Hakan Kaynar
kaynarhakan@gmail.com
Uzun bir süre ayrı kaldıktan sonra 1972’de Ankara’ya dönen Gülten Akın, üç yıl boyunca Seyran Destanı’nı dokur. “Kapıcılar çevre köylerden ortak denkleriyle, yorganlarıyla geldiler.” diyordu ya Sevgi Soysal, o ellili yılların Ankara’sı. 1970’lerde ise şehre göçenler ne sadece kapıcılık yapar ne de “çevre köylerden” gelirler artık. Van’dan, Hakkari’den, Sivas’tan, Kırşehir’den, Kars’tan ama önce kendisi gibi Yozgat’tan gelenlerin sesini alır Gülten Akın, Ankara tepelerinde kurdukları hayatın hikâyesini anlatır destanında, tepeleriyse şöyle:
“Ankara’nın kıraç tepeleri
Asi ve tunçtan
Yabanıl bir kısrak olup huysuzlanırken
Değince üstüne insan ayağı
Küçük kedilerce sokulup sırnaşıp
Uysallaşan
Ankara’nın kıraç tepeleri”[1]
Şairin memleket şiirinde yerini işaretleyen son yazının yazarı, “…modern Türkçe şiirde yeni bir kurucudur” diyor[2], Mahmut Temizyürek, “Sivas’tan Gelirik” diyenlerden. 1965 yılında Esat’tan Bülbülderesi’nin ötesine geçmiş ilk apartmanlardan birinde kapıcılık yapan bir babanın oğlu, büyüdüğünde o da şair olacak. Seyran Tepesi tam neresiydi diye sorunca, gel yürüyelim dedi. Önce biz aslında Kümbet’ten başkente değil orta çağdan yirminci yüzyıla göçtük diye bir kapıcı dairesini, daha doğrusu güneş yüzü görmeyen bir apartmanın deposuna inen merdivenleri gösterdi bana, sonra artık her biri diğerinin aynısı apartmanlarla bezeli Seyran Tepesi’ni. Yürüyüşün sonunda bir zamanlar babasının kapıcılık yaptığı binanın altındaki lokantaya oturduğumuzda, dedim ki, sanki Sevgi Soysal’a da öteki Ankara’nın kapısını kapıcılar açmıştır. Nasıl diye sordu Temizyürek, bence kızılderilidir böyle soyadı olan biri. O gün bir kaç cümle söyledim diye hatırlıyorum, şimdi biraz açacağım. Ayrıldıktan bir kaç saat geçmişti ki telefon edip Mülkiyeliler Birliği’nde Sevgi Soysal anlatsana dedi, anlattım. Aslında bu yazılara başlarken cesaretimin geldiği yer, orası.
Daha önceki yazıda sümüklü Alişan’dan bahsetmiştim. Selanik Caddesi’nde yapılan ilk apartmanın kapıcısının oğlu, Elâ’nın öptüğü ilk erkek. Romanda geçiyor bunlar, Yürümek’te, unutmayalım. Adalet Ağaoğlu, günlüğüne saklambaç ebesine “Sevgi, Elâ’nın arkasında, Elâ’nın arkasında” der gibi ilk romanında yazarın kendisini anlattığını yazmıştı, hatırlayalım. Sevgi’nin ailesi de yani Mithat Yenenler Selanik Caddesi’nde oturuyordu, 64 numarada. Neye benziyordu, nasıldı bilmiyoruz: bugün yerinde iş merkezi görünümlü bir bina var.
Ama Sevgi Soysal’a öteki Ankara’nın kapısını aralayan belki de hayatın adaletsizliğine gözlerini açan 68 numara ayakta: “Yenişehir, Selanik Caddesi 68’e bir apartman yapıldı, tek katlı, iki katlı evlerin yanına. İlk kaloriferli apartman. Sonra ikinci, üçüncü, kalorifer kazanları ve kapıcılar.”
