
Menekşe Toprak
Berlin’in semtlerini, ilçelerini birbirine bağlayan kanallardan birine siyah beyaz bir fotoğrafta genç bir adam olarak Alfred Döblin bakar. Kocaman bir panonun üzerindeki bu fotoğrafta en az yüz yıl öncesinin doktor kıyafeti içindedir Döblin, yanında da tıp öğrencisi Erna Reiss vardır. Zengin bir Yahudi ailesinin kızı olan Erna Reiss fotoğrafın çekildiği dönemde staj gördüğü hastanede tanıştığı Doktor Döblin’le aşk yaşamaktadır.

Yoksulluklar içinde büyümüş olan yazar adayı sevgilisiyle evlenmek üzeredir. Çiftin fotoğrafının altında ise Döblin’den elli yıl sonra dünyaya gelmiş olan başka bir yazarın fotoğrafı var: Elinde mikrofon, Döblin’in çalışmış olduğu hastanede onun adını taşıyan kütüphanenin açılışını yapan Günter Grass. Döblin ve Grass yan yana. Biri modern romanın kurucusu olup uzun bir süre yok sayıldıktan sonra göklere çıkarılan, Nazilerin iktidara geldiği 1933 yılında ülkesini terk ederken ailesinin bir kısmını Auschwitz toplama kampında yitiren bir Alman Yahudi’si, diğeri ise on altı yaşındayken Hitler’in özel askeri birliği SS’e üye olduğunu ancak yaşlandığında itiraf etmiş olan Nazi yanlısı bir Alman ailesinin oğlu[1]. Yirminci yüzyılın iki büyük yazarı, kurban ve cellat adayları yan yana. İki erkeğin, Kreuzberg ile Neukölln semtlerini birleştiren kanalın kenarında bir panoda buluşması ise birinin özrü, diğerinin bu şehirde tamamlanmamış hikâyesinin devamı gibi.
Döblin sevgilisi Reiss ile Şubat 1911’de nişanlandığında edebiyatına geniş çapta kaynaklık edecek bir dünyaya da ilk adımını atmış olur. Panonun arkasındaki, bugün Urban Hastanesi adıyla bilinen hastanede asistan doktor olarak çalışan Döblin, Reiss ile nişanlanır nişanlanmaz hastaneyle ilişiği kesilir çünkü dönemin kuralları uyarınca asistan doktorların evli olmaları yasaktır. Döblin doktorluk mesleğini sürdürmek için özel bir muayene açar ve bunu da şehrin en hareketli noktası sayılan Alexander Meydanı’nda yapmaya karar verir. Böylece on beş yıl sonra yazmaya başlayacağı, okurunu kurgusu ve diliyle yüzyıl sonra da şaşırtacak olan Berlin Alexander Meydanı[2] romanının kahramanlarıyla da tanışmış olur.

Etrafında hamalların, dini kimlikleriyle dolaşan yoksul Yahudilerin, hayat kadınlarının, para karşılığı yaşlı erkeklerle birlikte olan eşcinsel oğlanların, pezevenklerin, ucuz meyhane ve barların, yer altı dünyasının cirit attığı bir meydandır burası. Hiç durmadan öğüten, teknolojiyle sürekli değişen ve hızlanan büyük kentin kalbidir:
Alexander Meydanı’nı kazıyorlar. Tramvayı yeraltından geçirmek için. Yayalar tahtalar üzerinde yürüyor. (…) Sağda ve solda sokaklar. Sokaklarda dizi dizi binalar. Hepsi de bodrumundan tavan arasına kadar insanlarla dolu. Giriş katlarında dükkanlar. Meyhaneler, lokantalar, meyve ve sebzeciler, bakalar ve mezeciler, nakliyeciler, badanacı ve boyacılar, kadın terzileri, uncular ve değirmen aletleri satanlar, otomobil garajları, motosikletçiler: küçük motorlu, yapılışı basit, kullanışı kolay, hafif… [3]
Zamanının ruhunu edebiyatta yakalamaya namzet genç bir yazar için bulunmaz bir malzemeler bütünüdür burası. Üstelik Almanya İmparatorluğu’nun başkentinde her şey baş döndürücü hızla değişirken hem bu değişimi hızlandıracak, hem de büyük toplumsal dönüşümlere yol açacak olan Birinci Dünya Savaşı ile cumhuriyetin ilanına tanıklık edecektir daha. Döblin’in edebiyatının tek kaynağı sadece bunlar değildir kuşkusuz. Ailesinin hikâyesi, yani kendi biyografisi de edebiyatının hem sebebi hem de vazgeçilmez referansı olacaktır.
