş sene evvelki vakayı hatırlayacaklardır. Bununla beraber korkunç bir suikasta ve yüz bin altınlık müthiş bir servetin ortadan kaybolmasına sebep olan Erenköy hadisesinin iç yüzü ve birçok esrarengiz teferruatı henüz kimsece malûm değildir ki biz bunları cürme vaziyet eden zevattan naklediyoruz.”

Bir tür gerçeklik hissi yaratmak, okuyuculara, okuduklarının hayal ürünü bir romandan daha fazlası olduğunu düşündürtmek için bu tarz hilelere sıklıkla başvurulur. Hile diyorum ama hakikat de olabilir söylenen. Önemli olan, bunun vurgu yapılan bir özellik oluşudur. Yine televizyon dizilerine dönecek olursak, özellikle son yıllarda yayınlanan dizilerde, bölüm başlarında “Gerçek bir olaydan esinlenilmiştir” denilmiyor mu? Gülseren Budayıcıoğlu, psikiyatr kimliğiyle dinlediği hasta hikâyelerini, bu özelliklerini vurgulayarak yazar/senarist/yapımcı kimliğiyle kullanmıyor mu?

Bir eseri benzerlerinden ayırmak, üste çıkarmak için kullanılan bu ‘gerçeklik’ stratejisinde değişen bir şey olmamış gibi.

Aka Gündüz’ün Ahlak Meselesi’nden Emel Rıza’ya

Aka Gündüz bu tarz tanıtım oyunlarını seven bir yazar. 1929’da Milliyet’te tefrika edilen, daha sonra Çapraz Delikanlı adıyla kitaplaşacak Roman İçinde Roman adlı eserinin tanıtımında şunlar söyleniyor:

“Kalplerin, fikirlerin ve sinirlerin içindeki muammalı fırtınaların satır satır makesi olan bu eser hakkında yalnız şunu söylemek kâfidir.

ROMAN İÇİNDE ROMAN Aka Gündüz Bey’in eseridir.

Eser hakkında kâfi derecede izahat veren bu dört kelimeden sonra şunu ilave edelim: Hayatta umulmayan bir elin sıktığı kurşun maatteessüf eserin muharririne tevcih edilmiştir. Büyük bir şans onu kurtarmış ve bize bu şaheseri vermiştir. Yarın neşre başlayacağız.”

Yine bir “gerçek olaydan alınma” hikâyesi. Aka Gündüz’e yönelen bir kurşun, yazdığı romanı tefrika ettirmemesi için yapılan tehditler ve tüm bu sürecin bir polisiye gibi işlenişi… Aka Gündüz romanının yazılma ve yayınlanma sürecini, bu süreçte başından geçenleri belgeliyordur sanki. Böylece gerçekte yaşanmış olayları anlattığı iddia edilen roman, tanıtımından itibaren bu havayı estiriyordur.

1937’da Tan’da tefrika edilmeye başlanan bir diğer romanıysa, tefrika tanıtımlarında Şimdilik Adsız Roman olarak okuyuculara duyurulur. Sözüm ona, Aka Gündüz eserine isim koymakta zorlanmıştır.

“Büyük romancı Aka Gündüz’ün TAN’a hazırladığı en yeni romanını bugünden itibaren tefrika etmeye başlıyo­ruz. Üstadın akıcı üslûbu bu romanda sizi sonuna kadar heyecanla götürecek ve TAN okuyucuları bu yılın en nefis ro­manım okumuş olacaklardır.

Aka’nın bu yeni eserine Şimdilik Adsız Roman ismini koyduk. Çünkü muharrir romanına bir ad seçmekte müşkü­lat çekmiştir. Bu sebeple romanına bir ad seçmeyi okuyucu­lara bırakıyoruz. Bugün dördüncü sayfada başlayan yeni ro­manımızı okuyunuz ve eser tamam olduktan sonra bize aşa­ğıdaki isimlerden birini seçip gönderiniz:

1. Bir Tıbbiyelinin romanı, 2. O, bir devirdi. 3. Ku­duz ilacı, 4. Sansör yasak etmişti, 5. Her yanı acıklı, 6. Aşkın temizi, 7. Anadolu bucakları, 8. Kuduran, 9. Yaşadığım roman.

