İpek Şahbenderoğlu
Rebecca Solnit, Yol Aşkı, Yürümenin Tarihi’nde çağlar boyunca Londra sokaklarında yürüyen yazarlardan söz açar. “Tek Başına Dolaşanlar ve Kent” adını verdiği bu bölüm boyunca görürüz ki, her yazar aslında sadece Londra’nın farklı yüzyıllardaki kentsel tarihi ve katmanları içinden değil kişisel Londra’sını kendi aynasında, yaşam tecrübesinin onu taşıdığı yerden de izlemektedir.[1]
Sevgi Soysal ise, 1976 sonbaharında Londra’ya, Royal Marsden Hopital’da kanser tedavisi görmek için gelmiştir. Bu süreçte kendini daha sağlıklı hissettiği zamanlarda enerjisi elverdikçe uzun yürüyüşler yapar; parklarda dolaşır; sinemalara koşar; flanözün tarihi boyunca biricik mekânlarından olan ünlü tüketim mağazalarına, Selfridge ile Harrods’a gider; Atillâ İlhan’a, Tevfik Küflü’ye mektuplar yazar; Barış Adlı Çocuk’ un Türkiye’deki yankılarını izler, kendisine gecikmiş olarak gelen ödüllerle “cenazecilikte yarışıyorlar” diye eğlenir, ünlü tasarımcı Conran’ın mağazasında karşılaşınca adeta vurulduğu Uzakdoğu’dan gelen bambu bir yazı masasını almak için planlar yapar, geride bıraktığı çocuklarını, dostlarını özler. Kendi deyimiyle “kapısına gelen ölümü, yeni bir yaşama dönüştürmek için” çabalar.[2] Londra’daki izlenimlerini ise Serpil Erdemgil ile birlikte radyo sohbetleri olarak aktarır BBC dinleyicilerine. Sevgi Soysal’ın bu sohbetlerini okudukça Hoş Geldin Ölüm’ de Sema’nın ardından konuşan o ses dolar kulaklarımıza aniden:
“Sema şu anda, en az yalanı taşıyabilir. Önemli gerçekler karşısında kalmış bütün insanlar gibi. Ve mutlaka, bir gün, önemli gerçeklerle karşılaşır insan, her insan. Her insandan biri olmak, şu anda Sema’ya iyi gelen tek düşünce bu.” [3]
Sevgi Soysal da “bu önemli gerçek”i askıya almayı ya da görmezden gelmeyi tercih etmez. Karşılaştığı andan itibaren onunla tanış olmaya ve onu yeni bir gerçeğe dönüştürmeye gayret eder. Soysal’ın ilerleme olarak kabul ettiği şeydir bir yandan bu. Kanserin vücudunda yarattığı değişimleri, ölüm karşısındaki tavrını bile her daim yaşamı kutsayan ona doğru açılıp genişleyen algısıyla izler. Adana’da sürgün günlerinde, kendine yeni yaşam ve nefes alanı açmak için kenti kat ettiği gibi[4], Londra’da da yürümeyi bir flanöz ruhuyla baş tacı eder. Londra’yı, hastalığını hatta ölümün varlığını bile yaşama duyduğu merakın ve iştahın içinden izler, onun bir parçası yapar. Attilâ İlhan’a Londra’dan yazdığı bir mektubunda “Taxi Driver filmini izlediğini, bu filmin kendisini çarptığını, senaryosunu bir romancı için çok ilginç bulduğunu” aktarır.[5] 20 Ekim 1976 tarihli başka bir mektubunda ise küçük bir sinemada Theodoros Angelopoulos’un The Travelling Players (Kumpanya) adlı filmini izlediğini yazar. Bu filmin “sinema açısından korkunç ilkelliklere sahip olduğunu, yer yer sıkıcı ve akıl almaz durgunlukta olduğunu, gereksiz uzatmalara yer verdiğini, Angelopoulos karşısında Yılmaz Güney’in daha iyi bir sinemacı olduğunu, yine de filmin iç burkan güzelliklere” sahip olduğunu ekler.[6]
Aynı mektupta Londra’yı sevdiğine, burada kendini daha iyi hissettiğine, “içinde bir türlü gem vuramadığı bir yaşama hızı” nın kentteki değişim hızından beslendiğine şahit oluruz.
