
Atlasa bakıp dünyanın hikâyelerini merak etmek ve hikâyelerin izinde dünyanın haritasını çizmek üzerine…
Kurulan dünyaların, düşülen yolların, olmayan yerlerin, evlerin izinde… Yersizlerin, yurtsuzların, kaçakların, kaçkınların peşinde…
Dünya Edebiyat Atlası, edebiyatın kendisi bir dünyadır.
Burcu Alkan
burcualkan@gmail.com
İlk başta anlatıyla hemhal olmakta zorlandım, dürüstçe söyleyeyim. Dert Dinleme Uzmanı o kadar kolay bırakmayacaktı kendini. Ne kadar uzun bir aradan sonra yayımlandığı düşünülürse yazılırken de kendini kolay teslim etmemiş belli. Adalet Ağaoğlu’nun Dert Dinleme Uzmanı “Dar Zamanlar” serisinin dördüncü kitabıymış. Diğer üçünü defalarca okumuş, çalışmış biri olarak bu eklemeye de alışamadım açıkçası. Son roman diğerlerinden ayrıksı. Ama şimdi, yazarına veda etmek için yeniden okurken, tüm iğreti hallerini romanın parçası olarak kabul etmeye teşneyim. Bir şeylerin zamanı geçmiş, bir şeyler fazla değişmiş, başka tür dar zamanlar’a varılmış. Belki de artık gerçekten modern’in sonu gelmiştir. Hatta modern’den bakınca görmeye alıştığımız postmodern bile dikiz aynasına düşmüş gibi. Belki de roman bu zamanın dışında kalıp “böylesi bir dönemde ne, nasıl anlatılabilir ki?” dercesine bir sayıklama hali. “Dar Zamanlar” üçlemesinde farklı derecelerde ve şekillerde işlenen intihar ediminin önünde sonunda bu son romanda gerçekleşmiş olması da resmi tamamlar nitelikte.

Dert Dinleme Uzmanı çerçeve anlatı şeklinde kurgulanmış bir roman. Çerçeveyi kuran Takdim’den sonra gelen ana anlatıyı Dert Dinleme Uzmanı olarak tanınan editörün kendi hayatına dair tuttuğu defter oluşturuyor. Dert dinlemeci editörün ilk hikâyesi yayınevine gelen müstakbel yazarla evliliğini, eşinin kitabının yayımlanmasını ve bir süre sonra boşanmalarını içeriyor. Sonra bir taksiciden etkilenerek kendisine miras kalan gayrimenkulü özel bir huzurevine çevirme çabası ve yakın bir arkadaşıyla çıktığı felaket yurtdışı seyahati ile devam ediyor. Bunlar gibi birkaç hikâyeden sonra asıl yitip giden “ilk sevda,” “gerçeklik dolu ilk aşk” ortaya dökülüyor. En son ise kırgınlıklar, kızgınlıklar, kendine yönelik yoğun bir öfke derken zaman başka bir şekilde daralıyor artık. Herkesin derdini anlattığı dert dinlemeci derdini kime anlatsın? Roman işte o defter. Sadece üslubuyla değil, harcanan değerlerin, yaşanan hayal kırıklıklarının ve yitirilen iyi niyetli inanışların daralttığı bir iç dünyanın sıkışmışlığında zor bir metin.
Adalet Ağaoğlu her romanında kritik meselelere yeni biçimlerle yaklaşmıştır. Anlattığı hikâyelerle anlatma biçimleri her seferinde birbirini tamamlar. Dert Dinleme Uzmanı’ndaki tempolu, sayıklarcasına sürüklenen anlatış biçimi de yeni bir ses. Seçilen zaman kipiyle anlatıcı-öznenin birleştirilme şekli alışkanlıkların dışında. Geçmiş zaman mıdır? Rivayet midir? Ya defterin yazıldığı an nerede durur? Derdini anlatan dert dinlemeci kendi kendiyle mi konuşmaktadır? Defterle mi? Okurla mı? 1. tekil tam değil. Zaten halihazırda kendi tartışmalı 2. tekil de pek değil. Sanki ilki ikincinin tonunu ödünç almıştır.