İşte bu 68 numara, bugün sokağın o yıllardan bugüne kalan tek yapısı. Aynı sokağın bittiği yerdeki apartmana 1956 yılında taşınan , bugün bir otoparkın girişi, o zamanların yedi yaşındaki çocuğu Turan Tanyer’in bir süredir yazdığı Ankara Ansiklopedisi’nde bahsettiği Hür Kitabevi’nin sahibi Cahit Zamangil burada oturuyordu.[3] Zamangil, 1906 doğumlu, Paris’te siyasal bilgiler okumuş; memlekete geldikten sonra bürokratlık, vekillik yapmış bir isim. Bir pazar günü Sevgi Soysal peşinden şehirde yürürken Turan Tanyer hem evinin hem dükkânının yerlerini gösterdi.
Soysal’ın mahallesindeki isimlerden biriydi Zamangil. Ben de yukarıda bahsi geçen konuşmaya hazırlanırken Yenen ailesinin sağında solundaki komşuları kimlerdir, diye dönemin telefon rehberini karıştırmıştım, o notlardan devam edeyim: Hemen aşağılarındaki evde bir doktor çift oturuyordu. Ezher Okten, verem ve iç hastalıkları mütehassısı, kocası ise çene hastalıkları mütehassısı/ plastik cerrahtı: Şekür Okten. Aynı binanın bir başka kısmında ise Nicolas Bojenov isimli bir Rus oturuyordu. Diğer yanda, yani 66 numarada ise yine bir yabancı var: R.O. Baker. Romanda geçen 68 numaraya kayıtlı telefon numaralarından biri Ekrem Z. Apaydın’a ait. Ekrem Bey, Birleşmiş Milletlerde ve Nato’da çalışmıştı. İsmindeki Z, büyük ihtimalle babasından miras. O kim: Zekai Apaydın. 1920’den 1935’e kadar, TBMM’nin beş ayrı döneminde Adana, Aydın, Diyarbakır milletvekilliği, Tarım Bakanlığı yapmış, ilk Londra Büyükelçisi’ydi. Ekrem Apaydın’ın komşusu ise Şevket Ödül’dü. Trakya Paşaali Müdafa-i Hukuk Cemiyeti kurucusu, Millet Meclisi’nin ikinci döneminde de Kırklareli Mebusu. Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nde karşımıza çıkan mahalle sakinleri hep çevresindeydi. İsviçre’ye okuyorum diye gidip aylarını yıllarını göl kenarındaki lokantalarda geçiren Necip Beyleri, “yerden bitme profesörlerden” Salihleri, Salih’in karısı meclisin ilk devre mebuslarından sonrasının bakanlarından birinin kızı Mevhibe’leri, Selanik’ten göçüp de –kendi ailesinin bir yanı da öyledir- Yenişehir’in sokaklarında oturanları yakından tanımıştı. Yani aslında sadece Yürümek’te değil bütün yazdıklarında kendisi, yaşadıkları, tanıdıkları vardı: peki bu az cesaret midir? Yakından tanımadıklarının dünyasını merak etmişti üstelik, yoksulların dünyasını.
Yürümek’in hemen başında Yenişehir Mahallesi çocuklarının hayatını, ama asıl kendisininkini dönüştürecek miladı koyar: “Kalorifer daha yayılmamıştı. Kapıcılar da, kapıcı çocukları da. Benzer evler, benzer ev eşyaları, benzer bayramlıklar, benzer harçlıklarla oynayan çocuklar. Sadece bisiklet, paten ya da futbol topunu kıskanan.” İşte Yenişehir’in sakinlerinin hayatına konfor taşımak için gelip de en yakın tepeye yerleşenlerden sonra yoksul çocuklar Soysal’ın çocukluğuna girecektir, sümükleriyle beraber.
