.

Tarık Dursun K.’nın Hikâyelerindeki İzler: Toplumsal Yansıma ve Duygusal Çatışmalar

Burak Bıyıklı

Tarık Dursun K. (asıl adı Dursun Tarık), 1931’de İzmir’de doğdu. Eğitim hayatına İzmir ve Ankara’da başladı, çeşitli işlerde çalıştı ve 1949’da yazarlık kariyerine sinema eleştirileriyle adım attı. 1962’de sinema yönetmenliğine geçti ve birçok film yönetti. Yazarlık kariyerinde hikâye, roman, masal, deneme ve senaryo gibi çeşitli türlerde eserler verdi; en çok hikâyeleriyle tanındı. Eserlerinde toplumsal sorunlara değinerek, kent ve kasaba yaşamını ele aldı.

Sanat Kritik’in başlattığı Sait Faik Hikâye Armağanı Dosyası’nda bu ay, Tarık Dursun’un 1966 yılında Kurul Yayınevi’nden çıkan ve 1967’de Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanan Yabanın Adamları adlı hikâye kitabını inceleyeceğiz. Bu eser, irili ufaklı on dört hikâyeden oluşmaktadır. Kitabın başında “Nermin İçin” ibaresi yer almakta, yazar bu eseri eşi Nermin Tok’a ithaf ediyor.

Tarık Dursun K.

Eserinin ilk öyküsü “Açık Kapı” adını taşıyor. Öykü, “Annem öldü. Çıktığım gün öğrendim bunu. Kaldırmak için bekletmişler. «Hep seni andı, son nefesine kadar…>> dediler.”  Cümlesi ile başlıyor.

“Güneş; o yıllardır dışardan doğup battığını göremediğim güneş -oysa öneminin bu denli güçlü olduğunu sonra anladımdı- pencereden ağır ağır dönüyordu. Camın arkasından sokak vardı: İlkten bir at arabasının geçişini gördüm: at arabasının arkasından gürültü ile bir kamyon geçti, sonra birkaç insan… Kadın mı, erkek mi seçemedim.”

Tarık Dursun, mekân hakkında hiçbir şeyden söz etmiyor. Ancak biz anlıyoruz ki öykü, cezaevinden çıkmakta olan bir mahkûmun, yani Hasan’ın müdüriyet odasındaki son izlenimlerinin anlatısı. Yazar, Hasan’ın neden mahkûm olduğunu ve ne kadar süre yattığını belirtmiyor. Ancak, 1970 yılında kaleme aldığı Kopuk Takımı adlı romanında, Sinço, Amerikalı ve Doktor karakterleri üzerinden ilerleyen kurgusunda Hasan, genelev kadını Günay yüzünden bir adamı öldürerek hapse giriyor. Hapiste kaldığı süre zarfında büyükannesi ve büyükbabası vefat ediyor. Yedi yıl sonra dışarı çıktığında, annesinin de öldüğünü öğreniyor ve cenaze işlemleri için kendisini beklediklerini öğreniyor. “Açık Kapı”, bu kesitin bir öyküsüdür.

“Merdivenleri bu kez, ben önde o arkada indik. Aşağıda, aralıktaki tahta kanapede oturan babamla Amerikalı beni görünce ayağa kalktılar. Amerikalı koştu, sarıldı. Omuzundan babamla bakıştık. Yarı kırgın, yarı mutlu duruyordu.

«Geçmiş olsun Sinço!» dedi Amerikalı.”

Babasının yarı kırgın olmasının nedeni; eşinin ölümü, mutlu olmasının sebebi ise Hasan’ın cezaevinden çıkışı. Belki de babanın kırgın olmasının nedeni Hasan’ın bu süreçte kendisini yalnız bırakmasıdır. Çünkü öykü boyunca baba, Hasan’a umut dolu gözlerle bakıyor. Eşinin ölümüyle baş etmeye çalışıyor. Dikkat çeken bir diğer husus ise, babanın dışında herkesin Hasan’a “Sinço” diye hitap etmesidir. Bu, Hasan’a verilen bir lakaptır. Arkadaşlarının da farklı lakapları var; Amerikalı, Pepe, Doktor…

Tarık Dursun 2014 yılında Yeni Asır gazetesine verdiği bir röportajda Hasan karakteri hakkında şunları söylüyor;

“- Kopuk Takımı’nda Sinço ve onun üzerinden giden bir hikâye var. Sinço’nun hikayesi nasıl oluştu?
– Sinço, yani Hasan asker arkadaşım Hasan Göksu’dur. Gerçek bir hikâyeden yola çıkarak yazdım bu romanı.”

“Gözümün önündeki aklı karalı uçuşmalar dindi. Dişlerimi sıkmayı bıraktım yürüdüm. Topu topu on adımlık bir araydı: BirİkiÜçDörtBeşAltı

Taş duvarlar gerilere çekiliyordu: YediSekiz

Kapıya, elimi uzatsam dokunabilirdim. Tuttum. Demirin soğukluğunu o an, beynimde duydum.