Virginia Woolf, 1931 ilkbaharında Good Housekeeping dergisinde kaleme aldığı “kalabalık, damar damar ve sıkışık” [7]diye tanımladığı Londra hakkındaki izlenimlerini içeren denemelerinden birine “yalnızca yaşamda kalabilme işi bütün gücümüzü tüketiyor. Yaşam ve ölüm üzerine düşünecek zamanımız yok, demek üzereydik ki birdenbire St. Paul Katedralini’nin kocaman duvarları çıktı karşımıza.”[8] diye kaydeder. Sevgi Soysal ise Londra’da bulunduğu süre içerisinde yaşam ile ölüm hakkında sık sık düşünür. Kentin hızı, hareketi onu bundan alıkoyamaz. “Aslolan hayattır,” diyerek yaşamın gücünün doğumdan, kadının rahminden aldığını vurgulayarak ölümün karşısına yaşamın emekçisi olarak kadınları, anneleri yerleştirir. Yaşam; bitip tükenmeyen, “inat tanımayan, inatlaşmadan paylaşılması gereken”, daima kendini yenileyen, “daha insanca yarınlara yönelik bir oluşumdur” çünkü onun gözünde. Londra’da, Ankara’da, İstanbul’da ya da Zap Suyu’nun yanı başında… Kuzey İrlanda’nın Belfast kentinde de… Beş çocuk annesi Bayan Drumm’ın öldürülmesi üzerine düşünür. Ardından yine o dönemde Türkiye’deki “Evlat Acısına Son” Mitingi’ne dokunur. “Hayatın ucundan kemiren farelere inat, her şeyini karşılıksız veren”[9] annelere, İkinci Dünya Savaşı’nı feci biçimde deneyimlemiş ve genç yaşta yaşamını yitirmiş Wolfgang Borchert’in savaşı durdurabilecek bir gücün temsili olarak seslendiğini hatırlatır. Ölümlerin karşısına, “hayatı paylaşmayı” yerleştiriverir.[10]
Virginia Woolf’tan farklı olarak Sevgi Soysal, Londra’da bir dış gözdür; hatta onu kendi ülkesinin gözlerinden izlemeyi bir an bile erteleyemez. Londra’yı Türkiye’den ve Türk vatandaşlardan hatta Osmanlı tarihinden ayrı düşünmez. Attilâ İlhan’a bir mektubunda ise şöyle yazar:
“Londra’ya gelmek iyi geldi bana. Bu Londra’yı sevişimin tek nedeni de onlarda, yani, bu İngilizlerde, bizim çöküş dönemindeki Osmanlılara benzer bir ahmak şaşkınlık yakalayışım. Burası bir anlamda İstanbul gibi. Her şey hep kötüye gidiyor, İngilizler, o dünya imparatorluğu rahatlığını bir türlü atamıyorlar üstlerinden, yıllar yıllarca, sömürü üstüne kurulmuş bir rahatlığa, hazır yiyiciliğe, tembelliğe öyle alışmışlar ki, şimdiki ekonomik batışlarını kavrayamadıkları gibi, rahatlarını bozmaya niyetli değiller. İngilizler ne çay saatinden ne de sabah sabah neredeyse onlarda işe gitmekten hem vazgeçmeyerek hem de saati yedi buçuklarında haldır haldır işe koşturan Alamanların, Marklarının neden hep yükseldiğine şaşarak ağlaşıp duruyorlar, vah vah!” [11]