1878 yılında Bugün Polonya sınırlarında yer alan Stettin kentinde bir Yahudi ailesinin dördüncü çocuğu olarak dünyaya gelen Döblin, henüz sekiz yaşındayken babasının başka bir kadına âşık olup kendilerini terk etmesinin acısını yaşar. Babanın gitmesiyle yoksullaşan aile Berlin’e göç eder çünkü burada mobilya üreticisi zengin dayıları yaşamaktadır. Beş kişilik aile Berlin’de 19. yüzyılın sonlarında, yoksul işçi sınıfın yaşadığı bir semt olan Friedrichain’da tek oda ve mutfaktan ibaret bir daireye sığınır, zengin dayının kâh damla damla akan kâh kesilen yardımlarıyla tutunmaya çalışır. Yazarın Fransa’daki sürgün yıllarında kaleme alacağı otobiyografik romanı Pardon wird nicht gegeben (Acımak Yok)[4] tam da böylesi bir ailenin hikâyesini anlatır. Romandaki aile pek de dindar sayılmayan, Katolik bir gelenekten gelirken Yahudi olan Döblin ailesinin Berlin’de alışık olmadığı bir antisemitizmle baş etmesi gerekir. Tüm bunların sonucunda, dört kardeş arasında liseyi bitirip üniversiteye gidebilen ama bunu da yine yaşıtlarına göre üç yıl gecikmeyle yapan tek kişi Alfred Döblin olur.
Lise yıllarından itibaren yazmaya başlayan Döblin, ilk metinlerini dönemin avangard gazetesi olan Sturm’da çıkarır. Çoğu bu gazetede tefrika edilmiş olup 1913 yılında kitaplaştırılan ilk öyküleri[5] ile dışavurumcu (ekspresyonist) edebiyatın ilk örneklerini verir ama yine de henüz sembolizmin etkisi altındadır. Zamanın ruhu denilen Zeitgeist’ı herhalde en iyi yakalayabilen yazarlardandır Döblin, çünkü öykülerinde tam da yüzyılın başındaki değişimi, insan-doğa ilişkisindeki yeni aşamayı, teknolojiyi, değişmeye başlayan kadın-erkek rollerini tartıştığı görülüyor. Doğa ile ondan uzaklaşan insanın kötü kaderi Döblin’in önemli temalarındandır. Kitaba adını veren Die Ermordung einer Butterblume (Bir Düğün Çiçeği Cinayeti) adlı öyküsünde insanın doğa karşısındaki güçsüzlüğü, korku biçiminde tezahür eder. Yazar yer yer de gotik edebiyata göz kırpar öyküde.