Gözlerimi yumup adımımı kapının eşiğinden dışarı attım: On…”

Hasan, cezaevinden dışarıya açılan bu kapıya tedirgin bir şekilde adım atıyor. Adımlarını sayıyor ve yazar, bu adımları kalın puntolarla vurguluyor. Bu durum, onun adımlarına ağırlık ve çekingenlik katıyor. Kapının arkasındaki dünya, onu çekse de geçmişte yaşadığı korkular ve deneyimler geri adım atma tereddüttü yaratıyor. Babası, Amerikalı ve Hasan, eve doğru ilerlerken birçok binanın yıkıldığını ve bildiği şeylerin yerinde olmadığını görüyor. Denizin kenarında birlikte oturduklarında, babası Hasan’a annesinin ölüm haberini veriyor.

Birden sesler kesildi, hiç birşey duymadım: Deniz yükseldi, kabardı, üzerime doğru yürüdü. Kulaklarımda yıldırımlı bir vınlama başladı. Dinmesini bekledim.

Deniz geri çekildi, vınlama durdu, uğultular sessizlikle yer değiştirdiler.

Yazar, denizin kabarmasıyla içindeki hüznün coşkusunu ifade ediyor. Hasan için süregelen yaşam, anlık bir şiddetli değişim geçiriyor; fakat bu durum uzun sürmüyor. Ardından, uzun bir sessizlik başlıyor ve Hasan bu durumu içsel olarak yaşıyor. Babasına ve Amerikalı’ya belli etmeden metanetle karşılıyor ve evin yolunu tutuyorlar. Hasan, bu yol güzergahında Basmane, Tepecik, Hamam Sokağı ve Kızılçullu gibi İzmir’in semtlerinden geçiyor. Yazar, Yeni Asır gazetesindeki bir röportajında İzmir’in ilçelerini kullanmayı sevdiğini ifade ediyor. Bugün, Hasan’ın hikâyesinin gerçek bir durumdan yola çıkarak kaleme alındığını biliyoruz; ancak öyküde geçen mekânların bu olaylarla ilgili gerçekliği hakkında kesin bir şey söylemek zor.

Hasan mahalleye geldiğinde, hiçbir değişiklik olmadığını görmesi dikkat çekici bir durum. Dönüş yolunda yıkılan binaları ve değişen meydanları yabancı gözlerle seyrederken, kendi mahallesini yedi yıl önceki gibi buluyor; hiçbir şey değişmemiş. Değişimin kötü yanları olabileceği gibi, olumlu sonuçlar da doğurabilir. Ancak Hasan’ın yaşamında ne kişiler ne de mekânlar değişkenlik göstermiş.

Bizim dükkân kapalıydı. Çengeller boştu. Vitrinin büyük camı sinek pislikleriyle doluydu. Kapının tellerinden ağır bir et kokusu sokağa taşıyordu. Babam kolumu tuttu, sıktı:

«Yarın açarım…» dedi. «Sen geldin ya, yarın açarız artık…»

Dükkânın camının sinek pislikleriyle dolu olması ve kapıdan sızan bozuk et kokusu, dükkânın uzun bir süre kapalı kaldığını gösteriyor. Bu süreçte baba, yalnızca eşinin yanında olduğunu hissettiriyor. Hasan’ı yarı kırgın yarı mutlu karşılaması, onun bu süreçte yanında olacağına olan inancından kaynaklanıyor. Eşinin ölümünün ardından Hasan, babası için tutunacağı bir dal hâline geliyor.

“Yarınlı Gece”, Yabanın Adamları’nın ikinci öyküsü olarak, Iraz ve Mustafa’nın düğün gecesini ve bu geceyi saran yoğun duygusal atmosferi anlatıyor. Hikâye, karanlık ve sessiz bir odada başlıyor; dış dünyadan tamamen kopmuş bir mekân tasvir ediliyor. Avludaki insanlar, çalgıcıların sesleri yavaşça uzaklaşırken, bu kalabalık gürültü yerini huzurlu bir sessizliğe bırakıyor. O an, zamanın olağanın dışında durduğunu hissettiriyor; bu karanlık oda, yalnızca Iraz ve Mustafa’nın baş başa kaldığı bir sığınak gibi. Yazar, ortamı mandalina çiçeği kokusuyla ve akşamı rakının şaraba dönüşmesiyle tasvir ediyor. Yazar, bu betimlemeler ile gün batımına yakın bir zamanı işaret ediyor. Zamanın kaybolduğu bu anlarda, Iraz’ın ismi “boyun eğen” anlamına gelirken, Mustafa tedirginlik yaşıyor. Ancak Iraz, bu durağan zamanda tepki göstermiyor. Yazar, bu durumu gerçekçi bir üslupla uzun uzun tasvir ediyor, diyaloglar yerine kendi anlatımıyla okuyucuya sesleniyor.Bu anlatı da dikkati çeken diğer bir husus ise öykünün “Yarınlı Gece” ismi, bu birlikteliğin bir gelecek vadettiğini çağrıştırıyor. Gelecek umutlarıyla dolu bir geceyi sembolize ediyor.

“Eski Babam” başlıklı öyküsü ise adından da anlaşılacağı üzere bir çocuğun öngörüsünde babası ve kendisini konu ediniyor. Yazar, öyküsüne şu paragraf ile başlıyor;

“Babamı, uzun boylu görmüşlüğüm yoktur. İyi adam mıydı, kötünün kötüsü mü; pek bir şey diyemiyeceğim. Çocukluğunda herkes babasını delice sevmiştir. Ben de severdim babamı. Bolluk yıllarıydı üstelik. Maliyede memurdu; akşamları, annem taraçaya bir masa hazırlardı. Taraçadan şehir ayaklar altındaymış gibi görünürdü. Kalın sıcak bir sesle şarkı söylerdi babam. Annemin kadehine rakı korken eli titredi; işlemeli masa örtüsünün pilelerine rakı dökülürdü. Babam, annemin bu acemiliğine kalın kalın gülerdi.