“Haftaya, Selfridge’de haftaya!” başlıklı radyo konuşmasında, sinema saatini beklerken vakit geçirmek için girdiği Oxford Caddesi’ndeki Selfridge’de Türk vatandaşlarının mutfak eşyalarından, güzellik müstahzarlarından modanın en son örneklerine dek yüksek fiyatlara rağmen nasıl çılgınca alışveriş yaptıklarını şaşkınlıkla seyreder. Bir çay içmek için girdiği kuyrukta yorgunluktan bayılır ve kendine geldiğinde beresini düşürdüğünü fark eder. Tıpkı Virginia Woolf’un Oxford Caddesi’nde bir kadının elindeki sıra sıra paketlere bir de kaplumbağayı eklemeye çalıştığına şahit olduğu gibi[12], Sevgi Soysal da bayılınca düşürdüğü beresinin ve o bereyi asla giyemeyecek kadar şık bir kadın vatandaşımız tarafından, satın aldığı eşyaları sığdırmaya çalıştığı torbalara “kısa günün kârı” olarak attığı anı yakalar. [13]
“Akın var Harrods’a, akın!” başlığını taşıyan radyo konuşmasında ise Bakmak adlı kitapta bir araya gelen denemelerinin omurgasını oluşturan milliyetçilik, erkeklik eleştirisi eksenini sürdürerek akın deyince aklımıza “at, avrat, pusu” ya da yeni ülkeler, büyüyen sınırların gelmemesi gerektiğini, Harrods’da özellikle turistlerin alışveriş pratiklerinde bunun yeniden üretildiğini söyler:
“Öyle bir akın ki bu, kristaller, birbirinden şık mobilyalar, porselenler, kürkler ortasında eski akıncıları geride bırakan bir hızla akıyor. İngiliz lirasıyla tahterevalli oynarcasına yükselen Alman Markı’nı ceplerine doldurmuş turistlerin atları, bellerinde palaları eksik.”[14]
Sevgi Soysal için Londra’nın en çarpıcı özelliklerinden biri de “büyük kentin içine olağanüstü bir ustalıkla sığdırılmış özgür doğa parçaları olarak gerçek doğanın verebileceği özgürlük ve genişlik duygusu veren” parkları ve bahçeleridir. “Doğadaki her yenilikten, bahardan ve gençlikten hoşlanışım, doğadaki yenilenme gücünü, ucundan da olsa koparmayı umuşumdan olmalı.”[15] diyen bir yazarın Londra’da zamanının çoğunu buralarda sevinçle geçirmesi şaşırtıcı değildir. “Henri Moore’dan Namahreme” adlı radyo konuşmasında “ortasında boşluklar olan” bir Henri Moore heykelinin bulunduğu parkta Sevgi Soysal, eteğiyle eğilerek bu boşluklardan geçmeye çalışan kızını kulağından kavrayarak azarlayan bir Türk babaya denk gelir. “İnsan eli değmemiş duygusu veren bir parkta böylesi bir heykelle karşılaşınca duyduğu heyecan” oracıkta asılı kalır. Sevgi Soysal, Türkiye’de göğüsleri olan bir kadın heykelinin nasıl günlerce gazete haberi yapıldığını, Kuzgun Acar’ın ödül kazanıp daha sonra da Gima duvarına asılan demir heykelinin akıbetini hatırlar. Burada da Türkiye’deki toplumsal dinamiklerin gölgesinden bir türlü sıyrılamaz, Moore’a böylesi “ahlak dışı” heykeli tasarladığı için neşeli ironisiyle bir nutuk bile çeker.[16]
Radyo konuşmaları arasında en sarsıcı olan “Zordur Düşmanlık” başlıklı konuşmasında ise Royal Marsden Hospital’daki tedavi sürecinden bahsederken, 1970’ler Türkiye’sinin aksine kanser hastaları arasındaki bir dayanışmayı, cesaret veren yaklaşımı, beraber kurdukları bir dili de görünür kılmak ister gibidir. Hastalığa yaklaşım biçimleri Sevgi Soysal’ı epey etkiler. Chelsea Manor- Gardens’dan Ahmet Tevfik Küflü’ye yazdığı bir mektubunda da “Burada bana oldukça ciddi ve ağır bir ilaç tedavisi uygulanmakla birlikte, bu tedavinin uygulanış tarzı herhangi bir gündelik bir hastalıkla savaşılırmış havasında. En çok da bu hoşuma gidiyor. Çünkü kanserin, insan üstü, metafizik bir bela olarak karşılandığı durumlar fena halde canımı sıkıyordu.” diyecektir. [17]