Karanlıkta sığındığı daracık orman yolu birazdan tuhaf bir şekilde daralmaya başladığında, ona öyle geldi ki sanki orman onu bir tuzağa doğru sürüklemek istiyor. Ağaçlar mahkemeyi kurmak üzere toplaşmışlar. [6]
Bir tıp doktoru olarak bilimi ve teknolojideki değişimi çok yakından takip eden Döblin aynı değişimi edebiyat aracılığıyla yapar. Birinci Dünya Savaşı sırasında cephede hekim olarak görev alan yazar, modern anlayışla yazılmış ilk tarihi roman sayılan Wallenstein adlı 900 sayfaya yakın kitabı kaleme almaya başlar. Aslında ondan önce, yine tarihi roman sayılabilecek başka bir eser[7] daha yayımlatmış ve romancı olarak kendinden söz ettirmeye başlamıştır bile. 18. yüzyılda Çin imparatorluğuna karşı gerçekleşen bir başkaldırıyı ve bu vesileyle Taoizm felsefesini anlattığı romanda, başkaldıranların hikâyesine Berlin’deki çocukluğunun ve ilk gençlik yıllarının yoksulluğunu inşa eder. Wallenstein’da ise 17. Yüzyılda Almanya ve diğer Orta Avrupa ülkelerini kasıp kavuran 30 Yıl Savaşları’na odaklanır. Döblin uzmanlarına bakılırsa, yazar bu metinleriyle de fazla uzağa gitmez. İçinde yer aldığı 1. Dünya Savaşı sırasında birebir tanık olduğu şiddeti, öldürmeyi, talanı en vahşi yönleriyle anlatır. Wallenstein yazarın Yahudi ve sosyalist kimliğine rağmen diğer kitapları gibi Nazi rejimi tarafından yakılıp yasaklanmaz, tersine, Üçüncü Reich Almanya’sının kütüphanelerinde korunur. Kimilerine göre Almanlığı ve şiddeti yücelten bir metin, kimilerine göre ise yazılmış en iyi savaş karşıtı eserdir Wallenstein.
Biz gelelim Döblin’in Berlin’ine ve ona asıl ününü kazandıran, Türkçeye yıllar önce çevrilmiş olup Everest Yayınları tarafından yeniden basılan Berlin Alexander Meydanı’na.
Roman, Franz Biberkopf adlı hükümlünün Berlin’in (hâlâ aynı yerde duran) Tegel Hapishanesi’nden çıkmasıyla başlıyor. Dört yıldır hapishane duvarları arasında düzen ve disiplin içinde yaşamaya alışmış olan Biberkopf için asıl mahpusluk şimdi başlamaktadır. Nereye ve kime gideceğini bilmediği bir yerdir dışarısı. Öyle ki bıraksalar, hapishanenin kapısından geri dönecek ve düzenli yaşamına devam edecek.
Böylece cebinde hapishanede çalışırken kazandığı biraz para ile şehrin merkezine doğru yola koyulur. Onun için epey acılı, özellikle şehri bugünkü haliyle tanıyıp da yüzyıl öncesini merak eden okur için muazzam bir karşılaştırma olanağı, normal okur içinse hem zor hem de şenlikli bir okuma deneyimi başlar.
Franz düzeni arayan, suça bulaşmadan iyi bir vatandaş olmaya yemin ederek girer şehre. Ama mümkün mü bu? Sevgilisini başka bir erkekten kıskandığı için öldürmüş olup dört yıl hapis yatmış, eğitimsiz ve parasız eski bir hükümlünün, krizlerle kavrulan büyük şehirde temiz kalabilmesi mümkün mü? Üstelik o yokken nasıl da değişmiş ve hızlanmıştır her şey. Şehirde yenilikler, kaos ve yoksulluk kol gezmektedir. Ne ki Berlin’e ve meyhanelerine aşina bir Franz Biberkopf var karşımızda. Korktuğu her şeye hızlıca alışacak, canlanmak için de önce öldürmüş olduğu sevgilisinin kız kardeşine tecavüz edecektir. Sokakta giderek daha da görülmeye başlamış olan nasyonal sosyalist hareketin düzeni sağlayacağına inanacak, Alexander Meydanı’nda onların gazetelerini satacaktır.