Babam, evini, karısını, iki çocuğunu bırakıp gittiği zaman; yedi yaşındaydım. İlkokula gidiyordum. Sonbahardı. Okul önlüğüyleydim.”

Tarık Dursun Kakınç, ilkokul dördüncü sınıftayken babasının evi terk etmesi ve annesinin İzmir Yeniasır Klişehanesi’nde çalışan Muzaffer Gögen ile evlenmesi sonucu çocukluğunu Ankara, Balıkesir gibi şehirlerde geçirdi. Bu süreç, onun ailesel sorunlar yaşamasına neden oldu. Ailesinin dağılması, onun hayatında derin izler bıraktı ve bu deneyimlerini “Eski Babam” adlı öyküsünde benöyküsel bir anlatımla dile getiriyor.

Öyküde, Tarık Dursun’un çocukluk anılarını ve geçirdiği zorlu süreçleri birkaç sayfa kâğıda aktardığı görüyoruz. Yazar, karakterinin adını doğrudan vermese de kendi biyografisinden yola çıkarak okuyucuya önemli mesajlar iletiyor. Öyküdeki diyaloglarda çocukların dilini ustaca yansıtarak, masum bir bakış açısı sunuyor; örneğin, Doğan’a “Doga” demesi gibi. Bu tür ifadeler, okuyucuya karakterin çocukluğuna dair derin bir hissetme imkânı tanıyor.

Başkarakter, oyunlarda yenilince çocukların annesine küfrediyor, saklambaçta ebe olmamak için arkadaşlarını dövüyor. Bu durum, onun sorunlu bir çocukluk geçirdiğini açıkça gösteriyor. Tarık Dursun’un yaşadığı içsel çatışmalar, öykünün derinliklerinde kendini hissettiriyor. Babası, onu okul önlüğü ile “diringa” oynarken bulduğunda, bu an Tarık Dursun’un gerçek yaşamındaki zorlukların daha belirgin hâle gelmesini sağlıyor. Yazarın, ortaokul diplomasını alarak okulu terk ettiğini düşündüğümüzde, öykü adeta onun hayatına bir ayna tutuyor.

Babası ile zeytin tarlalarının arasından denize bakan çocuk, gemilerin nereye gittiğini merak ediyor. Baba, sürekli İstanbul’un adını anıyor. İstanbul’un çarşılarından, pazarlarından, camilerinden söz ediyor. Çocuk, babasının kendisini de götürmesini istediğinde baba, burada annesinin yanında kalması gerektiğini söylüyor.

Babası, ona İstanbul’un güzelliklerini anlatırken bile, burada kalmalısın, diyor. Çocuk, içindeki derin özlemi hissediyor. Annesinin yanında kalmanın zorunluluğu ile babasının yanında olma isteği arasında kalıyor.

“«Gitme» dedim. «Gitme sen…» Sesim titriyordu. Kendimi sınırsız küçülmüş, zayıflamış hissettim.

«Gitmezsin değil mi?» dedim yeniden.”

Bu satırlar aslında bir yalvarış. Ancak baba gittiğinde, bu sevgi, özlem, rica ve masumiyet birden öfke, kine, hınca ve kırılmışlığa dönüşüyor. Tarık Dursun, öyküsüne “Eski Babam” adını vermesiyle, şüphesiz çocukluğun izleklerinde kalmış olan o cana yakın, samimi baba figürünün geçmişte kaldığını hatırlatıyor.

Yazar, öykünün başında şunları ifade ediyordu: “Çocukluğunda herkes babasını delice sevmiştir. Ben de severdim babamı.” Dursun, başlıktaki ve bu cümledeki geçmiş zaman takısını alelade kullanmıyor. Bu ifadeler, birbirleriyle örüntülü bir şekilde ilerliyor. Yazar, hatırındaki babası ile evi terk eden babasının, geçmiş ve şu an arasındaki iç hesaplaşmasını ustaca anlatıyor. Bu hesaplaşma hem geçmişe duyulan özlemi hem de terk edilmenin getirdiği duygusal çatışmayı açığa çıkarıyor. Öykü boyunca, babanın yokluğunun yarattığı karmaşa, çocuğun ruh dünyasında derin izler bırakıyor. Tarık Dursun, bu karmaşayı aktarırken, bir çocuğun masumiyetini dile getiriyor.

Tarık Dursun K.

Diğer bir öyküsü “İskenderun-Ante’ke” Yazar, İskenderun’dan Antakya’ya kalkmadan önce durakta bekleyen bir otobüsün içerisinde beklediği anın bir anlatısı. Tarık Dursun, içerideki şoför, muavin ve yolculara dair izlenimlerini anlatıyor. İlk olarak perspektifini şoföre tutuyor.

“«Ben evliyim- der-üç çocuk babasıyım ben. Çocuklarımı bir görseniz…» der, ya da öyle demez de, sizin içinizden bunun gibi sıcak, buna benzer şeyler geçirtici insanlar vardır…

Şoför de o biçimdi işte.”

