Hasan Öztürk
Konur Ertop, “Cumhuriyet Çağında Türk Romanı” (Türk Dili ‘Roman Özel Sayısı’ 154, Temmuz 1964) başlıklı yazısında Selahattin Enis (1892-1942)’i şu cümlelerle tanıtır: “Cumhuriyet romanı derece derece gerçekçiliğe doğru gelişmiştir. Başlangıç evresinde bir de natüralist yazarı vardır ki nihilizme açık kişiliği ve romanlarında yansıyan kötümser gerçekçiliğiyle pek ilgi çekici durum taşır. Bu yazar Selâhattin Enis’tir. 1924’te yayımlanan Zaniyeler ve iki yıl sonra çıkan Cehennem Yolcuları Selâhattin Enis’in dikkatle üzerinde durulacak bir sanatçı olduğunu gösterirler.” Ertop, romancının ölümünden handiyse çeyrek yüzyıl sonraki bu değerlendirme yazısında, bazıları sonraki zamanlarda tartışılacak olsa da önemli belirlemeler yapmıştır. Ertop’un, romancı hakkındaki “dikkatle üzerinde durulacak bir sanatçı” yargısını geçen zamanlar doğrulayamadı ne yazık ki. Bugünün edebiyat ortamına bakıldığında Selahattin Enis de Ömer Türkeş’in deyişiyle “unutulan bir yazar” (Hürriyet Kitap Sanat 83, 31 Ağustos 2018) konumundadır.1 Yazarının unutulmuşluğuna karşın başyapıtı sayılan Zaniyeler2, Birinci Dünya Savaşı yıllarının İstanbul’unda toplumsal yaşamın gerçeklerinden uzaklaşmış, eğlence düşkünü yozlaşmış bir grup ile onlara yakın duran vurguncu zenginlerle dönemin bazı gazetecileriyle edebiyatçılarının içyüzlerini yansıtan yönüyle söyleyecek sözü olan romandır ve yazarını bugünün okuruna hatırlatacaktır.
İlk kez “İleri” gazetesinde “Fitnat’ın Sergüzeşti” adıyla tefrika edilen (19 Haziran-6 Ekim 1922) roman, tefrikadan sonra önemli değişiklerle Zaniyeler adıyla kitap olarak basılmıştır.3 Romanın kitap olarak basılış tarihindeki farklılık, onun roman sıralamasını değiştirmiş ve pek çok kaynakta –Sara’dan önce kitaplaştığı için- yazarının ikinci romanı olarak değerlendirilmiştir. Servet-i Fünun etkisindeki gençlik/acemilik döneminin ürünü Neriman (1912) romanından sonra, tefrikası 1921’de yayımlanan Sara’nın ardından yazarının üçüncü romanı olan Zaniyeler, 1943’te ikinci kez basılmış ancak Latin harfleriyle basılan bu kitabını yazarı ne yazık ki görememiştir.
Adını, romanda bir kez geçen (Z, 130) ve Fitnat’ın, teyzesinin yatağını anlatırken kullandığı “zaniyeler” [zina eden kadın, fahişe] sözcüğünden aldığı anlaşılan roman, tesadüfleri ve yazarının romanda araya girişleriyle Tanzimat romanının acemiliklerini barındırır. Olaylarının küçük bir bölümünün Fitnat’ın evliliğinin kısa bir dönemini geçirdiği Konya/Meram bağları dışındaki mekânı İstanbul olan Zaniyeler’in kişilerinin pek çoğu, roman karakteri olmaktan çok yazarın, olayları kendi isteği doğrultusunda yürüteceği birer görevli personel gibidirler. Selahattin Enis, başlangıçta romanı özetler nitelikteki ‘açıklama’ yazısıyla kurmaca metnin ‘merak’ ögesini yok etmekle kalmamış, bir ölçüde kendisini de yalanlamıştır. Romanın ilerleyen bölümlerinde eylemlerine tanık olduğumuz Fitnat, başlangıçta tanıtıldığı gibi “kadından ziyade Allah’ın İstanbul’a musallat ettiği bir afet” ve “geçtiği ve yürüdüğü yollarda ölümler ve harabeler bırakmış” ölçüde kötü ya da “hiç kimseyi sevmemiş (…) ruhu bir çöl gibi bomboş” sayılacak kadar da duygusuz değildir.
