.

Fosforlu Cevriye ve Fakir (Yoksul) Bir Aşkın Güzelliği

Bengi Düşgör

Suat Derviş üzerine düşünmek benim için bir yandan dönemin politik ruhu, kadın hakları, feminizm, Nazım Hikmet zamanın geçişi üzerine de düşünmek anlamlarına geliyordu. “Fosforlu Cevriye” ise bir zamanlar izlediğimde beni son derece etkilemiş, acıklı bir aşk hikâyesinin garip, buradaki garip tuhaf olan değil fakat mazlum olan kahramanı anlamında, ve sol düşünceye yönelik izler taşıyan bir aşk hikâyesinin, Yeşilçam sinemasında çok da rastlanmayan bir söylemi üzerine de bazı anımsamalar ve düşünceler üretmek demekti.

Suat Derviş ve yoksul kadınların hikâyeleri üzerine düşününce ilk çağrışımım da sıklıkla şiirlerine çağrışımsal göndermelerde bulunmayı sevdiğim, çok genç yaşta kaybettiğimiz olağanüstü sıcak şair Didem Madak’ın “Çiçekli Şiirler Yazmak İstiyorum Bayım” adındaki şiirinin şu dizeleri oldu: “Ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen, yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz?”

Fosforlu Cevriye ile Didem Madak şiirinin ortak yanının ne olduğunu ya da bana çağrışımsal bir bağ kurduran şeyin ne olduğunu anlamam ise çok da zor olmayan bir şekilde, “fakirlik, yoksulluk, kadınlık ve çaresizlik gibi aynı zamanda güçlü bir kadın olmaya çalışmak ve direnmek” gibi temalar olduğunu da fark ettim. Bu yazıda Suat Derviş’in Fosforlu Cevriye’sine ait duygulanım ve deneyimlerin, Didem Madak şiirlerindeki kadın imgesiyle olan çağrışımsal izini sürmek istiyorum.

“Kaşları çatık, gözleri hep aynı noktaya dikiliydi. İştahsız iştahsız yiyordu. Cevriye de onun karşısında oturup çay içtiği bu anını uzatmak için yudum yudum içiyordu. Ve ona bu odada, bu sıcak odada onun karşısında oturup çay içmek, en eski bir itiyadıymış gibi kıymetli ve tatlı geliyor, bunu vazgeçilmez bir zevk telakki ediyordu…”

Freud 1921 tarihli yazısı “Aşık Olma Durumu ve Hipnoz”da, benliğin uğradığı yoksullaşma üzerinde durur ve şöyle der, “Nesne giderek daha muhteşem ve değerli hale geldikçe, benliğin kendi için duyabileceği sevginin tümünü kendisine çektikçe, benlik gittikçe daha az talepkar, daha mütevazı hale gelir; bunun doğal sonucu benliğin tümüyle feda edilmesi olabilir. Nesne benliği soğurur yani yutar. Aşık olma durumlarının hepsinde, bir tevazu eğilimi, narsisizmin sınırlanması, sevilen kişi karşısında kendini silmeye yönelik bir eğilim görülür.” Hikâyenin sonunda Cevriye’nin başına gelecek olan da budur aslında:

“Cevriye onun yanında, onun kendisini görmek istediği gibi olmak, daha doğrusu görmemek istediği gibi olmamak için kendi de farkına varmadan nefsine cebrediyordu. Cevriye’yi ona bağlayan şey, onun Cevriye’yi kendi karşısında böyle başkalaştıracak bir kudrette oluşuydu.”

Cevriye, aşık olduğu bu adamı idealleştirdikçe, kendisinin taleplerini kısıtlamaya başlamıştı, hoşuna giden bu gizemli adamın yanında sadece birazcık daha kalabilmeyi umuyordu;

“Cevriye, hayatta kendisinin bka türlü olabileceğini, bka türlü telakki edilebileceğini, bir erkeğin kendisiyle şu en basit hayvani zevkleri tatminin dışında bir münasebet kurabileceğini

Hiç düşünmemişti. Çocukluğundan beri dilenci çocuk, köprü altı çocuğu, sokak süprüntüsü, en adi fahişe, sürtük telakki edilmişti.”

Madak şiirinde de şöyle diyordu,

“Bir tezgâhtar parçasıyım ben

Üç kuruşluk acıya müdahale edemem

Kanatlarımda sigara yanıkları

Gül diye okşadım onu yıllarca

Sen istersen derdim müşterilerime

Sen istersen kalbimin hepsi de melek olsun

İnanırdım bazen bir kâse bal bile umutsuzdur.

Gül tutan bir adam aradım yıllarca

Rakamlar büyür, şehir küçülürdü.

Vazgeçtim, vazgeçtim sonra

Beni anneme götürsün bindiğim bütün taksiler…”

Cevriye âşık olduğunu hissettiği bu adamla zamanla yakınlığını ilerlettikçe bir gece sohbetleri sırasında konu kimsesizliğine gelince şöyle der;

“Annemi hiç tanımıyorum. Çok küçüklüğümde yanımda bir hasta adam vardı. Zayıf, uzun boylu bir adam. 0 adamı çok sevdiğimi hatırlıyorum. Onu hatırladığım zaman da yine seviyorum. Niçin seviyorum bilmem. Belki de babamdı o adam…”… “0 zayıf ve hasta adam herhalde benim babamdı…Soğuğa karşı beni kendi vücuduyla

muhafaza ederdi. Cevriye susmuştu, sonra birdenbire:

– Sen de o hasta olduğum gece, paltonu benim üstüme örttün ! ..demişti.”