Yazar, şoförü şöyle tanımlıyor: İkinci uğrağı muavin. Muavinini de ondan farksız görüyor; o kadar benziyorlar ki, muavinin şoföre mi yoksa şoförün muavinine mi benzediğini ayırt edemiyor. Dursun’un başka bir perspektifinde, kucağında bebeğiyle oturan genç bir kadın ile ihtiyar bir adam dikkatini çekiyor. Hayata yeni bir başlangıç yapan bu birey ile hayata veda etmek üzere olanı aynı koltukta yan yana görüyor. Bir diğer zıt durum ise bir hayat kadını ile mektepli bir çocuğun bakışmaları. Yazar, tecrübe ve tecrübesizlikten doğan bu durumu ele alırken, onların bakışmalarını şöyle tasvir ediyor:

“Kadının bu hali gözlüklü-bıyıklı oğlanı bitirecekti az daha; içinden «Eh,» diye geçirdi; «tamam! Avladık. Tabii, bir baktım, içi gitti karının…»

Kadınsa: «Toy delikanlı» dedi. «Nasıl da bakıverince utandı benden. Hiç görmemiş midir nedir? Belli, mektepli.»”

Daha sonra arka koltuğa oturmuş köylüleri görüyoruz. Bunlardan biri siyah saten potur giymiş ve ekmekle peynir yiyor. Diğeri ise kafasını camdan uzatmış, dışarıda onu uğurlayan köylüyle sohbet ediyor. Darı ve buğday tarlaları hakkında konuşuyorlar; dışarıdaki ürünlerin hasat edilmesi için yardım istiyor, ama diğer köylü pek ilgilenmiyor. Kendi hasadını düşünüyor ve otobüs kalktığında öykü böylece sona eriyor.

Tarık Dursun, birbirine zıt kavramları ve karakterleri öyküsüne davet etse de bunları sembolist kavramlar olarak ele almak oldukça zor. Dursun, öyküsünü realist izlenimler üzerine inşa ediyor ve durumları gördüğü boyutlarla ele alıyor. Ancak, kadın ile öğrenci arasındaki bakışmalardan doğan bir diyaloğa yer veriyor; bunun dışındaki her şey, onun gördüğü kadarıyla anlatılıyor.

“Kürtaj” isimli öykü, bir doktorun muayenehanesinde geçiyor. Hacı, Lütfiye ile olan birlikteliğinden oluşan bir bebeği aldırmak için doktorla konuşuyor. Öyküde Hacı, Hoca adıyla da anılıyor. “Hacı” unvanı, hac ibadetini yerine getiren kişilere verilen bir terimdir; genellikle hacca giden Müslümanlar için kullanılır. “Hoca” ise eğitim veren veya dini bilgiye sahip olan kişilere hitap eder.

Hacı, bebeğin dört ayı geçmiş olmasına rağmen aldırılmasını istiyor. Doktorla arasında geçen diyalog ise dikkat çekici:

«Karışmam, Allahtan korkarım…»
Hacı güler:
«Geç Allah’ı! Kaça patlayacak bana?»
Doktor başını eğiyor.
«Günah! Bırakın kalsın da doğsun…»

Bu bağlamda, Hacı’ya hitap edilen terimler, onun karakteriyle örtüşmüyor. O kadar ileri gidiyor ki, Lütfiye’nin bu ameliyattan çıkamaması durumunda ölüm sebebini farklı yazdırabileceğini söyler; çünkü savcı ve valiyle yakın olduğunu iddia eder. Böylece Hacı’nın, Hoca olarak anılmasının yalnızca çevresindeki insanlar tarafından değil, devlet kademelerinde de bir yerinin olduğuna işaret eder.

Doktor bu duruma karşı olsa da etiğini para karşılığında bir kenara bırakıyor. Lütfiye, kürtaj için soyunduğunda içinden şu düşünceleri geçiriyor:

«Vah fıkaram, kadın olmanın belâsı işte! Topuz gibi de. Böyle karıya azmayıp da kime azacak Hacı deyyusu? Taşın taşı!»

Öykü boyunca Lütfiye’nin ilk kürtajı olmadığı anlaşılıyor. Hacı ile Lütfiye bu durumu daha önce de yaşamış, fakat Lütfiye hâlâ buna alışamamış. Soyunduğunda soğuk terler döküyor, utanıyor ve ne yapacağını bilemiyor. Hemşire, ondan soyunmasını, sütyenini ve iç çamaşırını çıkarmasını istiyor. Lütfiye bu duruma alışık olsa da bunu isteyerek yapmıyor; istemsizce gerçekleşiyor.

Okur, Lütfiye’nin rızası dışında bir durumla karşı karşıya kaldığını düşünse de yazar, Lütfiye hakkında başka bir şey dile getirmiyor. Bu durum, onun içsel çatışmalarını ve çaresizliğini derinleştiriyor.

Tarık Dursun’un öykülerini temalar açısından incelediğimizde, “Kürtaj” ve “Zühre” adlı öyküler arasında belirgin benzerlikler olduğunu görüyoruz. Yabanın Adamları’nın on birinci öyküsü olmasına rağmen, “Kürtaj” ile olan ilişkisi nedeniyle bu iki eseri birlikte değerlendirmeyi daha uygun buluyoruz.