Yazarının roman/edebiyat anlayışıyla öyküleri ve diğer romanlarının özü/özeti sayılabilecek Zaniyeler, ‘günlük’ biçiminde yazılmış bir romandır. Romanın hemen başındaki başlıksız açıklama, devamındaki bazen tarihleri bazen de mekânları yazılmayan günlüklerin metinde pek de işlevsel olmadığını gösterir. “Aşağıda kaydettiğim satırları büyük ve meşhur Fitnat Hanım’ın günlüğünden alıntıladım.” cümlesiyle açılan romanın devam eden sayfalarındaki günlükleri özensizdir, kaldı ki onların bazılarına günlük bile denemez. ‘Temmuz 1915’ tarihli günlük (Z, 82) yalnızca dört cümle iken ara bölümlerle süren ‘Mayıs 1916’ tarihli günlük (Z,114-199) ise oldukça uzundur ve bu günlüğün sonuna “altı ay sonra” açıklamasıyla eklenen ‘5 Ekim 1922’ tarihli (Z, 199) dört cümlelik günlükle roman tamamlanır. İlk cümlesiyle başkişinin günlüklerine, dolayısıyla romana müdahil olacağı açıkça belli olan yazarın bu tutumunun yadırganacak bir yanı da yoktur. Çünkü Selahattin Enis, “birinci önceliği edebi eser ortaya koymaktan ziyade çağına tanıklık etmek, yaşanan felaketlerin, acıların unutulmasını önlemeye çalışmak, yaşanan felaketlerden bir ders çıkararak daha güzel, daha mutlu bir toplum oluşmasına katkıda bulunmak”4 olan bir yazardır.
Ertop’un yukarıda alıntıladığım, “Başlangıç evresinde bir de natüralist yazarı vardır ki nihilizme açık kişiliği ve romanlarında yansıyan kötümser gerçekçiliğiyle pek ilgi çekici durum taşır.” cümlesindeki ‘natüralist’ ve ‘kötümser’ sözcükleri, Selahattin Enis’in romancılığının önemli belirleyicileridir. Bu yazım, başlıkta da hissettirdiğim üzere, Selahattin Enis’in romancılığı yerine bir romanı eksenindedir. Böyle olmakla beraber, yazarını edebiyat ortamında temsil etmiş/eden Zaniyeler romanındaki kötümser tablo ile romana yakıştırılan Zolavari anlatım biçimi, ister istemez yazarın edebiyat anlayışını da yazıya getiriyor.
Selahattin Enis hakkında dört başı mamur tek çalışmanın akademisyen Vahit Tane’nin andığım Türkiye’nin Emile Zola’sı Selahaddin Enis kitabı olduğunu bilelim. Ne var ki romancıya dair genel yargılar çoklukla Tahir Alangu’nun, ilk kez 1959’da yayımlanmış kitabında verdiği bilgilere dayandırılmıştır. Kitabında romancı hakkında sıklıkla “natüralist” sözcüğünü kullanan Alangu, yazarın hemen bütün öykü ve romanlarını bu eksende toplar. Selahattin Enis’in, “genel kitaplıklara” alınmayış nedeni “açık saçık” sahneler içeren kitaplarını da “natüralist görüş icabı” yazdığını söyleyen Alangu, romancı hakkında edebî akım yargısını verir: “Bu romanlarında [üçü bilinen: Zaniyeler, Sara, Cehennem Yolcuları; üçü de unutulmuş: Neriman, Endam Aynası, Mahalle] kibar tabakaya ve onların içindeki soysuzlaşmış çevrelere ve insanlara karşı Zola’vari bir kin ve husumetin izlerini görmek kabildir. Hikâyelerinde ve romanlarında natüralist acılık, devamlı olarak hayatın en karanlık, en soysuz yönleri üzerinde ısrarlı duruşundan gelen bir karamsarlık vardır. Birinci Dünya Savaşı sıralarında İstanbul’un kibar semt ve çevrelerinde yaşanan sefahat ve fuhuş hayatını çok sert bir ölçüde, açık çizgilerle ortaya koyarken hırçın bir üslûpla hicveder ve hırpalar.”5 Zaniyeler romanını okurken benim gördüğüm de tamı tamına budur.