İş olsun diye yeni, yenilikçi değil bu tercihler. Atonal müzik üslubundan mülhem ahenk bozucu, huzur kaçırıcı, kulak tırmalayıcı. Yok öyle kendini dert dinleme uzmanının hikâyesine bırakmak. O bu kadar dert altında sonunda kendinden vazgeçmişken iyi bir romanın alıp götüren konforuna kurulmak. Atonal hallerinde roman bu garip zamana modern’in son başkaldırısıdır. İşte bu yüzden bir aydın modeli olan editör-anlatıcının intiharı gerçekleşmelidir. Başkaldırılar birleşmelidir. Bir bakıma Dert Dinleme Uzmanının defteri de onu anlatan roman da Adalet Ağaoğlu’nun “kırdığı asa, suyun dibine yolladığı kitaplar”dır. 16 Mayıs 2014 tarihli Cumhuriyet gazetesi röportajında yazarın alıntıladığı gibi aslında bu roman belli bir aydın modeline ağıttır.
***

‘Modern Türk Romanında Aydınların Durumu’
çalışmanın bu romana katkıları için teşekkürlerimle,
İstanbul Doğatepe.
7 Temmuz 2014.”
Adalet Ağaoğlu’nun aydınları üzerine daha önce yazdım ben. İşte o katkı bu katkıdır. Manchester Üniversitesi’nde doktora tezimi yazarken Türkçe kaynaklarım kısıtlı olduğu için Adalet Hanım’a yazdığım bir mektupla başladı hikâye. Biraz şartlardan, biraz da eskiden kalma alışkanlıklara düşkünlüğümden onunla mektuplaşmak benim için önemliydi. Gönderdiği o güzel el yazısı mektuplarının dışında bir de üzerinde ismi yazan mavi “yazışma kartları” vardı Adalet Hanım’ın. Pek hoşuma giden ve yitip gittiğine üzüldüğüm bir gündelik pratik daha. Gündelik hayatın estetiğinden ve bu estetiğin medeniyetle ilişkisinden bahsetmek nostalji midir? Varsın olsun.
Yazışmalarımız doktoram süresince ve tezim bittikten sonra da devam etti. Hatta Terry’nin (Eagleton) bir İstanbul ziyaretinde (2007 olmalı) Adalet Hanım da bize katılmış ve benim çevirmenliğime hiç gerek kalmadan kendi aralarında sohbet etmişlerdi. Keşke ağzım açık onları dinleyeceğime bir fotoğraflarını çekseymişim. Tarihe o kısa an’ın notunu düşseymişim. Sahi başka kimse yok muymuş yanımızda, kimse akıl edememiş mi?
Velhasıl Adalet Hanım biten tezimin bir kopyasını istemiş, kendisine gönderdikten bir süre sonra da beğenerek okuduğunu belirttiği bir teşekkür notuyla geri göndermişti. Basit bir bilgisayar çıktısı olan dosyayı geri gönderme inceliğine şaşırmıştım. Halbuki nezaket onun neslinin doğalıydı zaten. İyisiyle kötüsüyle başka bir medeniyet inşasının kahramanı Aysel’in hikâyesi boşuna mıydı?
***
“Arızalı Aydınlığımız diye bir kitap ortaya çıkıvermekte… Bu da artık Prof. Dr. diye anılmaya başlamış bulunan hocamın Doç. Dr. eşinin bu sefer de yurtdışında kendisine fahri doktora vermiş bulunan üniversitenin Yakın ve Ortadoğu Bölümü’nde ordaki bizden bir öğrencisinin doktora tezi için verdiği derslermiş aslında. Tez konusu sanırım şu anlamdaydı: Kırk yıl öncesinden bu yana modern romanımızda aydınların durumu. Zaten hemen alıp okuduğum Arızalı Aydınlığımız kitabında tezin adı aynen böyle geçmekteydi. Daha önceleri özetlemeye çalıştığım gibi, işte aydınlar çevresinde büyük tartışmalar yaratan bu.”
