.

Derya Sönmez: “Hayattan ince bir kesit alıp, bunu derinlemesine anlatmak heyecan verici.”

Derya sonmez-otekı hayvanlar

Burak Bıyıklı

Merhabalar, edebiyatla ilk ne zaman ve nasıl tanıştınız? Ailenizde Türkçe öğretmenlerinin ve yazarların olduğunu biliyoruz. Bu durumun size avantaj sağladığını düşünüyor musunuz? Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

Kendimi bildim bileli kitaplarla haşır neşirim. Okumayı öğrenmeden önce, kitap kapaklarına bakıp anlattıkları hikâyeleri hayal etmeye çalışırdım. O kapaklar hâlâ hatırımda. Edebiyatla kurduğum ilk ilişki buydu sanırım. Büyümek, bir anlamda okuduğum kitapların değişmesi demekti. Ablalarıma özenerek zor kitapları okur, hiçbir şey anlamazdım. Yine de bunu yapmak hoşuma giderdi. Evimizde hep edebiyat konuşulurdu, hâlâ öyledir. Bir araya geldik mi söz eninde sonunda O Henry’nin hikâyesine, Necatigil’in bir şiirine dayanır. Bu iyi bir şeydi şüphesiz. Bu ilişki hayatım boyunca devam etti. Okul yıllarımda şiir, deneme gibi şeyler yazıyor, dergi çıkarıyordum. Ama bir gün bu işi ciddiyetle yapabileceğim, yazar olabileceğim ihtimali hiç aklımdan geçmiyordu. Sonra bambaşka yollarda dolaştım, Tıp Fakültesi’nde okudum. Okul bittikten sonra ihtisasımı yaparken yolum UMAG atölyesine düştü. Ciddi anlamda yazmaya o atölye ile başladım.

İlk öykü kitabınız Sırça Kanatlar 2021 yılında yayımlanıyor. 2024 yılında ise okurlarınızın karşısına Öteki Hayvanlar adlı eserinizle çıkıyorsunuz. Bu zaman zarfında yazarlığınız bakımından ne gibi gelişmeler, farklılıklar meydana geldi?

Sırça Kanatlar’ı yazarken bazen bir sahne, bir sözcük elimden tutup beni asıl hikâyeye götürüyordu. Daha savruktum, yolumu bulmaya çabalıyordum. Öteki Hayvanlar’da neyi neden yaptığımı daha iyi biliyordum sanırım. Öykü kafamda belirdiği anda ne anlatmak istediğim çoğu kez belliydi. Kurgu, sahneler, karakterler çoğunlukla buna göre şekillendi. Edebiyata dair sezgimin biraz daha geliştiğini düşünüyorum. Hangi cümleyle okurda nasıl bir etki oluşturabileceğimi sezgisel olarak bilerek yazdım. Aradan üç yıl geçmiş, şimdi kırk dört yaşındayım. Hayatımın önemli bir dönemiydi, hayata, insana dair deneyimim arttı, bakışım biraz değişti, bu da mutlaka yazdıklarıma yansımıştır.

Halide Edip Adıvar bir röportajında “Konuştuğumdan daha kolay yazarım. Yazdıktan sonra pek az okur, pek az da düzeltirim.” diyor. Peki siz öykülerinizin mevzusunu nelerden alırsınız? Yazdıklarınız üzerinde tekrar tekrar düşünür müsünüz, sizin yazma süreciniz nasıl ilerliyor?

Öyküler, ilgimi çeken, üzerinde kafa yorduğum konulardan çıkıyor. Psikanaliz üzerine yazılmış kitapları okumayı severim. İnsan doğasına psikanalitik bir bakışla yaklaşmaktan yanayım. Öykülerimde olabildiğince bunu yapmaya çalışıyorum. İlişkiler üzerine, insanın (kendisinden bile gizlediği) yabanıl tarafı üzerine yazmayı seviyorum. Aile ilişkileri, insanın doğayla kurduğu ilişki… Bunların hepsi çok çetrefilli konular. Bu konularda derinleşen öyküler yazma gayretindeyim. Yazarken acele etmem, kendimi serbest bırakırım, uzun uzun düşünürüm. Ele alacağım konuyu iyice anlamak isterim. Sözgelimi bir baba oğul hikâyesi anlatacaksam, bu baba ve oğul aralarındaki ilişkiyi sezgisel olarak kavramalıyım. Planlarıma her zaman sadık kalamam tabii. Yazarken savrulduğum, bambaşka yollara saptığım olur. Bu savrulma anları da yaratıcılığın ortaya çıkması için önemli bence.