Romana Yansıyan Bir Cephe Gerisi
İnsanlığı tarihi, savaşların tarihidir dense bu, pek de abartı sayılmaz. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde adı ‘dünya’ ile anılan Birinci Dünya Savaşı, dünyanın o güne de gördüklerinden apayrı bir savaştır. On dokuz yaşındaki Gavrillo Princip, 1914 Temmuz’unda Avusturya-Macaristan arşidükünü öldürdüğünde dört yıl boyunca dünyayı yakacak ateşin ilk kıvılcımını parlatmış, sonrasında 1918’e gelindiğinde dünya, kadim kültürlerin yönetimi ‘imparatorluk’ devrini tamamlamış gibidir. Kayıtların bilgisiyle on milyon civarında insanın öldüğü, bu miktarın en az iki katı kadarının sakat kaldığı bir savaşın Osmanlı/Türk coğrafyasındaki hasarı dünya ölçeğindekinden geri değildir. Savaşın dört yıllık süresi, tarihin ölçeğinde kısa görünse de bu dört yılın toplumsal yaşamdaki etkisi, sürenin kısalığıyla ters orantılı büyüklüktedir. İnsana odaklı güzel sanat alanı edebiyatın bir yönüyle de tarihsel ve toplumsal olayların yansıma alanı olduğu gerçeğiyle bakıldığında Birinci Dünya Savaşı, edebiyatımızın şiir, öykü, tiyatro ve özellikle de romanlarına yansıyan önemli bir olaydır. Ne var ki savaş, her zaman cephede karşı güçle yapılan organize silahlı mücadele olarak değil de politik manevraları, ekonomisi, karaborsacıları, çeteleri, cephe gerisi, asker kaçakları, yoksulluğu, halkın yılgınlığı, aile dağınıklığı, savaş vurguncuları benzeri yönleriyle de yaşanan bir geçekliktir. Selahattin Enis’in Zaniyeler romanı, cephe gerisinin yansımalarıdır ve 1914-1922 arasındaki Birinci Dünya Savaşı ile Kurtuluş Savaşı dönemlerini kapsayan bu romanın6, yazarın öyküleri ve diğer romanlarıyla benzerlikleri açıktır.
Günlüklerini ‘roman’ olarak okuduğumuz Fitnat, hâli vakti yerindeyken Balkan Savaşı’nın ardından İstanbul’a göçmüş ve artık geçim sıkıntısı çeken bir ailenin kızıdır. Konya’dan İstanbul’a eğlenmek ve evlenmeye gelmiş tiftik tüccarı Hasan Rıfat Efendi’nin kendisini tramvayda bir kez görüp beğenmesiyle onunla evlenen Fitnat, evlenip yerleştiği Konya’da kısa bir süre kaldıktan sonra sağlık sorunları nedeniyle eşini bırakıp İstanbul’a gelir ancak bir daha geri dönmez. Evliliğinin kısacık dönemindeki çekiciliğiyle “bütün Konya’yı altüst ve Meram Bağları’nı karmakarışık” ederek ayrılıp Aksaray’da anne ve babasıyla mütevazı ölçülerde yaşayan Fitnat, Şişli’deki varlıklı Münevver teyzesinin evine gidip gelince büsbütün değişir. Teyzesinin arkadaşı “Şişli’nin zevk çağlayanlarında bulunan bir sünger” Azize ile tanışan Fitnat, teyzesinin zorlamasıyla yeni yaşam biçimleri edinir. Zamanın seçkinlerinin buluşma/eğlence mekânı teyzesinin evindeki bir gece partisinde tanınmış gazeteci ve sanatçıların da basitliklerine tanık olunca aradığı İstanbul’dan soğumaya başlar. Taksim’de dolaşırken teyzesindeki partide tanıştığı “içinde yaşadığı cemiyeti otopsi masası üstüne serilmiş bir leş gibi bütün çıplaklığıyla” bilen İclal’le karşılaşan Fitnat, ondan teyzesi ve çevresiyle ilgili özel bilgiler öğrenir. Teyzesinin tanıştırdığı tanınmış Doktor Mükerrem ile metres hayatına başlayan Fitnat, doktorun kötü durumlara düşmesiyle ondan ayılarak İclal’in evine yerleşir. Teyzesine ve evindekilere tahammül edemeyen Fitnat, İclal’in evindeyken karşılaştığı genç zengin Muhlis’le birlikte olur ve ona para harcatmaktan adeta zevk alır, aynı zevk Hamit Nejat’ın metresi İclal için de geçerlidir. Cepheden gelen zaferi evinde içkili eğlenceli partiyle kutlayan Muhlis’in evine gelen Bakan paşalar da kör kütük sarhoştur ve emir iletmeye gelen askere karşı mahcup olurlar. İstanbul’a gelen Hasan Rıfat Efendi, Münevver’in arkadaşı Canan’la evlenmiş, Fitnat’ın annesi ekonomik yönden güç duruma düşmüş, Münevver kimsesiz biçimde ölmüş, borsada iflas eden Muhlis de evi terk etmiştir. Sonunda yalnız kalan Fitnat, annesinin yanına taşınarak her şeye karşın mutlu görünür.
