.

Deniz Gezgin ile Söyleşi: “Dile Düştüğümüz Anda Dünyamız Ses’sizleşiyor”

Yağmur Yıldırımay Bayrakçı & Abdullah Ezik

yagmuryildirimay@gmail.com

abdullah.ezik@sanatkritik.com

Ahraz ve YerKuşAğı ile kendine özgü bir dil yaratan, bakışımızı masumlara, çocuklara, öteki canlılara ve çok daha fazlasına çeviren Deniz Gezgin ile kitapları ve edebî serüveni üzerine bir söyleşi yaptık.

YY: Ahraz köksüzlüğün, yersizyurtsuzluğun ve biraz da kötülüğün hikâyesi. İyilik, ötekini anlamak biraz da kendimize bakmak demek olsa gerek?

Kötülüğü yekpare bir varlık olarak benimseyerek iyiliği onun zıt kutbu saymanın en temel sınır inşalarından biri olduğunu düşünüyorum. Bu yalnızca ötekiyle aramızdaki sınırı oluşturmakla kalmıyor ötekiyi var ediyor, hiç yoktan. Kolektif kötülük de böylelikle üreme ve çoğalma ortamı buluyor. Eski toplumlarda hasta kişinin eşyalarını, deri döküntülerini sık kullanılan bir yol üzerine gömüp saklarlar, hastalık oradan geçen bir kişiye bulaştığında hastanın da iyileşeceğine inanılır. Öyleyse nasıl birlikte iyileşebiliriz? Dışarıda bırakılan biri(leri) hep olur hatta böyle bir kötülük/hastalık/kir tanımına göre dışarısı boş kalmamalıdır. Bütün günah keçisi ve arınma ritüelleri benzer bir kökene dayanır. Kiri, belayı, hastalığı ya da kötülüğü ötekine savma, dışarıya kovma dahası bulaştırma. Geçmişte bazıları bunu, ilkellikten ileri gelen bir düşünce olarak yorumlamış, meseleyi uygarlık öncesi toplulukların az gelişmişliğine vardıracak denli ileri götürmüştür. Oysa kendinde olanın inkârı, tam da kendini bilen uygar insana özgüdür. Mülkiyeti, aileyi, kimliği ve sınırları doğuran, bunları dünyaya çivileyen ve başımıza bela eden de bu özcü ahlaktır. Hal böyle olunca kapılar ötekinin yüzüne kapanır, “kötülük kapının dışındadır”. İçerideki korkuyu besler, el ve söz birliğiyle büyütürler ki dışarıdaki inandırıcı bir ucubeye, yaratığa, “bizden olmayana” dönüşsün, hastalığı da kötülüğü de hep o taşısın. 

YY: Ahraz’da kendinden olmayanı yok sayanların eleştirisini yapıyoruz, onların “lanetli” gördüklerini anlıyor, “içimize” alıyoruz. Hep bir “biz” var (ki kelimenin kendisi de bir şeyleri hep dışarıda bırakıyor). Kim bu biz? İsrafil, Yusuf ve Mavi ile bu “biz”i oluşturdu mu, yoksa yıktı mı?

“İçimize almak” deyişinizi, suya anlatılanların, kovulanların dönüşü gibi anladım. Sözün büyüsünü çözmek, bağı kaldırmak bir bakıma, yaftaları söküp içeriye hava aldırmak, aralanan boşluktan dünyaya açılmak. Böylesi bir karşılaşma, yüzleşme olmaksızın gerçekleşebilir mi? Kendi yarattığımız korkuyla ve birlikten doğan kuvvetimizin ezip geçtikleriyle yüzleşme bir sınır aşma imkânıdır. Oldurulduğumuz şeyin dışına çıkma, kendi güvenli bölgemizden ayrılma, başkalaşma, hafifleme olanağı. Belki başta tekinsiz hissedeceğimiz bu tek başınalık İsrafil’in dünyasındaki gibi bir bolluğa niçin açılmasın? İsrafil, Yusuf, Mavi birlikteyken “biz” olmadılar, aksine biz olmadan, aynılaşmadan da bir arada yaşanabileceğini kanıtladılar. Onların yakınlığı ne soydaşlığa ne türdeşliğe dayanıyor, dolayısıyla kendinden olmayanı yok etmiyor, kin gütmüyor. Bence en önemlisi de biz olmayı “başaranların”, onlara verdiği adı ve yüklediği ağırlığı üstlenmemeleri, hiç oluşları, ayrı ayrı. Gıpta edilesi bir özgürlük.