Franz ırkçı gazeteler satmaya başladı. Yahudilere karşı değil, fakat düzeni seviyordu. Çünkü cennette düzen olmalıydı ve bunu herkes kabul etmeliydi. Çelik miğferleri, genç delikanlıları ve onların önderini görmüştü. Bu iyi bir şeydi. (…) Alexander Meydanı’nda duruyor. Yeni Dünya’da tanıştığı tek gözlü adamla, şişman kadınla dans eden adamla aynı düşüncedeydi.[8]
Alfred Döblin romanda dokuz bölüm boyunca Franz Biberkopf’un engellenemez yenilgisini anlatır. Biberkopf, geçici işlerle geçinmeye çalışır, bir suç çetesinin içine düşer. Bir kolunu kaybeder, gencecik bir kadın olan yeni sevgilisinin öldürülmesine tanıklık eder. Tekrar hapse düşer, ardından tımarhaneye yatırılır. Burada Ölüm ve Babil Fahişesi’yle yüz yüze gelir ve sonunda acılarından ve günahlarından arınır.
Franz Biberkopf romanın ana kahramanıysa da aslında yer yer işlevselliğiyle önemli bir kişilik halini alıyor. En büyük işlevi ise değişen iç sesi aracılığıyla okura bir izlek sunması. Çünkü metin bir kamera gibi sürekli Biberkopf’un etrafında hareket eder, hatta öyle ki onu bazen tamamen unutup bambaşka bir noktaya, mesela bir mezbahaya ve orada ölümü bekleyen hayvanların korkularına, kesilme anlarına odaklanır. Franz meydanda yürürken bir şeyler düşünür, birden o düşüncenin ortasına bir gazete manşeti ilişir, borsa fiyatları girer araya, derken hava durumuna atlar, bir sonraki sahnede kahramanımız konuşurken sokaktaki başka bir sohbet girer araya, bunu da tramvayın sesi bastırır, bir şarkının sözleri telaffuz edilir. Bu montajlar roman boyunca sürer; kolajlarla büyükşehrin bütününe ulaşılır. Bu teknik şunu düşündürür: Günlük hayatın kendisi de böyle değil midir? Büyükşehirin en gerçekçi anlatımının böyle olması gerekmez mi? Üstelik bu anlatıma Eski Ahit’in cennetten kovulma sahneleri ve İncil’e atıflar eşlik eder. Büyük şehrin kargaşası Tanrı tarafından cezalandırılmış insanın sürgün yeri, dünya denen cehennemden başka bir yer değildir.
Alfred Döblin, çağdaşları Thomas Mann ya da Hermann Hesse ile karşılaştırıldığında okura yeterince ulaşamamış, eserleri edebiyat tarihinin hafızasına kazınmamış bir yazar olarak okunuyor bugün. İki eseri ise bunun istisnası olarak gösterilir. Biri Berlin Alexander Meydanı romanı, diğeri de henüz Türkçeye çevrilmemiş olup ilk öykü kitabına adını da veren Die Ermordung einer Butterblume (Bir Düğün Çiçeği Cinayeti) adlı uzun öyküsü.
Bense bu ikisine Acımak Yok adlı otobiyografik romanını da eklemek isterim. Romanın benim için önemi, Döblin’in ilk gençlik yıllarını, ailesini yakından tanımamıza vesile olması değil sadece, aynı zamanda pek çok yönden evrensel bir hikâye anlatabilmesidir. Acımak Yok, yoksulluktan çıkıp fabrikatörlüğe yükselen bir adamın geçtiğimiz yüzyılın hızlı değişimleri ve krizleri karşısındaki uyumsuzluğunu anlatırken aynı zamanda “erkekliğin” çözülüşüne de tanıklık eder. Döblin’in temel konularından biridir bu: Eserlerinde birer anti kahramana dönüşebilen yenik erkekler, hasarlı erkeklik, buna karşın endirekt de olsa sahneye çıkıp alay eden, güç ve bağımsızlık talep edebilen kadınlar.