Zaniyeler, aynı dönemleri konu edinen romanlarla hayli yakınlıkları olan bir romandır. Örneğin, İstanbul’un İç Yüzü (1920; Refik Halit) romanındaki anlatıcı kadın İsmet, iki yıl sonra günlük yazarı Fitnat olarak karşımıza çıkmış gibidir. Konaklardaki eğlenceleri, ölçüsüz harcamaları ve Meşrutiyet ileri gelenlerinin savaş ortamının fırsatçılığından yararlanıp vurgunculuklarıyla iki roman ne kadar da yakındır. Büyük savaş yıllarının İstanbul’undaki zenginlerin ölçüsüz ve özentili yaşayışlarını konu edinen, 1919’da tefrika için hazırlanmış Gizli El (1924; Reşat Nuri) ile aynı konulara değinen Mahşer (1924; Peyami Safa) ve Sözde Kızlar (1925; Peyami Safa) da Zaniyeler ile ortaklığı olan romanlardır. Fitnat’ın teyzesinin ve Muhlis’in evlerinde ya da başka mekânlarda eğlenenlerin görmediği yoksul halk, Ahir Zaman (1918; Celal Nuri İleri) ve Hakka Sığındık (1919: Hüseyin Rahmi Gürpınar) romanlarında da vardır. Zaniyeler’den beş yıl sonraki Sodom ve Gomore (1928; Yakup Kadri) aynı ahlak ve aymazlık sorununu işleyen bir romandır. Ankara (1934; Yakup Kadri) romanındaki Selma Hanım da yeni başkente geldiğinde, evliliğinin hemen ardından Konya’ya giden “İstanbullu” Fitnat’ın acemiliklerini yaşar. Konuya bir biçimde değinen başka romanlar da sayılabilir.
Cephenin Gerisinde Aymazlık, Haksız Kazanç ve Eğlence
Selahattin Enis, cephedeki varlık-yokluk mücadelesine karşılık cephe gerisindekilerin duyarsızlıklarını merkezine aldığı romanında zamanın zenginlerini, yöneticilerini, gazeteci- yazarlarını içkili ve kadınlı eğlence partilerinde buluşturarak anlatır. Savaşı Konya’da karşılamış Fitnat’ın günlüğünün, “Korkunç bir havadis etrafa yayıldı: Harbe girmişiz… Bütün yüzlerde derin bir endişe var. Çeneleri bıçak açmıyor… Meğer insan her şeye alışıyormuş. (…) Bağlardaki eğlentiler yine devam etmekte. İlk günlerde görülen durgunluk yavaş yavaş azalıyor ve hayat yine eski halini alıyor.” (Z, 14) notlarına bakılırsa savaş, halkın da pek umurunda değildir. Romanda seviyesizliklerine tanık olacağımız, “büyüklükleri altında ne sefih küçüklüklerin saklandığı” bu basit kişileri, “keskin ve kıvrak zekâsı” ile başkalarının bilmediği çok şeyi bilen Fitnat’ın, “satırlarında kendimizi bulacağı[mı]z” günlüklerini okudukça yakından tanırız. Eğlence partilerinin vazgeçilmezi kadınların özel yaşamları, erkeklerin kötü durumundan pek de geri değildir. Savaş nedeniyle halkın yoksullukla sınava çekildiği günlerdeki eğlenceli/konforlu yaşamda harcanacak para, haksız kazanç yollarına başvurmayı zorunlu hale getirmiştir. Böylesine çürümüş bir toplumsal yapıda üzerinde asıl durulması gereken, sanatçı ve yazarların da bu seviyesiz ortama eklenmiş olmalarıdır.