Derya Sönmez

Öteki Hayvanlar adlı kitabınızın başında “Işığa ve gölgeye…” ifadesi bulunuyor. Öykülerinizde bu tanıma uyan karakterler var. Karakterlerinizin bir ışıkta kalan, herkesçe bilinen bir de karanlıkta kalan yönleri var. Bu karanlıkta kalan taraflarında öfke, korku, kıskançlık gibi ilkel duygular mevzubahis ediliyor. Siz öykü karakterlerinizi nasıl tanımlarsınız?

İnsan karanlık bir tür, öykülerimi böyle bir kabulle yazıyorum. Hepimizin ilkel tarafları, gölge yönleri var. İnsanın kendi içindeki karanlığı fark etmesi güç. Bunu ortaya çıkarmayı seviyorum. İşler yolunda giderken iyi olmak, adaletli davranmak kolay ama şartlar zorlaştığında nasıl davranıyorsunuz, bu önemli. Bu, bizim kim olduğumuzu gösterir. Ben öykü karakterlerimin sabrını sınmayı seviyorum. Onlara olabildiğince tarafsız bakmaya çalışıyorum. Öykülerimin çatısını tam da kendilerini (gerçekte kim olduklarını) açık ettikleri anlara kuruyorum. Bir karar vermeleri gerekiyor, kendilerini sıkışmış hissediyor, sonra bir bakıyorsunuz zayıf buldukları birisini sıkıştırmaktan tuhaf bir haz alıyorlar. Az önce acıdığınız mazlum birisi, kısa süre sonra işkenceciye dönüşüyor. Zannediyorum ki insan bütün bunların toplamıdır.

“Yaz Biter” adlı öykünüzde dikkati çeken hususlardan biri de her karakterin kendi içinde bir savaş veriyor olmasıdır. Çocukluğunu yaşayamamış olan büyükanne, eşinin bir gün geleceği umudunu taşıyan anne ve intiharın eşiğinde bir çocuk… Öykü Ayvalık’ta, yani sizin doğup büyüdüğünüz bir yerde geçiyor. Bu öykünüz ile yaşamınız arasında bir bağ olduğunu düşünebilir miyiz? Karakterler sizin yaşamınızdan, aile bireylerinizden izler taşıyor mu?

Öykünün benimle tek bağlantısı geçtiği mekân. Tarif ettiğim o ev, anneannemin evi. Benim için önemli bir yerdi, artık o bildiğim haliyle yok ama yine de rüyalarımda sık sık ziyaret ediyorum. İleride orada geçen başka öyküler de yazmak isterim. Öykülerimde genellikle kendi hayatımdan pek az şey oluyor, sadece ayrıntılar ama hikâyenin kendisi değil. Yaşadığım olaylara nesnel bakabilmem çok zor, bu yüzden iyi anlatabileceğimi sanmıyorum. Bana göre öykü yazarken yoğun duygular hissetmek işi çoğu kez bozuyor. Duygusal metinleri sevmiyorum. Duygusal olmayan ama okurda duygu oluşturabilen öyküler yazmaya çalışıyorum. Bence bunun yolu, hikâyeye belli bir mesafeden, nesnel bakabilmekten geçiyor.  Ayrıca başımdan geçen olayları yazmak ilgimi çekmiyor. Karakter yaratmayı, hikâye kurgulamayı seviyorum. Elbette öykü karakterlerimde tanıdığım kişilerden izler var. Olabildiğince bildiğim, tanıdığım yerleri yazıyorum. Sözgelimi denizi, balıkları tanırım, denizcilerin dilinden anlar, balıkçılığın inceliklerini bilirim. Bu da öykülerime sızar.

Öykülerinizde At Arabacılar Meydanı, Cunda, İlyosta Adası gibi Ayvalık’a ait birçok mekân adı geçiyor. Öykülerinizi mekân özelinde mi şekillendirirsiniz?

Mekân çok önemli, çoğu kere öykünün atmosferini belirliyor. Genellikle kurgunun gereklerine göre şekilleniyor, ama bazen sırf mekân için yazdığım öyküler de oluyor. “Bir Orman Hayali” ve “Rüzgârın Nefesi yahut Tatilcilere Birtakım Tavsiyeler” mekândan yola çıkarak yazdığım öykülerdi.

“Siste Dağılan Gemiler” çöplükte yaşayan üç arkadaşı konu ediniyor: Mastor, Tilki ve Doktor. Öyküde yalnızlık, kimsesizlik ve açlık gibi duygular yer alıyor fakat bu manevi bir açlık. Bir okur olarak benim dikkatimi çeken eğitimini yarıda bırakan Doktor karakteri idi. Sizin de tıp hekimi olduğunuzu biliyoruz. Siz de böyle bir dönemden geçtiniz mi, yoksa bu tesadüfi gelişen bir durum muydu?