Bu isimlerden en çok rey alan ada ve rey verenlerden bir kişiye gazetemiz ve muharrir kıymetli bir hediye verecektir.”

İşin garibi, sonunda adı Aşkın Temizi olacak bu eser ilk kez tefrika da edilmemektedir. Daha önce Öz Evlat, Çile ve Tarpı adlarıyla, üç parça halinde tefrika edilmiştir.

Aka Gündüz’ün bu tefrika tanıtım oyunlarının şahikası, yine Sanat Kritik’te, müstakil bir yazıyla anlattığım Bir Ahlak Meselesi adlı romanıdır. Bu romanda, tefrika ilanları ve ilanları beğenmeyen yazarın gazete yönetimiyle polemiğe girmesi, sonrasında kendi hazırladığı ilanları yayınlatmakta diretmesi, sonra tefrikasına başlanan romanın daha önce yayınlandığının ortaya çıkması ve tefrikanın baştan başlaması…. Tüm bunların gitgide bir ahlak meselesi haline gelmesiyle romanın aslında tüm bunları da içerdiğini kavrarız. Yani tefrika tanıtımlarıyla başlayan tartışma ve tüm yazılanlar da romana dair ve dahildir. (Aka Gündüz’ün bu orijinal eseri ne yazık ki tefrika edildiği günden bugüne hiç kitaplaşmadı.)

Gelelim Emel Rıza’ya… Bu yazının ana mevzuunu teşkil eden, Emel Rıza tarafından yazılan, 30 Mayıs-31 Ağustos 1935 tarihleri arasında Son Posta gazetesinde tefrika edilen Yalnız Genç Kızlar İçin romanı da Aka Gündüz’ün Bir Ahlak Meselesi romanı gibi ilginç bir tanıtım stratejisiyle okuyucuya sunulmuş.

“Gönül İşleri” köşesinde filizlenen bir roman

Son Posta’nın Gönül İşleri başlıklı bir köşesi var. Gazetenin beşinci sayfasında, okuyuculardan gelen, gönül meselelerine dair soruları yanıtlıyor TEYZE imzasıyla biri. Bu teyze kimdir? Bilmiyoruz. İşte bu köşede, 20 Mayıs 1935’te A.A.A imzalı bir mektup yayınlanıyor.

Mesut Yuva Kurma Mektebi’nden Mezun Bayan

Dün garip bir mektup aldım.

Almanya’da Mesut Yuva Kurma Mektebi’nden çıktığını söyleyen bir Türk kızı, evlenmek istiyor.

Avrupa ve Amerika’da, kız­lara evlilik hayatı dersleri veren, onları evlilikte saadetin yollarını öğreten mektepler vardır. Bu mekteplerden birinde okuduğunu iddia eden bir Türk kızı mem­lekete dönüyor, muhtelif tecrü­belerden sonra hayat arkadaşını gazete vasıtasıyla aramaya karar veriyor. Bu itibarla bana garip gelen bu müracaatı aynen yazıyorum. Bu genç kız diyor ki:

“21 yaşındayım. Tahsilim iyidir. Üç yabancı lisan bilirim. Şimdiye kadar birçok gençlerle tanıştım. Fakat çoğunda aradığım evsafı bulamadım. Nihayet sizin delaletinizi ricaya karar verdim. Hayat arkadaşım olan erkekte şimdilik aradığım ilk şartlar şunlardır.

  1. Temiz bir içtimai mevki sahibi olmak.
  2. Tahsili iyi olmak
  3. Kazancı ayda iki yüz liraya yakın olmak
  4. Yaşı 35’i geçmiş olmak
  5. Şimdiye kadar evlenmemiş olmak
  6. Hiçbir hastalığı bulunmamak.

Bu şartları havi olanlardan alacağım cevaplara göre diğer hususi şartların müzakeresine girişilecektir.