Hayatı, “müzik, eğlence ve heyhey” bilmiş Münevver Hanım, halkın “Çanakkale’deki harple meşgul” olduğu, ağızları bıçağın açmadığı o günlerde sipariş verdiği parfümü bulmakta zorluk çekince “Ah, bizi Fransız lavantalarından mahrum eden bu savaşa lanet olsun” (Z, 43) der. Eşinin “yirmi bin” liralık vurgununa bile dudak büken Münevver, eğlence partisine çağırdığı konuklarına “içleri en turfanda yemişlerle dolu yemişlikler, madeni buz kova içindeki muhtelif içki şişeleri, irili ufaklı narin bacaklı billur kesme kadehler elektrik ışıkları altında göz kamaştırıcı parıltılarla parlıyor” olan masalar hazırlar. Geceki partide yenilmiş, içilmiş, eğlenilmiş ve gecenin sonunda odalarda kadınlı erkekli sızılmıştır. İstanbul’un “devlet büyükleri ve ileri gelenlerinden oluşan” bu insanlar arasında kimler yoktur ki: “Bakanlar mı, memleketin en yüksek, en ünlü şairleri mi, kimler yoktu kimler. Bu, İstanbul’da büyük devlet adamlarının ve seçkinlerin bulunduğu bir meclis değildi bu, gerçek bir Babil’di. Hepsi de içkinin tesiriyle manevi elbiselerinden soyunarak içyüzlerini bütün kokuşmuşluklarıyla meydana çıkarmışlardı. Zaman zaman çiftler halinde masadan biri ikisi kayboluyor, sonra yüzler pancar gibi, saçlar darmadağınık, yorgun adımlarla tekrar masaya dönüyorlardı ve masaya her dönen çift masadakiler tarafından bir fısıltı konusu oluyordu.” (Z, 46).
Fitnat’ın, genç ve zengin Muhlis ile metres hayatı yaşadığı günlerde gidilen Alman operetinde salon tıklım tıklım doludur. Savaş zengini Hamit Nejat Bey, durumu özetler: “Hiç kimse, bu memleketin çok büyük bir savaşta, bir hayat memat mücadelesi vermekte olduğuna hükmedemezdi. Bütün yüzler neşeli, bütün dudaklar otuz iki dişini gösteren hayvani kahkahalarla açıktı. Kim iddia edebilirdi ki memleket her evinden bu savaşa üç beş cenaze vermiş bir memlekettir. Bu ne büyük bir yalan, ne büyük bir yalan…” (Z, 142). Salonun, “bakanlarından tulumbacısına” her kesimden insanla dolduğu o gecede Fitnat bir karşılaştırma yapar: “Mideler tok ve gözler yeni içilmiş kadehlerle mahmur ve hazlarla doluydu. Hâlbuki düşünüyordum ki şu dakikada alkışların operet kubbesinde uzun çınlamalarla yankılandığı şu dakikada, Irak’ta, Erzurum’da, Galiçya’da kaç bin asker yaralanıyor ve ölüyordu; ölüyordu adsız sansız bir ölümle, inlemeksizin, hatta feryat ve şikâyet etmeksizin…” (Z, 147). Muhlis, gösterinin bitiminde locadan çıkan Fitnat’ın yolunu on liralık banknotları yakarak aydınlatırken, dışarıdaki yoksul halk “dilenci” sanılır.
Cepheden müjdeli haberlerin gelişi, “Cephede asker ölüyor, İstanbul’da keselerini doldurarak yaşayanlar sanki zaferi kendileri kazanmışlar gibi övünüp seviniyorlar.” (z, 151) iken Muhlis, zaferin şerefine evinde eğlence partisi düzenler. Gece için kadınlı erkekli bütün davetliler kılık kıyafetlerine özen göstermiş, yemekler ve içkiler hazırlamıştır. Bakanlardan Mucip Paşa ile Kerami Bey de oradadır, şair Yahya Cemal ve Rıfat Melih ile gazeteci Fehmi Bey de… Meclis-i Vükela üyesi Mucip Paşa’nın zil zurna sarhoş olduğu saatlerde telefonla aranıp “üç sınıf askerin silahaltına alınmasına dair bir kararname” için imzaya çağrılması üzerine, “benim adıma imzalayınız” önerisi kabul edilmeyince emir, görevli askerle kendisine getirilir ki tekmil veren asker karşında paşa, rezil bir durumdadır.