Tamamen tesadüf. Benimle bağlantısı yok. Ama böyle hikâyesi olan insanları hep duymuşumdur. Hayat seyrinde akarken bazen birdenbire alabora olur. O öyküde, bana uzak, pek bilmediğim bir dünyayı anlatmak istedim. Benim için deneysel bir çalışmaydı. Becerebileceğimden emin değildim. Kitabın sevilen öykülerinden biri oldu.

Kitabınıza adını veren “Öteki Hayvanlar” başlıklı öykünüz ötekinin, yani bir başkasının, Hidayet’in yaşamını konu ediniyor. Ana karakterimizin kaldığı yer önceden Hidayet’in dedesinin kendi elleri ile yapmış olduğu bir ev. Hatta karakterimiz Günlük ağacını taşımak istediğinde Hidayet bu duruma karşı geliyor. “Nah, bu ağacı buraya diken benim, sen değilsin.” diyor. Hidayet buraya karşı bir aidiyet duygusu besliyor. Yine bir cümlesinde “Buralı olmak için en az dört kuşak gerekir.” diyor. Bununla birlikte “Cunda’da Akşam Hazırlığı” ve “Rüzgârın Nefesi yahut Tatilcilere Birtakım Tavsiyeler” adlı öykülerinizde de mübadil konusu yer alıyor. Akıllara sizin de mübadil bir ailenin üçüncü-dördüncü kuşağı oluşunuz geliyor. Siz bu konu hakkında neler söylemek istersiniz?

“Bir yere ait olma isteği” çok temel bir ihtiyaç. Burasının illa doğduğumuz yer olması gerekmiyor. Bir şekilde bağ kurduğumuz herhangi bir yer olabilir. Orada yaşamak zorunda değiliz, uzaklara gidebiliriz. Ama döndüğümüzde orayı bıraktığımız gibi bulmak isteriz. Ait olduğumuz, dönebilecek bir yerimizin olduğunu bilmek gurbette bile iyi hissettirir. Çocukken ekmek aldığımız fırının hâlâ orada olduğunu bilmek insana güç verir. Bugün böyle bir şey hissetmek mümkün değil. Şehirler, kasabalar kentsel dönüşüm adı altında sürekli yıkılıp yeniden inşa ediliyor. Sokak adları değiştiriliyor. Hafıza noktalarımız yok oluyor. İnsanın “bir yere ait olma ihtiyacı” bugün her zamankinden fazla örseleniyor. Bu, işin bir tarafı. Bir yeri sahiplenmenin marazi bir yanı da var. Yerli olmak ya da bir yerin eskisi olmakla bir çeşit iktidar alanı yaratılıyor. Yeni gelenin zayıflığı, tedirginliği, yerli olanın üstünlüğü, rahatlığı… Her birimiz iki tarafı da deneyimlemişizdir diye tahmin ediyorum. Ülkemiz göçmenlerle dolu, bizler başka ülkelere gidiyor, oralara yerleşmek istiyoruz. Yerli ve yabancı olmaya dair karmakarışık duygular içindeyiz. Yerlilik ve yabancılığın duygusal skalasında her gün başka bir noktadan sınanıyoruz.

“Cunda’da Akşam Hazırlığı” adlı öykünüzde bir kaçakçı, mültecileri Midilli yerine İlyosta Adası’na bırakıyor. Aralarından genç bir mülteci yardım istemek amacıyla denize açılıyor, sonrasında ise ölü bulunuyor. Maalesef günümüzde bunlar yabancı olmadığımız durumlar. Siz bu durumu öykünüzde sosyal bir mesele olarak mı kaleme almak istediniz? Bir öyküde, romanda sosyal meseleler olmalı mı? Bu konu hakkındaki düşüncelerinizi merak ediyorum.

İnsanla ilgili olan her mevzunun sosyal, politik uzantıları olmaması düşünülemez. İçinde yaşadığımız toplum, sosyal sorunlar, politik iklim günlük hayatımızı, ilişkilerimizi doğrudan etkiliyor. Dışında kalmaya çabalasak bile bizi şekillendiriyor, bu kaçınılmaz. Anlattığım hikâyelerde bu bağlantıları sezdirmeye gayret ediyorum. Bence bunu yapmak önemli, yoksa hikâye yüzeyde kalıyor. Fakat bunun nasıl yapılacağı da önemli. Bunu kurgunun içine yedirebilmek, okura mesaj verme kaygısını hissettirmemek gerekiyor. Ben kendi adıma, okura mesaj verme histerisine kapılmamaya gayret ediyorum. Amacım sadece bazı çelişkileri görünür kılmak.  