Almanya’da Essenbach şehrinde F. Lilian, Mesut Yuva Kurma Mektebi’nden mezun

A. A. A.

Ek: Gönderilecek cevapları adresime göndermenizi rica ederim.

Bu hanımın adresi bizde mahfuzdur. Gelecek cevaplar kendisine verilecektir.

TEYZE

Teyze, iki gün sonra “Almanya’da Mesut Ev Kurma Mek­tebi’nden mezun A. A. A. imzalı bayana dün birkaç cevap aldık. Bu mektuplardan çok meraklı bulduğum bazılarını yarın neşredeceğim,” bilgisini veriyor köşesinde. Gerçekten de 23 Mayıs’ta A.A.A.’ya cevaben yollanmış bir mektup, yani genç kadınla tanışmak isteyen ve kendisini tanıtan bir talip okuyuculara sunuluyor.

Ancak bir gün sonra yeni bir talip değil, Emel Rıza imzası taşıyan yine genç bir kadının mektubu yer alıyor köşede.

DIKKAT!

Dün zarfının üzerinde ve mek­tubunun başında bu işareti taşı­yan bir mektup aldım.

Almanya’da Mesut Yuva Kurma Mektebi’nden mezun genç kıza cevaben yazılan bu mektubu aynen naklediyorum.

Bu muhabere bizi ummadığı­mız bir yola, meraklı bir mace­ranın keşfine doğru sürükler gibi görünüyor.

Mektup şudur:

Son Posta’nın devamlı okuyucularındanım. Üç günden beri gazetenizde A. A. A imzalı genç kıza verilen cevapları okuyorum. Birinci gün güldüm geçtim, ikinci gün bu mektup sahibi kıza bir cevap yazmak istedim. Üçüncü gün bu fikrimi değiştir­dim ve size şu mektubu yazmaya karar verdim.

Mesut yuva kurmak… Aman yarabbi! Ne cazip şey. Fakat… Acaba Madam Lilian’ın mektebi bu sırrı hakikaten öğretiyor mu? Ah mümkün olsa… Şu mütehas­sıs ev kadını diplomasını haiz kızcağızla bir saat kadar baş başa kalsak… Ve bu mesele etrafında şöylece bir konuşsak… Ben, bu mektebin beş sene evvelki mezunlarındanım. Bu mektepten yal­nız birinci derecede bir diploma ile değil, imtihanda mümeyyiz sıfatıyla bulunan belediye heyetinin ayrıca bir takdirnamesiyle neşet ettim. Ettim ama…

Neyse, pişmiş aşa soğuk su katmak istemiyorum. Yalnız şu mektubumla sizden şunu rica ediyorum: Eğer sizce bir mahzur yoksa, şu mektubumu gazetenizin münasip bir yerine derç ediniz. Eğer bu mümkün de­ğilse karilerinize benim tarafım­dan şu cevabı veriniz:

Saadet, meşhur doktor­ların apartmanları gibi ölçü ile, hendese ile, betonarme kalıpları gibi muayyen olan çerçevelerle elde edilemiyor. Bir yüz pudrası, bir dudak boyası, bir kirpik cilası ne ise, bir mütehassıs kadın diplomasının o olduğuna bizzat ben en canlı bir şahidim. Bu aziz hemşirem ne kendi aldansın ne de başkalarını aldatsın.

Emel Rıza

“Üç günden beri,” diyor Emel Rıza ama hepi topu bir gün ve bir mektup/talip söz konusu. Bir tür hesap hatası olmalı. Bana, tüm bu yazışmanın kurmaca olabileceğini düşündüren bu oluyor. Aslında üç dört mektubun neşrinden sonra konmak üzere hazırlanmış bir metin, hatayla erken yayına verilmiş gibi. Teyze’nin dediği doğru… Bu muhabere bizi ummadığımız bir yola meraklı bir maceranın keşfine sürüklüyor sanki.

İki gün sonra aynı köşede, A.A.A.’nın Emel Rıza’nın adresini istediği notu paylaşılıyor. Ertesi günse Emel Rıza’nın adresimi bildirdim notu. Ancak şunu da ekliyor Emel Rıza: “Sizinle konuşmak istediğim şeyler o kadar mühim ki, bunların yalnız aramızda kalmasını muvafık görme­dim.”