Didem Madak

Psikanalizin babası Freud’a göre baba, çocuk için vazgeçilmez bir konumdadır, annenin zihnindedir ve anne ile ensest yasağının uygulayıcısı olarak bir üçüncü elemandır der Britton, 1989). Lacan’da ise baba, kültürel normları ve kuralları temsil edecek şekilde ortaya çıkar. Kültürün ve toplumun yasağını özneye aktaran babadır. Anne mutlak bir şefkat ve sevgi bağı kurarken, Baba, anne ve çocuk arasında durarak çocuğun başkaldırısı durumunda kastrasyonla tehdit eden kültürel kuralların uygulayıcısı görevini görür.

Freud içinse tüm kastrasyon tehdidine rağmen baba, çocukluktaki en temel ihtiyaç olan korunma ihtiyacına yanıt veren, koruyucu bir imgedir.

Cevriye ise babasal korunma ve yasaktan mahrum kalmış, ya da bunu hayali bir imgelemle anımsayabilen ve bu yönüyle son derece yoksunluk içinde hisseden bir konumdadır. Fosforlu’nun yoksulluğu da, babasal ve annesel bakımdan mahrum kalışı da oldukça gerçek bir yan taşır. Dış gerçekliğin hâkimiyetindeki bu yoksulluk yaşantısı, onun bütün yaşamına hâkimdir.

Madak’ ın Kedilerin Alışkanlıkları adlı şiirindeki gibi baba Cevriye için de yoktur,

“Babam

Çıkarılmış bir adam bütün fotoğraflardan

Kader neydi sanki o zaman,

Masada açık unutulmuş

Turuncu kulaklı bir makastan başka…”

Suat Derviş’in şu şiirsel cümlesi ise eskinin, bugünkü zamana nasıl taşındığını anlatır, “Eski sevinçler, yeni sevinçler, eski kederler, yeni kederler gibi kalbe tesir ediyordu.” Ve elbette Fosforlu’nun bu gizemli yabancıya duyduğu aşk da, ödipal aşkından izler taşıyordu mutlaka…

Fosforlu Cevriye âşık olduğu adama çocukluk anılarını anlatırken mezarlıklarda yaşadığı dönemi de anımsar ve anlatır, “Ben o zamanlardan beri mezarlardan hiç korkmam, diye böbürlendi. Mezarlıklar çok sessiz olurlar. Evliyalar da sandukadan dolaşmaya filan çıkmıyorlar. Sanki ölü değil, hepsi derin uykuda. Ben mezarlıkta çok uyudum. Hiç ölü görmedim. 0 mezarlıklarda sade uyumamış, aşkını da ekseriya mezar aralarında sağa sola satmıştı.”

Madak’ın Ağlayan Kaya adını verdiğini şiirindeki mezarlıklarsa ilk aşkın ve ilk öpüşmenin tekinsiz mekânıdır,

“İlk sevgilimle bir kilisenin bahçesinde buluşurduk.

Bir mezarlıkta öpüştük ilk defa,

Rengârenk boncuklar saçılmıştı benden her tarafa,

Kapkaraydı ama toprak.

Binlerce ruhu taciz etmiş bir ilk aşk

Tanrım sorarım sana neye yarar?”

Ergenlik, ilk aşkların zamanıysa, elbette başkaldırının ve aykırılığın da zamanıdır ve İngiliz pediatr ve çocuk psikanalisti Winnicott’un da dediği gibi ergenler, topluma saldırır, onları provoke etmeye ve tepkilerini üzerlerine çekmeye çalışırlar, bunun için ellerinden geleni artlarına koymazlar. Mezarlıkta sevişmek, öpüşmek de ergenler için bir anlamıyla ölüme ve kendi ölümlülüklerine bir başkaldırı olacaktır. Cevriye de ilk gençliğin, annesizliğin, babasızlığın ve geç ergenliğin öfkesini, yıkıcılığını, aynı zamanda kimsesizliğinin de öfkesini kendisine yönelten bir konumda kabul edilebilir büyük ölçüde.

 Cevriye annesini de hiç tanımamıştır, hatta bir annesinin olabileceğini bile düşlememiştir… Annesiz dünyaya gelmiş olmasının imkânsızlığını bilse de bir annesinin olmuş olduğu fikrine tamamen yabancıdır… O bir sokak kızıdır ve bir sokağın onu doğurduğuna inanması belki de daha kolaydır.

Romandan bir alıntıyla;

“Anne ! Bu ona o kadar uzak gelen bir kavramdı ki …

İnsanların annesiz dünyaya gelemeyeceklerini pekiyi bildiği

halde kendisinin bir anne sahibi olmuş bulunmasına ihtimal veremiyordu.