Hitler 1933 yılında iktidara geldiğinde Döblin de diğer pek çok sol, sosyalist yazar ve sanatçı gibi ülkeyi terk etmek zorunda kalır. Üç oğlu ve karısıyla birlikte Fransa’ya iltica eder ve Fransız vatandaşlığına geçer. Ama sonuçta bir sürgündür, üstelik nereye giderse gitsin Nazi rejimi ve taraftarlarınca (asimile de olsa, sonradan Katolikliğe de geçmiş olsa) kovalanan bir Yahudi’dir. Döblin tüm bunları unutmak ama ailesinin hikâyesini de diri tutmak istercesine altı ay içinde kaleme alır Acımak Yok’u.
Roman taşradan çıkıp büyükşehre gelen ve yoksul bir mahallede tutunmaya çalışan üç çocuklu bir kadınla kadının büyük oğlunun hikâyesi etrafında kurulu. Oğlunu sol bir örgüte kaptırmayarak kendi geleceğini de garanti altına alan bir anne, dayısının fabrikasında çıraklıktan fabrikatörlüğe yükselen ve sonunda dünya ekonomik krizine yenik düşen Karl. Romandaki Karl’ı Döblin’in Auschwitz’de öldürülen ağabeyi, edebiyat ve sanata düşkün eczacı kardeşi ise Alfed Döblin’in prototipi olarak okumak mümkün.
Döblin’in bu romandan sonra yazdıklarını göçmen-sürgün edebiyatı sayar edebiyat bilimciler. O da bir göçmen, bir sürgün, hatta bir kaçaktır zaten. Alman ordusu Fransa’ya girdiğinde Döblin ABD’ye kaçar. Bir çöle benzeteceği Berlin’e ise savaştan sonra bir kez uğrar. 1946-53 yılları arasında Almanya’da yaşar ama memleketinin bir daha asla eskisi gibi olamayacağını anlayıp tekrar Fransa’ya göç eder. Parkinson hastalığından 1957’de vefat eder ve savaş sırasında bir Fransız askeri olarak Almanlara esir düşecekken intihar etmiş olan büyük oğlunun yanına defnedilir. Bugün genç bir tıp öğrencisi olarak kanal kenarındaki siyah beyaz bir fotoğraftan gelip geçene bakan eşi de yanlarında yatmaktadır.
Ve son olarak: Alfred Döblin’in büyük siyasi değişimlerin ve faciaların arifesinde yazdığı Berlin Aleksander Meydanı romanını hem bir belge hem de edebiyattaki öncülüğünü günümüze kadar korumuş bir eser olarak okumalıyız. Döblin’in yüzyıl önce anlatmış olduğu meydan bugün ne kadar değişmiş olursa olsun, Berlin’in sevilme nedenlerinden biri de romanın bu ünü ve yazarının sözcükleriyle yeniden yaratılmış olan bir Alexander Meydanı’dır herhalde.
[1] Günter Grass, 16 yaşındayken savaşın son yıllarında SS birliğine katıldığını ilk kez 2006 yılında yayımlanan anı kitabı “Beim Häuten der Zwiebel (Soğanı Soyarken)’de itiraf eder. Soğanı Soyarken, Günter Grass, Çeviri: İlknur Özdemir, Kırmız Kedi Yayınevi, 2008.
[2] Berlin Alexanderplatz, Fischer Verlag 1929, Türkçe: Berlin Alexander Meydanı. Çeviri: Ahmet Arpat, Alan Yayıncılık 1989, Sel Yayınları 2004, Everest Yayınları, 2013.
[3] Berlin Alexander Meydanı, Everest Yayınları, s. 121.
[4] Acımak Yok, Çeviri: Ahmet Arpad, Everest Yayınları, 2020.
[5] Öyküler “Die Ermordung einer Butterblume und andere Erzählungen” (Bir Düğün Çiçeği Cinayeti ve Diğer Öyküler) adıyla 1913 yılında basılır.
[6] “Die Ermordung einer Butterblume.
[7] Die drei Sprünge des Wang-lun. Ein chinesischer Roman. Fischer Yayınevi, 1916
[8] Berlin Alexander Meydanı, s.76.