Emel Rıza’nın neyi uygun görmediğini, konuşmak istediği şeylere dair tasarrufunuysa iki gün sonra öğreniyoruz:

Yalnız Genç Kızlar için

Birkaç günden beri gönül işleri sütununda, Almanya’da Mesut Yuva Kurma Mektebi’nden mezun iki genç kız arasında cereyan edan muhabere bütün okuyucularımızı alâkadar edecek bir safhaya girmiştir.

Bu mektepten birkaç sene evvel çıkarak memlekete dönen Bayan Emel Rıza mektepte geçirdiği hayatıyla memlekete döndükten sonra geçirdiği tecrübeleri not ettiği defterini A. A. A. vasıtasıyla gazetemize göndermiştir. Emel Rıza diyor ki:

“Fikirlerimden, tecrübelerimden, çok garip sergüzeştimden yurdu­mun bütün kızlarının ibret alma­sını istedim. Bu notlarımın neşredilmesini onun için istiyorum. Yal­nız bir ricam var. Bu yazılarımı erkekler katiyen okumasınlar. Çünkü bu yazdığım notlar Yalnız Genç Kızlar İçin’dir.”

Bu meraklı notları Perşembe gününden itibaren gazetede oku­yunuz.

Bu tefrika duyurusu 29 Mayıs 1935 tarihinde gazetenin ilk sayfasında paylaşılıyor. Böylece gönül işleri sütunundan bir roman doğmuş oluyor.

Emel Rıza ve romanı

Emel Rıza da gönül işleri sütununun sahibi ‘teyze’ gibi hakkında hiçbir şey bilmediğimiz biri. Ne başka bir tefrikası, ne tek satır yazısına rast geldim. Muhtemelen bir takma ad dedirtiyor ilk andan.

Yalnız Genç Kızlar İçin romanında Essenbach’taki Mesut Yuva Kurma Mektebi’nden mezun olduğu günden itibaren bir yıla yakın süre içinde yaşadıklarını anlatıyor bize. Bunu da günlüğüne aldığı notlar üzerinden yapıyor. Böylece genç bir kadının günlüğü ve yolladığı, kendisine gelen mektuplar üzerinden takip ediyoruz olanları.

Okuldan mezun olduktan sonra babasının görevlendirdiği Sait isminde bir gençle Napoli’ye gitmek üzere tren yolculuğu yapıyor. Sait Bey’in kendisine soğuk davranması onu hırslandırıyor ve okulda öğrendiği taktiklerle onu etkilemeye çalışıyor ama başarısız oluyor.

Napoli’de bir süre kaldıktan sonra Romano Vapuru’yla İstanbul’a, halasının yanına dönüyor. Vapur yolculuğu sırasında Ömer isminde Kayserili bir tüccarla tanışıyor. İstanbul’da, halasının Çiftehavuzlar’daki köşkünde kalıyor. Halası bir emlak meselesi yüzünden ekonomik anlamda zora düşmüş, dertli bir kadın. Ama bir yandan da mesut yuva kurma mektebi bitirmiş, ideal eş adayı yeğenini evlendirme derdinde. Köşke gelip gidenler oluyor ancak talipleri beğenmiyor Emel. Şu işe bakın ki aklına, Son Posta gazetesindeki A.A.A. gibi gazeteye ilan vermek geliyor. Gazeteye yolladığı mektuba 438 cevap geliyor. 438 talip. Bir süre bu mektupları analiz ediyor. Meslek gruplarına, yaşa göre ayırıyor taliplerini.

Fakat kısa süre sonra yeni bir talip ortaya çıkıyor. Halası ve halasının avukatıyla borçlu oldukları bir tüccara gidiyorlar. Emel, bahsedilen tüccarın vapurda tanıştığı Ömer olduğunu anlıyor. Ömer Bey de çok mutlu oluyor Emel’i gördüğüne ve bir iki gün sonra dest-i izdivacına talip olduğunu bildiriyor. Hala için çifte bayram, hem mükemmel bir damat adayı hem de borçlar siliniverir bir anda.