Öykü, Zühre adındaki genç bir kadının hayatını merkez alıyor. Zühre, bir mahallede annesiyle birlikte çamaşır yıkayarak geçimini sağlıyor. Annesi, elindeki bir asker gömleğini leğende yıkarken, Zühre yatağında sigara içiyor. Anne, Zühre’ye şikâyet eden bir tavırla sert sözler sarf ediyor. Zühre de annesine aynı sertlikte cevap veriyor. Annesi, ona şöyle diyor:

“Öteki gözün de kör olsun da sürün inşallah, emi!”

Zühre, sağ gözünü kaybetmiş ama bunun nedenini bilmiyoruz. Annesinin elindeki çamaşırları alarak onu çay koyması için mutfağa yönlendiriyor. Bu sırada iki asker evin kapısını çalıyor. Biri iri yarı, diğeri ise zayıf; Zühre’ye çamaşır getirdiklerini söylüyorlar, ama farklı bir amaçla içeri giriyorlar. Zühre, hangisinin müşteri olduğunu soruyor ve evde sıska askerle baş başa kalıyor. O esnada annesi ve iri yarı asker evden uzaklaşıyorlar.

Yazar, “Kürtaj” isimli öyküsündeki Lütfiye ile “Zühre” adlı öyküsündeki Zühre’yi farklı zıtlıklar üzerinden konumlandırıyor. Lütfiye, daha saf ve çaresiz bir kadının öyküsünü işlerken, Zühre kendi iradesiyle bu durumu kabul eden bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Annesinin ondan şikâyet etmesi ve sitemlerde bulunması, Zühre’nin bu durumları sürekli yaşadığını ve artık buna tahammül edemediğini düşündürüyor.

Bu iki kadın arasındaki zıtlık, toplumdaki kadınların maruz kaldığı baskıların ve seçimlerin farklı yüzlerini ortaya koyuyor.

Yabanın Adamları’nın son öyküsü olan “Filo”yu da bu tematik örgüde inceleyebiliriz. Üç arkadaş, içtikten sonra arabayla cadde boyunca giderken “filo” olarak tanımladıkları bir hayat kadınıyla olan diyalogları etrafında şekilleniyor. Yazar, bu öyküyü ilahi bir bakış açısıyla anlatmıyor; birinci tekil kişi olarak okura sesleniyor ve yazar, bu üç arkadaştan biri olarak karşımıza çıkıyor.

«Gel hadi» dedim. Çok kalabalık değiliz. Üç kişi toputopu. Hem, hepsi temiz çocuklar.» Filo durdu. Paketi çıkardım, yeni bir cıgara yaktım.

Filo gözleri yerde düşünüyordu. İskarpininin burnunu, kaldırıma yapışmış bir çukulata kâğıdını kazıyıp çıkarana kadar sürttü.

«Bu akşam canım istemiyor» dedi. «Gezeyim dolaşayım istiyorum ben..»

Kadın, canının sıkkın olduğunu ve yalnızca yürümek istediğini ifade etse de üç arkadaş hala diretiyor. Onlar kadına para teklif etseler de kadın bunu kabul etmiyor. Bu üç arkadaşın bu durumu kabullenememesinin nedeni, toplumun bireye yüklediği standartlar. Eğer birey bu standartların dışına çıkarsa, toplum tarafından kabul edilmiyor. Kadının cadde boyu tek başına gezmesi, erkeklerde farklı düşünceler uyandırıyor. Kimse bu kadının bir derdi olduğunu, canının sıkkın olduğunu ve yalnızca hava almak için yürümek istediğini kabul etmiyor.

Hayat kadınının duyguları ve hisleri olduğu unutuluyor; ona verilen rol etrafında konumlandırıyorlar. Tarık Dursun, “Kürtaj” ve “Filo” adlı öykülerinde, bu durumları eleştirerek derin bir sosyal eleştiri sunuyor. Kadınların yaşadığı baskılar ve toplumun dayattığı normlar, öykülerde belirgin bir şekilde işleniyor. Dursun, karakterleri üzerinden bu sorunları gözler önüne sererek, okuyucunun düşünmesini sağlıyor.

“Aşkın ‘E’ Hali” isminden de anlaşılacağı üzere aşkın çeşitli halleri, durumları ve yöntemleri için kullanılan bir ifadedir. “Aşkın ‘E’ Hali” aşkın farklı hâlleri ve durumları üzerine derinlemesine bir inceleme sunuyor. Öykü, üç bölümden oluşuyor. Yazar, burada bir erkek ve bir kadının aşkını bu üç bölümde değişik açılardan ele alıyor.

Birinci bölümde, evlerinden gizlice kaçan iki genç, deniz kenarında sohbet ediyor. Erkek, kadını sinemaya davet ediyor, ancak kadın karanlıktan sıkıldığını dile getiriyor. Sonrasında erkek, arkadaşlarının evde olmadığını belirtiyor. Bu arkadaşlar Kemal ve Amerikalı olarak anılıyor. Yazımız da bu karakterler hakkında detaylı bilgi verdiğimiz için tekrardan geri dönmeye lüzum bulmuyoruz.

İkinci bölüm, iki gencin evde baş başa kalmalarıyla başlıyor. Erkek, kadına yakınlaşmaya çalışıyor, fakat kadın rızasız olarak “Işığı söndür! N’olur söndür.” diyerek tepki veriyor. İlk bölümde karanlıktan sıkılan kadın, şimdi karanlık olmasını istiyor; bu, saklanması gereken şeylerin olduğu bir örtü hâline geliyor.