Edebiyatçı olmayıp da edebiyata saklı tarihi göstermesi bakımından beni en çok etkileyen metnin yazarı Marshall Berman, “ (…)modern şehre can veren çelişkilerin, sokaktaki insanın iç hayatına da nasıl tınılar bıraktığını (…)”[4]Baudelaire’nin “Yoksulların Gözleri” isimli şiirini dönemin Paris’iyle birlikte okuyarak gösterir bize. Hausmann’ın şehre açtığı yeni bulvarlar bir zamanlar kendi içlerine kapalı mahallelerde yaşayan yoksulları görünür kılmıştır. Bu yeni bulvarlardan biri üzerinde açılmış yeni kafelerden birinde, gaz lambalarıyla ışıl ışıl aydınlatılmıştır, oturan aşıkların birbirinden nasıl uzaklaştıklarını anlatır şiir. Erkek, anlatıcıdır, sevgilisinin onlara bakan üç çift gözün üzerinde bıraktığı gerilime dayanamamasına bozulmuştur. Bir oğlu, bir bebeğiyle kafenin karşısında durup ışıkları seyreden babanın görünümü akşam vakti kalabalıkların içinde baş başa kalmış çiftimizi yaşadıkları anın zevklerinden uzaklaştırıp hayatın çözülmez çelişkilerine fırlatmıştır, ne kötü bir karşılaşma! İşte şehir, Paris veya Ankara, bu karşılaşmalarla doludur. Her ne kadar ikincisi bir süre kendisini bu sevimsiz rastlantılardan korusa da, karşılaşma kaçınılmazdır. Ne diyordu Soysal Yenişehir’in şu kaloriferli kazanlı apartmanlarından öncesini anlatırken: “Köylüler, çingene çocukları görülmezdi pek. Ankara’ya göç başlamamıştı. Hükümet vardı Ankara’da. Ankara’da köylülerin Bulvardan geçmeleri yasaktı.”[5] Ama yine de Ankara’da karşılaşma bulvarda değilse bile apartmanlarda bir de okullarda gerçekleşti. Anadolu’nun dört bir yanından gelip başkente yerleşenlerin ilk tepelerinden Deliler, hemen Yenişehir’in yanı başında olduğundan, gelenler de çocuklarıyla geldiklerinden asıl karşılaşma sokakta değil evlerin içinde bir de okul sıralarında yaşanır. Mimar Kemal İlkokulu’nda, Yenişehir’in ilk ilkokulunda.
Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nin kahramanlarından Hatice Hanım öğretmen emeklisidir, öğretmenlik yaptığı yıllarda sınıfına düşen Deliler Tepesi çocuklarından özellikle de kızlardan hizmetçiler devşirir, evini temizletir. Sınıf ayrımı ilkokul birinci sınıfta öğretilir böylece. Şimdi Sevgi Soysal’dan bir yaş küçük (1937 doğumlu) Filiz Ali, Mimar Kemal İlkokulu’nda gördüğü hayat dersini anlatsın: “Sınıfımızda iki bakan ve birkaç milletvekili çocuğu vardı. Geri kalan çocukların çoğunun babaları da devlet memuruydu. O yıllarda devlet memuru olmak bir ayrıcalıktı. Arka sıralarda yaşları bizden epey büyük olan kapıcı çocuklarıyla, evlatlıklar otururdu. Şimdi düşünüyorum da o arka sıralarda oturan evlatlıklar belki de Dersim’in kayıp kızlarıydı. Çocuklar arasındaki eşitlik, ön ve arka sırada oturma düzeniyle daha ilkokul sıralarında bozulmuştu bile.”[6] Anılardan kurmacaya geçelim şimdi. Yürümek, sadece Yenişehir’in değil Deliler Tepesi’nde biriken kondu mahallesinin kuruluşuyla da başlar. Apartmanlar kapıcıları, kapıcılar karılarını, kadınlar çocuklarını getirmiştir büyük şehre. Onlar da kanun zoruyla, yaşları büyük de olsa okula alınırlar: “Yenişehir Mimar Kemal Okulu’nda her sabah, dersten önce bir arama fasılları başladı. Öğretmen, elinde iki kalem, hep aynı çocukların başlarını karıştırdı, hep aynı çocuklar sıfır numara tıraş olmaya gönderildi. Ayıklandı bitler, sınıfın yaşça büyük akılca küçük çocukları ayıklandı. Ayıklananlar arka sıralarda oturdular.”[7] Ayıklama bitmez ama, sürer. Hem Yenişehir’de hem Ankara’da, hem o vakit hem şimdi. Bakın bugün Ankara’nın haritasına, zenginlerin oturduğu Yaşamkent, Beysukent, Konutkent gibi muhitlerin çevresi tertemiz! Eskiden her zengin semtin hemen yanında bir kondu mahallesi vardı: Yenişehir-Deliler Tepesi, Gaziosmanpaşa- Kırkkonaklar, Çankaya- Yıldız, Oran- Keklikpınarı yakınlığı kalmadı. Zenginler ayıklandı şehirden, üniversite kampüslerinin ötesine sığındılar. Tıpkı şehirden uzaklaşan hapishaneler gibi. Zengin zenginliğini, zalim zulmünü saklıyor galiba.