YY: Koku duyusu kitapta ağırlıkta ve bu, bir yaşam belirtisi aynı zamanda. Adile mesela, kabuğuna çekildikçe, yaşamdan uzaklaştıkça koku alamaz oluyor. Bunun hayatı anlamlandırmanızda önemli bir izlek olduğunu söyleyebilir miyiz?

Sesleri gören, renkleri duyan sinestezikler gibi, şeyleri ilk önce kokularıyla algıladığım söylenebilir. Neredeyse her şeyden önce koku vardı diyeceğim. Fakat kişisel duyuşumun ötesinde Ahraz’a sızan kokular ya da Adile’nin körelen duyusu keskin bir burnum olmasaydı da yine aynı olurdu gibi geliyor bana. Bir yeri anlatırken orada gezinir, orayı tanırsınız hatta bazen en çok girip çıktığınız kısımlardan hiç söz etmezsiniz ama yazıya geçirdikleriniz kendi dokusunu, yeryüzü şekillerini oluşturuverir. Bu yeni duyuların açılması gibi bir şey adeta. Solungaçlarınız da çıkabilir, kanadınız, kuyruğunuz da. Yepyeni bir bitki örtüsüyle, belki boşlukla belki de hiç bilmediğiniz türlerle buluşma ihtimali doğar. Bu yüzden Adile’nin hayattan çekilirken, soğurken duymaz oluşu bana öğrettiği, kattığıdır.   

YY: Ardımızda, yanımızda olanları bir kenara bırakıp tıpkı İsrafil gibi, iyiliğin, saflığın peşinden gitmek mümkün mü? “Çarkın ucundan tutmadan” tutunmak olur mu?

İyilik ve saflık da tıpkı kötülük gibi ahlaki birer ölçü, dolayısıyla tartı kimin elindeyse ona bağlı olarak değişir, kendi yargıçlarını atar, aynılarını seçer. İsrafil kancadaki balıkla ellerinin büyüklüğünü kavradı, onlarla yapabileceklerini görüp de utandı ve kötülükten azade olmadığını duyduğu anda inceldi. Kötülüğü uçurmadı, bir sala yükleyip savmadı, ruhunu kemireni, kimseye bulaştırmadan beslemeyi bıraktı. Başta kendinden şüphe duymasaydı o eşiğe gelemezdi. Bu saflıktan da öte bir kavrayış, niye tutunması gereksin? Yaşamak dururken. 

YY: Doğaya ait mitler, inanışlar sıklıkla geçiyor kitapta. Bunlardan biri de incir. Mesela Yusuf, müstehcen bir sır paylaşmak istediğinde bahçesindeki incir ağacına gider. Bu incir “yoldan çıkarıcıdır”, saldığı koku yeri göğü günahın nefesiyle bulandırır. Eski Türk inanışlarında da incir, “uğursuz”, “zehirli” kabul edilir. İnsanın (özellikle de erkin) doğaya tahakkümü olarak da okuyabilir miyiz bunları? 

Mitlerdeki bu anlam inşası mülkiyet arzusunun bir ürünü. İnsanın dünyaya yerleşmesi bu sayede gerçekleşir. Daha önce sözünü ettiğimiz “içerilerin” sertliği de hep bundan. İncir de bu bakımdan fazlasıyla “dile düşmüştür”. Hareketi önlenemez bir ağaç, ne kökü durur, ne balı ne de yabanıl kokusu. Onun bu tekinsizliği akıl karıştırmış olmalı. Bu yüzden hastalıklı, lanetli kılınmış ama büyüsünden de geri durulmamış.  İlk günah sonrası incir ağacının giyinilen yaprakları bir ayıbı örtmekten çok alttakine işaret eder hatta bazı mitlerde yasak meyve ağacının ta kendisi olur. Her zaman cinsellikle ilişkilendirilmiştir, yeri gelir fallusa, yeri gelir kem gözlerden korunmak için bir büyü aracına dönüşür. İffetlileri ayırt etmek için yine incir kullanılır. Dolayısıyla ona atfedilen her anlam insanda uyandırdıklarının ifşasıdır. Yalnızca incire dair olanlar  değil tüm doğa mitleri böylesi bir tersinden okumayla söz sahibinin/erkin ipliğini pazara çıkarır. 

AE: YerKuşAğı’nda çok ilginç bir dil yaratıyorsunuz. Bu dil kâh bir hayvanın, kâh bir çocuğun, kâh mitik bir karakterin dili olabiliyor ve bizi tüm samimiyetiyle sarıp sarmalıyor. Peki bu canlı ve çarpıcı, bize metnin Deniz Gezgin’in elinden çıktığını ilan eden dil nasıl oluştu? Bu dilin kökeninde ne yatıyor?