Üçüncü bölümde, erkek, Ayfer’in rızası dışında zorla ilerliyor. Ayfer, ağlıyor ve evden çıkmak için hazırlanıyor. Tarık Dursun’un öyküsüne “Aşkın ‘E’ Hali” adını vermesi, aşkın karmaşık doğasına ve bireyler üzerindeki etkilerine dikkat çekiyor. Ayfer için aşk, bu şekilde tanımlanamazken, erkek için farklı bir anlam kazanıyor. Bu durum, aşkın bireyler üzerindeki iktidar ilişkilerini ve duygusal karmaşıklığını açığa çıkarıyor.

“Haydarlı Ev” öyküsü, birinci tekil kişi ağzından anlatılıyor ve başkarakterin adını bilmiyoruz. Umumhanedeki bir tabloya bakarken buluyoruz kendisini. Bu tablo, bir yelkenli kayık, denizin maviliği, bulutlar ve iki kaleden oluşuyor. Kalelerin kulelerine sümbüller tırmanıyor. Tablodaki dalgasız derin deniz, rüzgâra fazla direnci olmayan yelkenli, ilkbahar ve yaz mevsimlerini çağrıştırıyor. Ancak öykünün mevsimi kış ve kar yağıyor. Sobadan düşen kızıllık tablonun üzerine yansıyor ve yazar, bu anı savaşın manzarasına benzetiyor.

Umumhanede başkarakterle birlikte üç erkek ve beş kadın bulunuyor. Yazar, bakışlarını tablodan ayırarak kadınlar üzerine yoğunlaşıyor; ancak bu kadınların isimlerini değil, rujlarını düşünerek onları canlandırıyor. Karanfil rujlu kadın, en genç olanı; bedeninin hiç eskimeyeceğini düşünüyor. Gül rujlu kadın için ise güzel mi çirkin mi karar veremiyor; teninin esmer olması bu durumu zorlaştırıyor. Tablodaki kulelerden birinde onun olabileceğini tasavvur ediyor.

Et kırmızı rujlu kadın için bir anne figürü canlandırıyor, onu mutlu bir aile çatısı altında hayal ediyor. Dördüncü kadının ismi Sevil; genç bir kadın olarak onu tasavvur ediyor. Yazar, kulede bekleyen kadının Sevil olması gerektiğini düşünüyor. Beşinci ve sonuncu kadın ise Gülay. Gülay, dışarıda yağan yağmura rağmen aşığı Haydar’ı bekliyor. Haydar’ın gelmesiyle, başkarakterin gözündeki tablo siliniyor. Tabloda karanlık çöküyor, yelkenli karadan uzaklaşıyor ve sümbül tırmanan kulelerin üzerine sisler iniyor. Karakterin tablosuna atfettiği masumiyet, sıcaklık ve saflık bir anda hınç, öfke ve karanlığa dönüşüyor.

Yazar, 1970 yılında kaleme aldığı “Kopuk Takımı” romanında Sinço, Amerikalı ve Doktor karakterleri üzerinden ilerleyen kurgusunda, Hasan’ın genelev kadını Günay yüzünden bir adamı öldürerek hapse girdiğini biliyoruz. Bu durumda, öyküdeki bütün düşüncelerin Hasan’a ait olduğu anlaşılıyor.

Tarık Dursun, “Sabah Olmasın” başlıklı öyküsünü Osman F. Seden’e ithaf etmiştir. Seden’in öykülerinde toplumsal olaylara ve bireyin iç dünyasına odaklanması, Dursun’un bu öyküsüyle arasında bir bağlantı kurmamızı sağlıyor. Öykü, çeşme başında geçiyor ve küçük çocuğuyla su taşıyan bir anne olan Has’nanım ile başlıyor. Dursun, Has’nanım’ı Anadolu’dan gelen, kadına ait incelikten uzak bir kadın olarak tasvir ediyor. Has’nanım, elindeki ağırlığa rağmen hiç eğilmeden su kovalarını taşıyor. Yazar, Anadolu kadınlarının ağır işlere alışık olduğunu ve bu nedenle güçlü bir şekilde tanımlandıklarını vurguluyor.

Dinlenmek için arazide durduğunda, küçük oğlu hiç durmadan çalışmaya devam ediyor. Yazar, çocuğu da kuvvetli bir insan olarak gösteriyor; aslında dinlenmesi gereken bir çocuk olmasına rağmen, onun da işin içinde aktif rol alması dikkat çekici. Has’nanım ve oğlunun suları getirdiği yerde, insanların toplandığı bir inşaat var. İnsanlar, taşıdıkları sularla çamur karıyor ve bir gecekondu inşa etmeye çalışıyorlar. Nöbette bekleyen insanlar, devriye atan zabıtlardan korkuyorlar.

Öykünün sonunda, bu gecekondu mahallesinin büyük bir fabrikanın karşısında konumlandığını görüyoruz. Mahalleli, fabrikanın inşa ettikleri mahallenin yıkılmasından endişe ediyor. Burada küçük kültür ile büyük kültür arasında bir çatışma ortaya çıkıyor. Büyük kültür, kapitalizmin yarattığı fabrikalar ve onların gücü olarak karşımıza çıkarken, küçük kültür, fabrikanın ve zabıtların karşısında direnmeye çalışan mahalleli olarak beliriyor. Bu durum, kolektif bir toplumu yansıtıyor.