Savaşlar, yarattıkları belirsizlik ve kontrolsüzlük ortamlarıyla vurgunculuk ya da karaborsa gibi haksız kazançlara kapı açar. Bu tür zamanları değerlendiren fırsatçılar, zamanın iktidar çevreleriyle de işbirliği yaparak kısa sürede zengin olup sınıf atlar, bir anda farklı konumlara gelirler. “Çizme boyu adamlara abideler yüksekliği, kedi gibi varlıklara deve cüssesi, fare gibi şahıslara aslanlar cesareti mi vermedi? Asili az olan memleketimizin etraf ve civarından bir yığın baldırı çıplak prensler, bir sürü göğsü mintanlı sultanlar mı türemedi?” (Z, 143) sitemi, savaşın yarattığı kaotik ortam nedeniyledir. Mucip Paşa ile Kerami Bey, silik kişiler iken siyaseten sınıf atlayarak ‘bakan’ olmuşlardır. Öncesinde kimselerin tanımadığı, “evinde beş numara idare kandili yakan” Hicri Sıtkı Efendi, “önemli bir bakanlığın müteahhitliğine kadar yükselmiş” birisidir. Fitnat’ın, “tabiatı yudum yudum içiyorduk” dediği Doktor Mükerrem, metresinin ölçüsüz harcamaları için “sapasağlam bir asker kaçağından para alarak sahte bir çürük raporu vermiş” ancak sonu pek de iyi olmamıştır. Paşa ile özel görüşen Muhlis, zafer sonrası bütün dükkânların camekânlarını kırmızı beyaz renge boyayacakları haberini alınca bütün dükkânlardaki kırmızı ve beyaz boyaları satıp alıp depolar. Muhlis’in yaptığı karaborsacılık olsa da “vatani bir iş” görmekle mutludur. Metresine para harcatmaktan zevk alan Fitnat, bir mantosu dikilmeden diğerinin siparişini verir, bir gün giydiği çorabı atar, gerdanlık değiştirmek için her hafta kuyumcuya uğrar. Yakın bir zamana kadar “işporta malı çorap” giymiş Canan da Fransız moda evi Pygmalion’dan alış verişe başlamıştır. Savaş zengini Hamit Nejat’ın, banyoyu şampanya doldurtarak yıkanışlarını da bu vurguncu ekonomiye eklemeliyiz. Konya’dan İstanbul’a geldiğinde Münevver’in yardımıyla Canan’la evlenen Hasan Rıfat Efendi de kadroya eklenmiş, Mucip Paşa kendisine düğün hediyesi olarak kayıtlarda halkın malı olan “on vagon” vermiştir.
Zaniyeler romanında başkişi Fitnat ve bir de İclal aracılığıyla tanıdığımız kalabalık kadronun başat özelliği, ahlak yönüyle zayıflıklarıysa ikinci özellikleri de bir biçimde Münevver Hanım’ın kendisiyle ya da eviyle ilişkili olmalarıdır. Bu iki özellik, İclal’in “Teyzenizin salonuna müdavim olan kadınlar, nasıl muhitin en yüksek ve ünlü kadınlarıysa, erkekler de o nispette memleketin en yüksek ve en nüfuzlu sınıfına mensup zatlardır.” (Z, 58) açıklamasıyla anlaşılabilir. Konya’dan İstanbul’a gelip Canan ile evlenmiş, “Bakan paşadan” on vagon hediye almış ve böylece “memleketin büyük sayılır adamları arasına girmiş” Hasan Rıfat Efendi, Münevver Hanım’a sırnaşarak “Ah hemşire hanım! Bilemiyorum sana nasıl teşekkür edeyim?” yalvarışıyla mekânın müdavimlerine eklenmiş olur. Fitnat’ın anne babasıyla onun hayatına Konya’da girmiş iki genç Bihter ile Sezai, her iki ortaklığın da dışında kalanlardır. Selahattin Enis, ilk sayfadaki “Eminim ki Fitnat’ı hepiniz tanırsınız ve bilirsiniz.” cümlesiyle başkişisi Fitnat’ı sanki romandaki bütün kötü kadınların temsilcisi yapmış gibidir. Roman boyunca yapıp ettikleri, özellikle erkeklerle olan ilişkileri Fitnat’ı, Namık Kemal’in Mahpeyker’ine benzetirken Selahattin Enis’in, Fitnat’a toplumun yanlışlarını/yanlış yapanlarını düzeltmede kapasitesini aşan bir sorumluluk yüklediğini söylemeliyim. Alman hayranı feminist Jale (Türkkan), kadınların seçme ve seçilme haklarına kavuşmalarını savunarak bu amaçla bir “Cemiyet” kurmuşsa da “zembereğine basılmış bir makine gibi” konuşmalarıyla kalmış o da eğlence piyasasındaki yerini almıştır.