Yine aynı konuşmada hasetten, kinden, öfkeden arınmış iyileşme mekânları olan, ilaç ya da iğne tedavisine karar verilecek zamanın geçirildiği bekleme odalarını uzun uzun tasvir eder. Kanser hastalığı ile mücadelenin savaşın militer dili ile yapılmadığını, “insanın insana, hayatın en önemli ve doğru gerçeklerinden biri olan ölüm karşısında, bu tek ortaklığı paylaşabilme” becerisine kavuştuklarını dile getirir.[18] Yaşamı boyunca böylesi bir dilin ve o dilin yaratılması gerekliliğinin her alandaki mutlak varlığı için çabalayan Sevgi Soysal’ın ölüme bakışı da şüphesiz bu aydınlıktan yeniden yaratılıp başka bir gerçekliğin mümkün kılınabileceğini de gösterecektir:
“Eğer ölüm varsa, daha güzel bir hayatın, daha uygar insanların, daha insanca kuracakları bir hayatın gereği için var. Yoksa ölüm, içinde aşamadıkları sevgisizliği, çirkinliği daha kötü bir dünyaya aktarmak isteyenler için değildir.” [19]
[1] Rebecca Solnit, “Tek Başına Dolaşanlar ve Kent”, Yol Aşkı, Yürümenin Tarihi, Çeviren: Elvan Kıvılcım, Encore Yayıncılık, İstanbul 2016, s.263-282.
[2] “Attilâ İlhan’a Mektuplar-29 Eylül 1976”, Sevgi Soysal, Yaşamı, Sanatı, Yapıtlarından Seçmeler, Yayıma Hazırlayan: Muzaffer Uyguner, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2002, s.239.
[3] Sevgi Soysal, Radyo Konuşmaları, Hoş Geldin Ölüm, İletişim Yayınları, İstanbul 2005, s.45.
[4] İpek Şahbenderoğlu, “Kutu Kutu İçinde- Kilit Kilit Üstünde: Güneyden Mektuplar”, Hayatın Emekçisi Sevgi Soysal Sempozyumu, Nilüfer Belediyesi, Bursa 2018, s.75-80.
[5] “Attilâ İlhan’a Mektuplar-29 Eylül 1976”, Sevgi Soysal, Yaşamı, Sanatı, Yapıtlarından Seçmeler, s.240.
[6] Attilâ İlhan’a Mektuplar-20 Ekim 1976”, Sevgi Soysal, Yaşamı, Sanatı, Yapıtlarından Seçmeler, s.245.
[7] Virginia Woolf, Londra Manzaraları, s.37.
[8] Virginia Woolf, Londra Manzaraları, s.41.
[9] Sevgi Soysal, Türkiye’nin Kalbi, Kabul Günleri- Gazete Yazıları, Derleyen: İpek Şahbenderoğlu, İletişim Yayınları, İstanbul 2014, s.457.
[10] Sevgi Soysal, Radyo Konuşmaları, Hoş Geldin Ölüm, s.19-21.
[11] Attilâ İlhan’a Mektuplar-20 Ekim 1976”, Sevgi Soysal, Yaşamı, Sanatı, Yapıtlarından Seçmeler, s.244.
[12] Virginia Woolf, Londra Manzaraları, s.21.
[13]Sevgi Soysal, Radyo Konuşmaları, Hoş Geldin Ölüm,s.24.
[14] Sevgi Soysal, Radyo Konuşmaları, Hoş Geldin Ölüm, s.31.
[15] Sevgi Soysal, Radyo Konuşmaları, Hoş Geldin Ölüm, s.33-35.
[16] Sevgi Soysal, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, İletişim Yayınları, İstanbul 2013, s.33
[17] Ahmet Tevfik Küflü’ye Mektup, 17 Ekim 1976, Sevgi Soysal, Yaşamı, Sanatı, Yapıtlarından Seçmeler, s.246-247.
[18] Sevgi Soysal, Radyo Konuşmaları, Hoş Geldin Ölüm, s.28.
[19] Sevgi Soysal, Radyo Konuşmaları, Hoş Geldin Ölüm, s.29.