YerKuşAğı’nı yazarken canlılığa dair çokça düşündüm. İnsanı, hayattan alıkoyan sabitliği ve belki de en çok ağırlığı dert edinerek dünyaya başka bir biçimde açılmayı hatta biçimsizliği, hafifliği hayal ettim. Sözünü ettiğiniz dilin susarak, dinleyerek oluştuğunu söyleyebilirim, bir de şüpheyle. Yerleşik kanaatleri, dile işleyenleri sökebilmek için her şeyden önce kendimden şüphe duymalıydım. Olduran, eyleyen dilimden, ellerimden, yere basışımdan, dilime yapışan o yutamadığım tüyden rahatsızdım. “Birbirine zararsızca kaynayan” ağaç dallarını düşündüm, bırakılınca deliceye dönen ehlileri seyrettim. El yordamından çok duyularımla yazmak, kavramak yolunu seçtim. Daha güzel anlatmaktan ziyade bırakayım şeyler bir kez de oldukları haliyle duyulsun istedim. Böylece YerKuşAğı’nın dili kendinden oluştu.

AE: Aslında yine dil meselesine paralel olarak öne çıkabilecek, dikkatli bir şekilde ele almamız gereken başka bir unsur daha var: “ses”. Dilin yetersiz kaldığı, bir anlam ifade etmediği, kelimelerin sadece kelime olarak kaldıkları yerlerde ses devreye giriyor ve bize anlam yüklü bir ileti sunuyor. Sözgelimi vurulan kuşun ağzından çıkan ve avcının ne olduğunu anlamadığı ses gibi. Peki dil ve ses arasında ne tür bir ilişki görüyor, onları nasıl biçimlendiriyorsunuz? Her kelime bir sese sahip ama her ses bir kelimeye değil. Nedir bu yaman ilişki?

Dile düştüğümüz anda dünyamız ses’sizleşiyor, kendi gürültümüzden duyamaz hale geliyoruz. Tabii burada sözle işlenen, kurulu yapılı dilden, gramerden bahsediyorum yoksa her şeyde kendiliğinden olan ve kaynaşan dilden değil. Sesleri tanımıyoruz artık çünkü söz yükümüzle yerimize çakılmışız; gezinemiyor, dönüşemiyoruz. Neyin ne olduğundan öylesine eminiz ki. Her şeyin oldu bittiye getirildiği bir dilde, ya o ya da şu dışında bir var olma tahayyülü de kalmıyor. Bence bu, dilin yetersizliğinden çok dilin yetirme diktasından ileri geliyor, yafta mekanizmasından. Öyleyse bedeni dil olan yazı, iktidardan nasıl sıyrılabilir ve canlılığa katılır? Geri çağırılmış seslerle tıpkı keçi yolları gibi tepelerden ezgiler eşliğinde aşmak var, hayatın suyunda olan oyun bu işte. Sıçrama, yol alma, uçma, duyma kabiliyeti yani demek istediğim öyleyken böyle de olunabilir.

AE: Avcılık gibi insanın vahşilik ve zalimliğini de içine alan, beşeriyetin zulmeden yanını tüm çıplaklığıyla ortaya koyan bir metin YerKuşAğı. Üstelik tüm anlatılanlar bu sürecin içerisinde yer alan, bu süreçte masum olmasına rağmen ondan doğrudan etkilenen karakterler tarafından hikâyeye dahil ediliyor. Peki bu noktada doğayla insan, avla avcı arasındaki çatışma ve ilişki üzerine ne söyleyebilirsiniz?