“Vay be!” diyerek ve muhtemelen suratımda şapşal bir gülümsemeyle birkaç kere okudum bu satırları. Vay be! “Arızalı Aydınlığımız diye bir kitap ortaya çıkıvermekte… […] bir öğrencisinin doktora tezi için verdiği derslermiş aslında. Tez konusu sanırım şu anlamdaydı: Kırk yıl öncesinden bu yana modern romanımızda aydınların durumu.” Geri sayıyorum, 1970ler. Evet evet, zaten, Attilâ İlhan’ın romanları da var. Her biri ayrı marazlı aydın tipleri. Zaten “aydınlığımız” da pek bir arızalı değil mi bizim? Hem bütün tezimin derdi bu arıza değil mi? Vay be! Tabii benim tezim uzun bir süre kitap olarak yayımlanmadı. Romandaki gibi aşırmacılıkla suçlanmadığım gibi, metnim öyle elden ele falan da dolaşmadı. Arızalı Aydınlığımız olarak değil ama Promethean Encounters (Promethean Karşılaşmalar) olarak 2018’de Almanya’da yayımlandı. Pek de öyle kimsenin haberi olmadı. Yine de yıllar sonra ilgi çekmesine neden olan güncellik hem benim tezimin hem Adalet Hanım’ın romanının dert edindiği tarihsel meselelerle ilişkili elbette.
Dert Dinleme Uzmanı’nın başında Takdimci Dert Dinleme Uzmanı editörle tanışmasını şöyle anlatıyor:
“Hayat hep rastlantılar eseridir, öylece akar gider. İşte bu da tam o an’lardan biri, gibi böbürlenme fırsatını kaçırmayabilirdim. Lakin bu ‘rastlantı’yı büyük şaşkınlığıma esir düşerek tek başına kendim icat etmiştim, eserini de daha sonraları yine tek başıma kendim yüklenecektim.”
Hayatın rastlantılardan oluştuğu ve bazı an’ların bütün bir akışı etkileyecek kadar kıymetli olduğu doğru. Bunu ifade etmekte böbürlenecek bir hal yok aslında, gayet doğal bir gerçeğin gözlemi sadece. Hayat rastlantılar ve anlar, kararlar ve tercihler, seçilen ve kaçılan yollar ile kuruluyor sonuçta işte. Benim böbürlenme fırsatım mı? Hayır, beni bugün bu yazıya getiren uzun yolun çok kıymetli an’ları ve çok talihli karşılaşmalarına dair yaşam deneyimsel bir gözlem. Eğer illa ki şiir ve felsefe olsun’sa, yine yakın zamanda kaybettiğimiz bir şair benden daha iyi anlatmaktadır bu hali. Oruç Aruoba Yürüme’de der ki:
“Nasıl, bir yer, bir yolun başı ya da sonu;
bir yol da, bir yerden önceki ya da sonraki
bir durumsa — kişinin durumu da,
hep, öyle, ya da, böyledir…
[…]
yollar bulunmaz:
yürünür; yerlerde ise, olsa olsa, durulur
— onlar, bulunur; artık, yürünmez…”
Yer’in yetmediği bir an’da yürünmeye başlanan yolun çatallandığı bir noktada karşılaşılan Aysel’in inatla yürüdüğünü görüp aslında bir çokluğun parçası olduğunu fark etmek var biraz hikâyede. Biraz da senden öncekilere tanıklıkla birlikte aynı “ulusal alegori”nin varisi olmaya “Hayır” deme derdi. Yol bitmiş de değil hani, yürüyoruz işte.