Öykünün sonunda, devriye atan zabıtların mahalleye doğru yöneldiğini öğrenen muhtarın sözleriyle hikâye son buluyor. Bu hem gerilimi artırıyor hem de mahallelinin geleceği üzerindeki belirsizliği vurguluyor.

«Ulan bu ne bu ne? Bu namussuzluk değil de ne bu? dedi. Soludu. Hadi bakalım. gidelim de perdeyi açalım, herkes rolüne çıksın..»

“Tutanak” adlı öykü, karakterler ve kurgu açısından Yaşar Kemal’in “Teneke” romanını hatırlatıyor ve adeta onun bir öyküleştirilmiş hali olarak karşımıza çıkıyor. Mekân Zonguldak, Karadeniz bölgesinde geçiyor. Öykünün başında, muhtarla konuşan Dul Şekibe’nin oğlu, muhtarı kanunsuzlukla itham ediyor. Ardından, köy öğretmeninin yanına gidiyor ama beklediği tepkiyi bulamıyor…

“«Önceki öğretmeni bildin mi Dul Şekibenin oğlu?» dedi. «Karşı çıktı da n’oldu o öğretmen? Kuyruğuna teneke bağlamadılar mı? Ankaralardan tezkeresi gelmedi mi? Anadolunun en doğusuna, kurtlar kuşlar diyarına uçurulmadı mı?»”

Öğretmen, önceki öğretmenin başına gelenleri hatırlatarak, “Karşı çıktı da n’oldu o öğretmen? Kuyruğuna teneke bağlamadılar mı?” şeklinde bir yorumda bulunuyor. Bu cümle, “Teneke”deki Kaymakam Fikret Irmaklı’yı akla getiriyor. Fikret Irmaklı, çeltikçilerin başlattığı mücadelenin ardından Adana’dan Kars’a tayin edilir. Köylüler, kaymakamın ayrılmasını teneke çalarak kutlarlar.

“Tarladan bitmedik buğdayı borçlayıp köylü kısmısının elinden almak kanunlu mu? Dükkancılık yapıp köylü kısmısını borçla gırtlanmak kanunlu mu? Allahın bir akar deresini benim arazimden çıkıyor, dileyene veririm, dileyene vermem demek kanunlu? Bir koca dereyi bağlamak kanunlu mu?”

“Tutanak” öyküsünde de, Kör Harun ve Dul Şekibe’nin oğlu benzer bir mücadele içindedir. Kör Harun’un, köylülerin borçlandırılması ve doğal kaynakların kötü yönetilmesi konusundaki öfkesi, “Teneke”deki Okçuoğlu karakterine benzer. Harun, “Tarladan bitmedik buğdayı borçlayıp köylü kısmısının elinden almak kanunlu mu?” diyerek adalet arayışını dile getiriyor.

Dul Şekibe’nin oğlu, kaymakama başvurmasına rağmen umduğunu bulamaz. Hükümet, kaymakam ve muhtar hiçbir yardımda bulunmaz. Sonunda, Dul Şekibe’nin oğlu ve kardeşi Zehra’nın evi kundaklanır. Umutsuzluğa kapılan Şekibe’nin oğlu, kardeşini Sünbül Halası’na emanet ettikten sonra Veli Dağı’na doğru yola çıkar. Öykü burada sona ererken, toplumsal adaletsizliğin ve bireylerin yaşadığı zor durumların altını çizer.

“Memurum, Memursun, Memur” adlı öykü, Tarık Dursun’un bir memurun kısa anını ve bu anın altında yatan toplumsal dinamikleri ele alıyor. Başlık, birinci tekil ve ikinci tekil kişi ekleriyle hem yazarın hem de karşısındakinin durumu vurguluyor. Bu, memur kimliğinin ve sosyal statünün önemini ortaya koyuyor.

Öyküde, Dursun’un kendisi olarak konuştuğunu anlayabiliyoruz. Birçok memuriyette bulunan Tarık Dursun, öyküsünün bir kısmında okurlarına şöyle sesleniyor;

“Hep adını bilmediğim, yüzünü görmediğim bir yığın okur için, hikâye kişileri bulmaktan, o kişilere türlü serüvenler uydurmaktan yoruldum. Az da kendim için olmalı. Önce, kendi gönlümü hoş tutmalıyım.”

İkinci kattaki memur odasının sıcaklığından bahsederken, kendisinin bulunduğu altıncı katın soğukluğunu vurguluyor. Sıcak suyun ikinci kattan altıncı kata gelene kadar soğuması, hiyerarşinin ve koşulların bireyler üzerindeki etkisini sembolize ediyor.

Bu durum, Gogol’un Palto adlı eserindeki Akakiy Akakiyeviç’i hatırlatıyor. Akakiy, düşük bir memur olarak diğer memurlardan daha alt bir statüde yer alıyordu. Tarık Dursun da benzer şekilde, memurlar arasındaki ikili ilişkileri ve onların hayata bakış açılarını ele alıyor.

“Biz İnsanız” öyküsü, bir ayakkabı atölyesinde geçiyor ve burada İbram Usta ile iki kalfanın çabasıyla ayakkabı yapım sürecini gözler önüne seriyor. İbram Usta, kalfalarını yemek yemeleri için Emine’nin yanına gönderirken, sonradan ona para vereceğini belirtiyor. Bu durum, atölyenin ekonomik durumunu ve Usta’nın işçilerini düşünme çabasını gösteriyor.