Emel biraz mantıklı davranarak biraz da halasının ümidi ve sevincini kırmak istemediği için bu teklifi kabul ediyor. Oysa aklının bir köşesinde hep Sait Bey var. (Bu arada bir borç meselesinden ötürü halası köşkü kaybedecek hale gelince Emel babasına mektup yazdı ve babası yine çok güvendiği Sait Bey’le onlara para gönderdi. Yani Emel, Sait’i bir kez daha gördü.) Onun soğukluğuna, isteksizliğine sinirleniyor. Tam düğün için hazırlıklara başlandığı sırada Sait Bey’den bir mektup çıkagelmesin mi? Sait Bey, Emel’e aşkını ilan ediyor. Ne yazık ki Emel prensip sahibi bir genç kadın. Bu saatten sonra düğünü iptal etmeyi, halasını üzmeyi istemiyor.

Ve Kayserili tüccar Ömer ile evleniyor. Sen Avrupalarda oku, sonra gel bir taşralıyla evlen! İşte roman tam da bu tezadı, Emel’in her aşamasında okulda öğrendiklerine başvurup hata üzerine hata yapmasını anlatıyor. Evet, roman boyu Emel, kâh kitaplarını, notlarını açıp bakıyor, kâh okuldaki favori hocası Fraulein Anna’ya mektupla durumunu, ikilemini bildirip akıl alıyor. Hatta okuldaki hocalar bazen kafa kafaya verip bir konsensusa varıyor ve öyle hâver yolluyorlar Emel’e.

Ama tüm bunlar Emel’i bahtiyar etmeye yetmiyor. Hele hele Ömer, Terzi Nermin’e gönlünü kaptırıp bir de bu genç kadını hamile bırakınca… İşte orada ipler kopuyor. Çamaşırcı Tatar Ayşe, Terzi Nermin, hemşiresi Saadet derken Emel ben neredeyim, ne yapıyorum diye soruyor kendi kendine. Kocasını boşuyor. Ancak bu sefer de Sait Bey’in evlenmiş olduğunu öğreniyor. Sait, yarı deli karısı Suzan’la onu ziyarete geliyor.

Roman Emel’in Almanya’daki okula, hocalarını bir mektup yazıp üç sene boşa okumuşum, hiçbir şey öğretememişsiniz bana demesiyle nihayete ererken Emel Rıza, gazeteye mektup yazan A.A.A.’yı hatırlıyor:

“Ey Son Posta gazetesine ilan verip de koca arayan, Almanya’da, Essenbach şehrinde, Frau Lilian’ın Mesut Yuva Kurma Mek­tebi’nden ‘mütehassıs ev kadını’ diplomasını haiz olan mahrem A. A. A. Hanım!

Şu yukarıdaki telefon muha­veresinde benim şu küçük ma­ceramın hikâyesi bitti.

Kıssadan hisseye gelince:

Eğer ben, Frau Lilian’ın Mesut Yuva Kurma Mektebi’nde üç sene ömrümü çürüteceğime, bizim aşçı Hacı Kadın’ın önüne oturarak bir saatçik ders alsaydım hiç şüp­hesiz ki bugün, çok mesut bir mevkide bulunurdum. Çünkü halamın vefatı üzerine köşkü terk edip de şu apartmana çekile­ceğimiz gece bile onun ‘Rahmetli kocam nur için­de yatsın. Bir kere bile ondan incinip ağrınmadım,’ dediğini içim sızlaya sızlaya duydum.

Onun için size, halisane tav­siye ederim; aradığınız taliplere karşı kendinizde bir imtiyaz gibi göstermek istediğiniz, Mesut Yuva Kurma Mektebi’nden mezun, mütehassıs ev kadını olduğunuza güvenmeyiniz. Eğer hakikaten mesut olmak isterseniz; bizim Hacı Kadın’ı arayınız, bulunuz da hayat ve saadetin sırrını ondan öğreniniz.”

Yoksa Emel Rıza, Suat Derviş mi?