Öykülerinizde dikkatimi çeken diğer bir husus da anne karakterler idi. “Yaz Biter”, “Öldürme Biçimleri” ve “Süt Uykusu” adlı öykülerinizde çocuğu ile bir başına kalan anne figürü yer alıyor. Babanın ya geleceği vakit bilinmiyor ya uzun bir seyahate çıkmış oluyor. Bu konu hakkındaki düşüncelerinizi merak ediyorum.

Yedi yaşında bir oğlum var. Her ne kadar öykülerimi kendi hayatımdan yola çıkarak yazmıyor olsam da konu olarak öykülere sızıyor elbette. Bu kitabı yazdığım dönem annelik tecrübesi üzerine düşündüğüm bir dönemdi, sanırım bunun etkisi oldu. “Öldürme Biçimleri”nde patolojik bir anne karakteri görüyoruz. Kontrolcü, yarışmacı bir anne, performans odaklı. Zamanın ruhuna uygun bir ebeveyn prototipi. Bu öyküyü okuduktan sonra kendi ebeveynlik deneyimini sorguladığını söyleyen okurlar oldu. “Süt Uykusu” lohusalık üzerine bir öykü. Lohusalık çok tuhaf bir dönem, âdeta bir cinnet hâli. Bence üzerinde çok da konuşulmayan bir dönem. “Kutsal annelik miti”ne zarar verebilir endişesiyle lohusalık dönemi sürekli olumlanıyor, güçlüklerinden bahsedilmiyor. Ben bu tabuyu yıkmak, gerçekte olana ışık tutmak istedim. Erkek karakterlere gelince, kurgu bunu gerektirdiği için böyle bir tercihte bulundum.

Bugüne kadar öykü türünde birçok ödül aldınız ve bu alanda başarılı bir yazar olarak tanınıyorsunuz. Yazarlık yönünüzü besleyen isimler var mı? Dünya ve Türk edebiyatından hangi isimleri okursunuz, başucu kitabım dediğiniz bir eser var mı?

Her yazdığına hayran olduğum yazarlar arasında ilk aklıma gelenler; Necati Cumalı, Melih Cevdet Anday, Bilge Karasu, Julio Cortazar, Katherine Mansfield, Truman Capote.

Hakan Sarıpolat’a sorduğum soruyu size de yöneltmek isterim. Türk hikâyeciliği denilince akıllara ilk Ömer Seyfettin, Sait Faik, Sabahattin Ali gibi önemli isimler geliyor. Ve çağdaş yazarlarımıza nazaran bu isimler okurlar tarafından daha çok tercih ediliyor. Sizce okurlarda çağdaş yazarlara karşı bir önyargı bulunuyor olabilir mi?

Edebiyatın kaynağından beslenmek bence önemli. Bu iyi bir şey. Bahsettiğiniz yazarlar çok okunuyorsa ne mutlu. Çağdaş yazarlara gelince, özellikle yeni çıkan kitapları, yazarları takip eden bir okur kitlesi var. Kısıtlı bir kesim elbette. Yine de umut verici. Bir zamanlar belli bir önyargı varsa da bu gitgide azalıyor sanırım. Çağdaş edebiyatı iyi bilen edebiyat öğretmenleri var. Yazarları okullara davet ediyor, beğendikleri kitapları öğrencileriyle paylaşıyorlar. Öğretmenlerin bu çabası çok kıymetli. Fakat öykü her halükârda az okunan bir tür. Keşke daha çok okura ulaşabilmek mümkün olsa.

Sırça Kanatlar ve Öteki Hayvanlar adlı iki kitabınızla okur karşısına çıktınız. Sizi öykü türünde yazmaya iten şeyler nelerdir? İlerleyen zamanlarda roman türünde de eser vermeyi düşünüyor musunuz?

Hayattan ince bir kesit alıp, bunu derinlemesine anlatmak heyecan verici. Günlük hayatın hayhuyu içinde üstünde durmadığımız, anlamını kavrayamadan geçtiğimiz ayrıntıları görünür hale getirmeye çalışıyorum. Kısa bir metinde, ayrıntıları doğru kullanarak derinleşmeyi seviyorum. Bir süredir aklımda dönüp duran bir hikâye var. Öykü formunda anlatabileceğim bir şey değil. Yeni öyküler yazmaya devam ederken bir yandan kafamda bu romanı olgunlaştırıyorum. Bu kış öykülerin yanı sıra bu roman üzerinde de çalışmayı planlıyorum.

Okurlarınız sizi tek bir öykünüz ile hatırlayacak olsa hangi öykünüzün olmasını istersiniz?

“Yaz Biter”