İnsan, ölümsüzlüğün peşine düştüğü günden bu yana ölünce hayatını kaybeden bir varlığa dönüştü. Bu yüzden canı kıymetli. Avcılık bu yanıyla beşerin dünyayı nasıl bir can pazarına çevirdiğinin sembolik karşılığını oluşturuyor. Fakat bu meseleyi tartışırken de dilin söylettiğine iyi bakmak gerektiği kanaatindeyim. YerKuşAğı’nın avcısı Asil Derbentçi bir “vahşi” değil son derece medeni. Eğitimli bir gurme, hani şu zevk sahibi denilenlerden. Mihmandarların evlerindeki sınıfsal kokuya tahammül dahi edemeyecek denli steril bir yaşayışa sahip. Bunu bilhassa vurgulamak istiyorum çünkü doğayı mülk edinmiş insandan başka hiçbir canlıda göremeyeceğimiz türden kötülüklere yabandan, hayvandan atıfla sıfatlar yakıştırmak feci bir tuzak. Türcülüğün vaktiyle en temel dayanaklarından birinin aydınlanma olması boşa değil çünkü pek kullanışlı. Bir vahşi seçmek ve ona kara çalmak kolay. Uygarlık tarihi katliamlarla dolup taşarken failler hep bu dil ustalığıyla, ideolojik sinsilikle aklanmış. Güneş batmayan medeni ülkelerde, işaretli vahşileri antropoloji derslerinde işliyorlar hâlâ. İnsan için sahiplenmediği ve kendine benzetemediği her şey vahşi. Dünyayla ilişkilenme biçimimiz bu olduğu müddetçe avcının, kasabın kanlı ellerini tiksintiyle seyreder dururuz. İşte en başında konuştuğumuz kadim bulaştırma ritüelinin bir devamı. Her şeyiyle yeniden ürettiğimiz kültürün nefret ve kötülük unsurlarını göstere göstere yol üstlerine ekiyoruz. Öyleyse neyden sızlanıyoruz? Bu arınma ritüelleriyle kendinden şüphe duymaz “insanlığımız”, can aldıkça can bulmayı sürdürecek. Üstelik bunu şimdilerde yüksek sesli bir gösteriye de dönüştürmeyi öğrendik, söyle ve rahatla.  

AE: YokYer, metnin en önemli, en can alıcı noktalarından birisi, zira o, bir geçit, bir geçiş yeri olarak, bu dünyanın ötelenenleri ile onları öteleyenler arasındaki ayrımın açıkça ortaya çıktığı durak. Peki bu YokYer nedir ve nasıl oluşmuştur? Ötekilerle onları öteleyenler arasındaki bu sınır ortadan kalkamaz mı? Ve yine bu hususta, neden her şey tuza bulanıyor, nedir tuzun anlamı?

Yokyer’e pek çok açıdan bakılabilir, beni en çok ilgilendirense onun bir yer olmayışı dolayısıyla oraya yerleşilemez ama orada yaşanır. Bunu insanın yabanla arasındaki gerilimden de biliyoruz, yaban dilde doğaya çevrilerek parsellenmiş ve insana zimmetlenmiştir. Bu yüzden doğaya kaçılır; doğa sevilir, katledilir ya da keşfedilir. Orası bizim olmadığımız yerdir, peyzajdır. Yokyer’e gelince, her şeyin bir başka şeye dönüşebileceği, ele avuca gelmez ve tanımlanamaz, öyleyse adsız sansız yani hep canlı. Fakat şu soru hep aklımdaydı eğer ki Yokyer’e bir geçiş imkânı varsa bunca ağırlıkla, binlerce yıldır içimizde taşlaşan korkuyla, onca ad, kandaş, soydaş ve düşman bildiklerimizle yer tutmadan yaşamaya meyledilebilir mi? Kendiliğinden bir canlı gibi öylece yaşamak, Yokyer’de, mümkün mü? Peki bu dünya korkusu tuzla çözünür mü? Farmakon misali.

AE: YerKuşAğı’nın altında çok daha derin hikâyelerin olduğu, metnin kökeninin çok daha geçmişe gittiği mutlak. Öyle ki Hagrin’den munçaka doğru genişleyen karakter silsilesinde, ayrıca YokYer’den her şeyi gördüğümüz “göz”e kadar uzanan silsilede birçok unsur bize insanlığın ortak tarihini, ortak geçmişini hatırlatıyor. Peki bu geçmişte neler var? Bizi bunca çeken, şaşırtan, uyaran şey nedir? Bize biraz metnin geçmişinden ve bu süreçte düşündüklerinizden de bahsedebilir misiniz?

YerKuşAğı, insanlığın ortak tarihinden çok canlılığın ortak olmayan ortaklılığıyla ilgili. Sanırım bunun bir zaman ölçütü de yok, dolayısıyla metnin gerisinde herhangi bir geçmişe öykünme olduğunu söyleyemem. Bir ağızdan konuşmayı bırakıp şakımak, hatırlamak belki de bir iç çekiş. Bu metnin geçmişinde insanın yer’le, bir hayvan bir bitki alçaklığında ilişkilendiği o canlılık hali var. Daha yakın geçmişte yani yazarken ensemde duyduklarımsa dört bir yana saçılan can havli. Kurşuna dizilen katırlar, el arabalarında, lastik botlarda göçe zorlananlar, oyulan dağlar, derisi yüzülen ormanlar, “sırtına yük olduğum hayvan” ve onun, ellerimin altında duyduğum yürek güpürtüsü…