Gazete ve dergileri tararken isimsiz tefrika edilen romanlara mutlaka bir göz gezdirir, tanıdığım, üslubunu bildiğim yazarlardan birinin olabilir mi diye bir süre incelerim. Bir de bir belirip bir kaybolan müstear olma ihtimali yüksek isimler. Emel Rıza radarıma bu şekilde girmişti. Takma bir ad mıydı? Kimin takma adı?

1930’lar, Almanya, Almanca… Aklıma tabii ki Suat Derviş geldi. 1933’te Almanya’dan Türkiye’ye dönen Suat Derviş, yine Almanya’dan dönen Emel Rıza adlı bir karakter yaratmış ve romanını yazmış olabilir miydi?

Aklıma bir diğer gelen de şu oldu: Romanın en azından bir süre merkezinde yer alan Mesut Yuva Kurma Mektebi hakkında o dönem, matbuatta acaba hiçbir yazı var mıydı? Bu yazılar ve bu yazıları kaleme alanlar bana bir ipucu verebilir mi diye araştırmaya başladığımda tam da o sırada, romanın tefrikasından kısa süre önce, 9 Mayıs 1935 tarihli Yarım Ay dergisinde, şu tesadüfe bakın ki, Suat Derviş imzalı bir yazı olduğunu görmeyeyim mi?

“Yeryüzünün İlk Evlenme Mektebi” başlıklı yazısında Essenbach’taki bu okulu tanıtıyor Suat Derviş.  

“Almanya’da Essenbach şehri hemşerilerinden Madam Lina Lejeune mutlu bir yuva kurmanın mühim bir ilim olduğunu anlamış olacak ki, o şehirde dünyanın ilk evlenme mektebini aç­mıştır. Mütehassıs karı yetiştirmeye mahsus mektep… Şaşırdınız mı? Hiç şaş­mayınız, asrımız bir ihtisas asrıdır, her sanat, her meslek ihtisas öğret­mek üzere mekteplerini açmıştır. Ber­berler mektebi, garsonlar mektebi, demirci mektebi, marangoz mektebi, şu veya bu sanatın mektepleri harıl harıl dünyaya mütehassıs sanatkâr ve işçi yetiştiriyor.

İhtisasa bu kadar ehemmiyet verilen devrimizde, neden mütehassıs karı yetiştiren bir mektep açıl­masın? Bu mektebin pek elzem olduğu ve pek elzem görüldüğü, yine bu müesseseye gösterilen rağbet ve verilen ehem­miyetle meydana çık­mıştır. Bu ‘ilim ocağı!’ kısa bir zaman sonra taşralı bir sürü genç kızın devam ettiği bir yer olmuştur.

Mektep ağaçlı bir par­kın ortasında modern ve beyaz bir binadır. Ve ideallerine göre birer koca bulmak emeliyle kalpleri titreşen genç kızlar burada, ‘Mesut bir yuva nasıl kurulur?’, ‘Koca nasıl memnun edi­lir?’ onu öğrenmekte­dirler.

Mektebin dersleri şunlardır:

Ev hanımlığı, mutfak işleri, erkek bakımı, çocuk bakımı, çocuk ve ana hıfzıssıhhası, kocayı aile hayatına alıştırmak dersleri, nişan, nikâh gibi merasimlerde genç kız­ların takınacağı tavır ve hareketler de ayrıca ders olarak verilmektedir.”

Ancak evlilikte mutluluğu yakalamanın, iyi bir eş olmanın, evi ve kocayı idare etmenin bu yolla öğrenilebileceğinden pek emin değil. Zira yazısını şöyle sonlandırıyor:

“Bu zavallı genç kızlar cansız bir bebek ile canlı bir koca arasındaki farkı, tabii bilmedikleri için cansız bebek üstünde gördükleri tatbikatla her şeyi bildiklerine ve hayatta saadet­lerine mani bir engel kalmadığına kani olarak mektebi terk etmektedirler.