Bir kadın … Acaba hakikaten kendisini karnında taşımış, onu

kanıyla beslemiş ve ona hayat vermek için ızdırap çekmiş bir kadın

var mıydı?”

Annesizlik teması, yine ruhsal olarak bir travmayı barındırmasının yanı sıra oldukça gerçek de bir kayıp ve travma deneyimidir. Annesini erken yaşta kaybeden Madak’ın, Suat Derviş’in Fosforlusuyla yakınlaştığı o kadar çok dizesi vardır ki, bazılarını seçerek aktarmam gerekiyor, hepsine yer vermek olanaksız olacaktır.

“Kimi gün öylesine yalnızdım

Derdimi annemin fotoğrafına anlattım.

Annem ki beyaz bir kadındır

Ölüsünü şiirle yıkadım.

Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım

Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım…”

Fofsorlu Cevriye’nin âşık olduğu adamla son gecesi ise hem bir ayrılık hem bir kavuşma sahnesi gibidir. Cevriye tarifsiz bir mutluluk yaşarken aynı zamanda sevdiği adamın yaşamındaki bilinmezliğin acısını duyumsuyordu. Aynı anda mutluluktan dans etmek isterken, acı da çekiyordu:

“Zil takıp ne güzel kıvırabilirim bir laterna olsaydı… Mecidiyeköy’deki

gazinoda ve Galata’da Yorgi’nin meyhanesinde birer

eski laterna vardı. Cevriye keyiflendi mi oralarda bu laternaların

sapını tutar, çevirir, çevirirdi. Laterna çalardı.”

Didem Madak Laterna şiirinde ise şöyle der,

“İhmal edilmiş çocukluğun,

Epeski bir yoksulluğun Yamalarını yüzünde taşırdı

Kimse öpmezdi, Kimse

Yüzünün titrek sesini dinlemezdi

İçime dokunan bir halin vardı

Yalnızlığını kazısam Altından

Vahşi bir Puhu kuşu çıkardı

Hayata benzeyen bir yanın vardı

Puslu bir güne saklanan Karanlık

Bir suskunluğu ikiye ayıran

Bir tabelaydı Frankfurttaydı

Seni sevişim bir laternaydı

Hep aynı şarkıyı çalardı.”

Fosfrolu Cevriye sevdiği adam uğruna elinden ne gelirse yapmaya hazır bir sokak kızıydı…Bir yanıyla kural nedir bilmeyen, otoriteyle başı hep dertte, kimsesiz ve haz peşinde biriyken, bir diğer yandan acı veren bir aşka şiddetle bağlanan ve narsisistik yatırımdan vazgeçip, nesneye yoğun bir aşk ile bağlanan birine dönüşür. Yaşam ve ölüm arasındaki ikili dürtüselliği hissedecek ve seçimini yıkıcı bir aşktan yana yapacaktır.

Didem Madak şiirlerinde izlerini sürdüğüm kadınsı söylem ve kadın yaşantıları ile, Suat Derviş’in Fosforlu Cevriye’sinin sokaklarda geçen yaşamıyla ve zorluklarıyla, yoksulluğuyla sayısız çağrışımsal bağlantı kurabileceğimi düşünüyorum. Şehriban Kaya, Suat Derviş’in “Romanlarında Kadın karakterler” adlı makalesinde, şöyle der, “Suat Derviş’in romanlarının ağırlıklı olarak kadın karakterlere sahip olması, kadınların yaşadıkları aşklarla yaşadıkları dönüşümler hayal kırıklıkları, kendilerini ve etraflarındaki toplumsal düzeni sorgulamaları Suat Derviş’in romanlarını kadın edebiyatı içinde değerlendirmemiz gerektiğinin kanıtıdır.”

Didem Madak ise sevgili dostu Müjde Bilir’e verdiği bir röportajında şöyle der, ““Hayatımla ve bir kadın oluşumla ilgili çözemediğim bazı meselelerim var. Bütün bunlar yokmuş gibi davranıp kitabi şiirler yazamam. Şiirlerim ütüsüz ve buruşuk gezdirdiğim ruhumun diyeti bence. Bu yüzden hepsi benden parçalarla dolu. Bu yüzden biraz ‘kadınsı’, durup dururken bağıran şiirler.”

İki yazarın belki de kadın olmak, dönemin edebiyatı içinde kendilerini ispatlamak, Suat Derviş’in kendi dönemi içinde ona verilen “yazar” unvanı üzerinden verdiği mücadele ile Didem Madak’ın “şair kadın” olarak kendini kabul ettirme savaşı ortak gibidir. Belki de yazılarındaki karakterlerin bu denli benzeşmesi bir tesadüften çok, benzer bir mücadelenin paydaşı olmalarıyla ilgilidir.

Fosforlu Cevriye’ye yakışacak şu Didem Madak dizeleriyle bitirmek istiyorum,

“Yıllardır kendini bulutlarda saklayan illegal bir yağmurum.

Bir yağsam pahalıya malolacağım.

Ben bir bodrum kat kızıyım bayım

Yalnızlıktan başka imparator tanımaz bodrumum”