Romanın kişileri evlilik/aile kurumunun büsbütün karşısındaki bir ilişki biçimiyle yaşarlar. Romandaki bazı kadınların cinsel yönelişleri dikkat çekicidir. Fitnat’ın teyzesi Münevver Hanım, erkeklerle olduğu gibi kadınlarla da cinsel ilişki kurabilir. Münevver’in sevgilisi Canan, ilerleyen zamanlarda Fitnat’ın eski kocasıyla evlenerek kadınının yolundan gider. Varlıklı bir erkekle evlenmişken “kalbinin sağ tarafı erkeklere, sol tarafı ise badem gözlü kadınlara ait” Nazlı Hanım da erkeklerle ve kadınlarla yakınlığı olan bir kadındır, belki sevgilisi Zehra Niyaz Hanım da öyledir. Evlilikte ölçüyü kaçırmış “azılı bir cinsel doyumsuz” Leman Adile Hanım, erkeklerle ilişkisini sapkınlık derecesine vardırmıştır.
Yazarların, kendi zamanlarında ya da öncesindeki bazı sanatçıları kurmaca metinlerine çağırarak olaylara dâhil edip böylece metni zenginleştirmeleri sıklıkla kullanılan bir yöntemdir. Romanına; Yahya Cemal, Celal Tahir ve Rıfat Melih adlı şairler ile Fehmi Bey adlı gazeteciyi ekleyen Selahattin Enis, onları savaşın ruhundan uzaklaşmış aymaz, kadın düşkünü, içkici, berduş kişiler olarak gösterip itibarsızlaştırmıştır. Topyekûn bir çöküş… Yahya Cemal adlı şairin romandaki konuşmalarına, şiir bilgisine, ders anlatan hoca oluşuna, Fransa hayatına bakılırsa onun Yahya Kemal olduğu açıktır. Bu gerçek bir tanıklık da olabilir, kişisel bir öfke de, bilemiyorum. Celal Tahir’in Celal Sahir Erozan (1883-1935), Rıfat Melih’in de İzzet Melih Devrim (1887-1966) olduğu kaynaklarda sorgulanmayı bekleyen bilgidir. Fehmi Bey, “memleketin en dindar, en takvalı adamı diye tanınan” bir gazetecisi olarak zamanın tanıklarının eğlence mekânlarından bulup çıkaracağı gerçek bir isim olabilir.
Zaniyeler, edebiyatın kaynaklardaki natüralist romana dair kötümser havayı görmeme olanak sağladı diyebilirim. Savaş yıllarında İstanbul’un merkezinde askeri görevle kalmış Selahattin Enis’in romanını okuyunca Taner Timur’un şu cümlelerine baktım yeniden: “Osmanlılarda roman türü ortaya çıkarken Fransa’da Zola ve doğalcılık akımı modaydı. Bu akım, Osmanlı yazarlarının hemen hepsini etkilemiştir. Ne var ki, Osmanlı yazarlarının kendi toplumlarını, Zola’nın yaptığı gibi, çirkin bir çıplaklık içinde sergilemelerine olanak yoktu.”7 Bu durumda Selahattin Enis’in, bitiminde Osmanlının imparatorluktan ulus devlete dönüşeceği savaş yıllarının İstanbul atmosferini romanında “çirkin bir çıplaklık içinde sergileme” cesaretini, onun Osmanlı yazarı olmadığıyla açıklamamız gerekiyor herhalde. Roman, okurunda şöyle bir merakı uyandırmıyor da değil: İstanbul, romanda anlatıldığı gibi ahlaksız olduğu için mi Selahattin Enis öyle yazdı yoksa romancının natüralist bakışı mı İstanbul’u öyle kötü gördü? Dönemi konu edinen başka romanlara da bakılırsa şarkı sözünün esiniyle ‘bunca romancı yanılmış olamaz’ gibi görünüyor.