Halbuki bence bu gelinler evlilik hayatına atıldıkları zaman bütün bu dersleri görmemiş olanlar kadar her şeyden habersiz olduklarını göre­ceklerdir. Çünkü yukarıda say­dığımız dersler, bir evlenmede mesut olmak -hiç olmazsa tutunabilmek- için lazım gelen dersler değildir.

Eğer genç kızlara, balayı geçtikten sonra ufak bir bütçe ile ve birbirini takip eden çocuklarla ne yapılabile­ceği öğretilirse… Aileye maddi sıkıntı girer girmez kocanın vırvırı başlayınca, bu vırvıra nasıl cevap verile­ceği ezberletilirse… Kocasının bir metresi olduğunu da duyduğu zaman yapacağı hareket talim ettirilirse… Ondan bir mevsimde beş şapka, üç manto, altı iskarpin, on elbise koparmanın sırrı anlatı­lırsa…

Belki o zaman bu mektebin bir manası olur. Hayatın fena taraflarını saklamakla fenalıkların önüne geçilemez. Deşilmeyen, neşter vurulmayan temizlenmeyen yaralar kangren olur­lar. Çünkü genç kız gelin elbisesini hayatta bir gün giyer ve baş başa ye­mek yenecek sofrayı ne kadar itina ile kursa, o masada yeni karı koca ancak iki veya üç ay baş başa ve seve seve yemek yerler.

Eğer bizde bir evlenme mektebi açılmış olsaydı… Genç kızlara verilecek dersi ben bilirdim.”

Bu kısa yazının ve romanın ana fikri aynı. Yazıda okuldan çıkanların, evlilik hayatına atıldıkları zaman bütün bu dersleri görmemiş olanlar kadar her şeyden habersiz olduklarını görecekleri iddia ediliyor. Roman da Emel Rıza bunu yaşıyor. Eser, onun tepe üstü çakılmasını, hata üstüne hata yapmasını anlatıyor. Böylece Emel Rıza’nın Suat Derviş olma ihtimali de artıyor. Hatta bana kalırsa, neredeyse yazdığı her satırı okumuş biri olarak söylüyorum, Emel Rıza, Suat Derviş’in ta kendisidir.

Ve belki de Suat Derviş’in Servet-i Fünun dergisinin 2016/331. sayısında, 11 Nisan 1935 tarihinde, Niyazi Acun’a verdiği röportajda “Unutuyordum, namı müstear ile iki roman daha yazdım, iki muhtelif gazete­de çıkacaktır,” derken bahsettiği eserlerinden biri budur. (Diğeri de yine Son Posta’da, Hatice Hatip müstearıyla tefrika edilen Kadıköy’de Muhakkak Bir Define Var olsa gerek.)

Yalnız Genç Kızlar İçin ya yazılması ya dizilmesi aceleye gelmiş bir eser belli ki. Kurgusal açıdan hatalı, eksik yerleri var. Romanın sonunda Emel Rıza’yı Alman Hastanesi’nden neden arıyorlar mesela? Yahut son paragrafta halasının ölümünden bahsediyor, köşkü terk edip apartmana geçtiklerini, bu sırada Hacı Kadın’ın kendisine rahmetli kocası hakkında bir şeyler anlattığını söylüyor ama romanda bu olaylar yaşanmıyor.

Gönül İşleri köşesinde A.A.A.’ya cevaben sadece bir mektup ve bir talip yer aldığı halde Emel Rıza’nın üç günden ve birden fazla talipten bahsetmesi gibi bu konuda da bazı karışıklıklar yaşanmış tahminen. Buna rağmen, özellikle Terzi Nermin’in ortaya çıkışından sonra roman, Suat Derviş külliyatının en eğlenceli, en mahalli eserlerinden biri haline geliyor.

Tüm bu bağlar kurulup Emel Rıza’nın Suat Derviş olma ihtimali artınca, hatta öyle olduğu -bana göre tabii- ispatlanınca insan şunu da düşünmeden edemiyor… Emel Rıza ve A.A.A. kurmaca birer karakter ve Suat Derviş diyelim, peki, acaba Gönül İşleri köşesinin Teyze’si de Suat Derviş olabilir mi? Neden olmasın?!