Her ne kadar eskiden de şehrin dışına yapılsalar Ankara büyüdükçe hapishaneleri de mahalle aralarında kalmıştı. Örneğin Ulucanlar Cezaevi, Cebeci Dörtyol’a iki üç yüz metre uzaklıkta. Şimdi müze, zulüm eskiyince seyirlik mi olurmuş, mankenden mahkumları var koğuşların; darağacı filan sergiliyorlar! Çelişkiye bakın ki bu hapishane müzesi zalimleri değil mazlumları üzerinden davetiye çıkarıyor turistlerine. Şurada kimler yattı, burada kimler asıldı biliyor musunuz? Oysa madem evin sahibi belli, kim cellattı kim gardiyan onları bilmemiz de gerekmez mi?
Sevgi Soysal’ın Adana tren garından selam gönderdiği bostanlara geldik, nasıl diye soranlar acele etmesin. Ankara’da tek bir semt, mahalle var bu isimle: Kazıkiçi Bostanları. Eski ahırdan bozma Yıldırım Bölge’de kalırken Sevgi’yle arkadaşları arada ranzalarının demirlerine basıp yüksek pencerelerden dışarıya bakarmış: “Gördüğümüz, yine havalandırma avlusu, dikenli teller, tomsonlar, bir de Kazıkiçi bostanları.”[8] Hapishanelerin semti olmuyor demek, nereye yakınsa orayla anılıyor ismi. Niye mi böyle diyorum? İlk yazıyı okuyanlardan bir ağabeyim belki de “başkentin yabancısıdır” dememe takılmış: “Yıldırım Bölge Hapishanesi’nin olduğu yere Kazıkiçi Bostanları denirdi. Bir insan bir şehrin hapishanesine selam gönderiyorsa oralıdır.” diye mesaj gönderdi. Oysa o hapishanenin albayı Kemal Saldıraner, “nerelisin” diye sorduğunda “Hiç bir yerli” diye cevaplar Sevgi Soysal, sonra düşünür: “Öyle ya. Hiç bir yerli değilim ben. İstanbul’da doğdum. Ankara’da yaşıyorum. Annemle babam ise bambaşka yerlerden gelmişler.”[9]
Madem albayı adıyla sanıyla hatırladık, Yıldırım Bölge’nin zalimi polis Suna’yı unutmayalım. “Sıkıyönetim görevlileri arasından, bir koca”[10] aradığından olacak üniformasına tezat rimellerle, rujlarla süslenen bu kadın polisin soyadı Tuna olmuş sonraları: Suna Tuna, geçsin tarihe!
[1] Gülten Akın, 2016 (Birinci baskı 1979), Ağıtlar ve Türküler, Yapı Kredi Yayınları, 83.
[2] Temizyürek’in yazısı için bkz: https://t24.com.tr/k24/yazi/gulten-akin-olus,2660
[3] Turan Tanyer, 2017, “Ankara Ansiklopedisi-3” içinde “Hür Kitabevi”, Kebikeç, 44, 507-510.
[4] Marshall Berman, 2008, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, (çev) Ümit Altuğ, Bülent Peker, İletişim Yayınları, İstanbul, 211.
[5] Sevgi Soysal, Yürümek, 1983 (Birinci Basım 1970), Bilgi Yayınevi, Ankara, 12.
[6] Filiz Ali, 2017, Yok Bi’şey, Acımadı ki…, Yapıkredi Yayınları, İstanbul, 39.
[7] Yürümek, 18.
[8] Sevgi Soysal, 1979 (Birinci Basım 1976), Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 159.
[9] Yıldırım Bölge…, 91
[10] Yıldırım Bölge…, 81