Usta, gazetelere sarılmış bir parça ekmek çıkararak alt kattaki çay ocağına demli bir çay istiyor. Bu, onun kendi ihtiyaçlarından feragat ederek işçilerini düşündüğünü ortaya koyuyor. Çayı getiren çırak, patronunun birikmiş borcunu istediğini ifade edince, Usta’nın dışarıya olan borçlarıyla atölyenin zorluğunu anlıyoruz.

İbram Usta, el emeğiyle yaptığı ayakkabılar için yüz yirmi beş lira fiyat biçiyor, ancak ayakkabı mağazası sahibi Hakkı Bey, makinelerle üretilen benzer ayakkabıların doksan beşe satıldığını söylüyor. Usta, kendi emeklerinin bu şekilde karşılaştırılmasını kabul etmiyor, ancak yine de doksan beşe vermeye gönlü el vermiyor. Bu, onun emeğine olan saygısını ve değerini vurguluyor.

Dönüş yolunda bir fabrikanın duvarlarına elini dayayan Usta, buranın bir ayakkabı fabrikası olduğunu düşündürüyor. Yazar, bu sahneyle, fabrikaların bireylerin önüne geçtiğini ve insanın makine gücüyle eş tutulduğunu eleştiriyor. İbram Usta ve atölyesi, kapitalist düzenin çok üretken fakat kalitesiz ürünlerine karşı bir direnişin simgesi haline geliyor. Bu öykü, insan emeğinin değerini sorgularken, bireyselliğin kaybolmasını ve makinelerin hükümranlığını gözler önüne seriyor.

Kitaba adını veren “Yabanın Adamları” öyküsü altı bölümden oluşuyor. İlk bölüm “Eskili Düşde” adını taşıyor ve ana karakter Şerfali, babadan kalma bir tarlanın sahibi. Ancak bu tarla çorak, killi ve verimsiz. Şerfali’nin eşi Huriye’nin çocuk sahibi olma umudu ise sürekli hüsranla sonuçlanıyor. Huriye, çocuk sahibi olabilmek için birçok tedavi ve yöntem deniyor ama sonuç alamıyor. Her kahve sohbetinde, konu çocuksuzluklarına geliyor.

Şerfali, kahvedeki bir tabloya takılıyor; tabloda bulutsuz bir mavi gökyüzü ve çevresinde dağlarla kurulu çadırlar yer alıyor. At binen bir kadın, gözleri kömür karası ve dişleri nar tanesi gibi tasvir ediliyor. Yanında saz çalan bir genç var. Bu görüntü, göçebe hayatı simgeliyor. Kadının betimlemesi, divan edebiyatına ait güzellik ölçütleriyle dolu. Şerfali’nin bir erkek çocuğu istemesi, halk edebiyatındaki çocuksuzluk temasını çağrıştırıyor. Yazarın birinci bölümü “Eskili Düşde” olarak adlandırması, eski zamanların hayalleri ve yaşamı ile ilgili bir vurgu taşıyor.

İkinci bölüm “Tütünler” ise Şerfali’nin verimsiz topraklarında son üç yıldır tütün ekmesi ve bu süreçte elde ettiği az miktardaki verimle başlıyor. Huriye ile birlikte tarlada çalışırken, tabloyu düşünerek kendi hayal dünyasında canlandırmalar yapıyor. Şerfali, tablodaki aşk hikayesinin, gerçek hayatta da bir gün sonlanacağını düşünerek çocuksuzluk konusundaki endişelerini derinleştiriyor.

Üçüncü ve dördüncü bölümler “Ön Yoklama” ve “İşlem” başlıkları altında, şehirden gelen kamyonların tütün alımına odaklanıyor. Köylüler, bu durumun kazanç kapısı olduğunu biliyorlar ve tarlalarda koşuşturuyorlar.

Beşinci bölüm “Kamyonlu Beğler”de ise şehirli alıcılar köyde tütünleri değerlendiriyor. Kocabaş’ın oğlunun tütünlerine yüksek bir fiyat önerirken, Şerfali’nin mahsulüne düşük bir teklif yapılıyor. Şerfali, emeğinin bu kadar değersizleşmesine karşı isyan ediyor.

Son bölüm “Deveden Büyüğü” adını taşıyor ve mizahi bir üslup barındırıyor. Bu başlık, deveden büyük fil var atasözünün bir yorumu olarak karşımıza çıkıyor. Gece yarısı köye gelen kamyonlardan birinin çalıştığı, diğerinin ise tekerleğinin patladığı haberi yayılıyor. Şehirliler bu duruma anlam veremiyor ve belirsizlik içinde kalıyorlar.

Yazar, öyküyü bilinmezlik içinde sona erdirirken, kamyonu kaçıranın kim olduğunu net bir şekilde belirtmiyor. Ancak bu kişinin muhtemelen Şerfali olduğu düşünülüyor. Çocuksuzluk ve mahsulünün değersizleşmesi, Şerfali’nin içinde bir isyan ateşi yakıyor; hayallerine ulaşma umuduyla yola çıkma kararı alıyor. Bu durum, onun yaşamındaki çıkmazları ve umut arayışını derinleştiriyor.