Notlar / Açıklamalar:
1. Selahattin Enis’in, ölümünden hayli zaman sonrasına dek edebiyatın kaynaklarında yer alamayışında, “Yazmaktaki asıl amacı belki de ezilenlerin, sömürülenlerin sözcüsü olmak; toplumu sömürenleri, yozlaştıranları gözler önüne sererek toplumu bilinçlendirmeye çalışmak” olan yazarın, “edebi eser ortaya koymaktan ziyade çağına tanıklık etmek” (Vahit Tane, Türkiye’nin Emile Zola’sı Selahaddin Enis, Konya: Palet Yay., 2015, s.13) amacıyla estetik kaygıyı ötelemesi etkilidir. Natüralizm yanlılığının özgüveniyle ahlaki değerleri görmezden gelmek de onun göz ardı edilmesine neden olmuştur. Edebiyat sanatçılarının zamanlarından sonrası için kanona eklenmeleri önemli bir avantajdır. Selahattin Enis, kanon avantajını edebiyat ders kitaplarına girememiş olmakla kaybetmiştir. Yazımın hemen başında adını verdiğim “Türk Dili” dergisinde Mustafa Nihat Özön, “Türk Romanı Üzerine” yazısının son satırında bile olsa Selahattin Enis adını yazmıştır. Oysa aynı Mustafa Nihat, edebiyat ders kitabı yazarı olarak lise üçüncü sınıflar için yazdığı Metinlerle Muasır Türk Edebiyatı Tarihi (Maarif Vekâleti, Devlet Matbaası, İstanbul, 1930) kitabının “Bugünkü Roman” kısmında; Halide Edip, Yakup Kadri, Ömer Seyfeddin, Reşat Nuri ve Mahmut Yesari adlarını metinlerinden örneklerle tanıtmış, Selahattin Enis’i anmamıştır. Aynı ders kitabını bazı eklemelerle 1941’de bu kez Son Asır Türk Edebiyatı Tarihi (Maarif Matbaası) olarak yayımlayan Mustafa Nihat Özen [soyadı böyle yazılmış / HÖ], eski kadroya Peyami Safa’yı eklemiş, sekizinci romanı 1930’da tefrika edilen Selahattin Enis’i yine anmamıştır.
2. Selahattin Enis, Zaniyeler, haz. Ömer Aslan (İstanbul: Türkiye İş Bankası Yay., 2022); Yazımda kitabın bu baskısından yararlanılmıştır.
3. Zaniyeler’in kitap olarak basılışı bazı kaynaklarda 1923, bazılarında ise 1924’tür. Yazımda yararlandığım kitabı yayıma hazırlayan Ö. Aslan ve emek ürünü kitabında V. Tane, Zaniyeler romanının 1923’te kitaplaştığını belirtiyorlar. T. Alangu, K. Ertop, Behçet Necatigil (Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü, 1979) ve A. Yalçın’a göre bu tarih 1924’tür.
4. V. Tane, a. g. y., s.13
5.Tahir Alangu, Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman 1: 1919-1930, (İstanbul: İstanbul Matbaası, 1968), s. 42 ; “Tahir Alangu’nun değerlendirmelerinden hareket eden birçok araştırmacımız, Selâhattin Enis’i natüralist olarak kabul ederse de, buna katılmak mümkün değildir. Enis’in seçtiği malzemeyi kullanışı bile tamamen romantizmin temel düşüncelerine uymaktadır.” Alemdar Yalçın, Cumhuriyet Dönemi Türk Romanı, (Ankara: Akçağ Yay., 2002), s. 95; V. Tane, andığım kitabında yazarın öykü ve romanlarının natüralizm ilgisini ayrıntılarıyla göstermektedir.
6. Çalışmasında, Zaniyeler romanının 1943 baskısından yararlanan V. Tane, “Roman Fitnat’ın 10 Ağustos 1330 (1914) tarihli ruznamesiyle başlar ve 5 Teşrinievvel 1338 (1922) tarihli ruznameyle sona erer.” (a. g. y., 170) bilgisiyle romanın “sekiz yıllık bir süreyi” kapsadığını belirtiyor. Romanın 2022 baskısında “Konya, Meram bağları” notuyla yazılan ilk “günlük” (Z, 5) tarihsizdir. İkinci günlük “Konya, Meram Bağları, 23 Ağustos” (Z, 7) bilgisiyledir.
7. Taner Timur, Osmanlı-Türk Romanında Tarih Toplum ve Kimlik, (İstanbul: Afa Yay., 1991), s. 44