.

Öykülerde Kadın İşçilerin Mücadele Alanları

M. Özgür Mutlu

Bugün üzerine konuştuğumuz konu başlığını Pelin Buzluk bana bildirdiğinde hangi öykülerden bahsedilebilir diye düşündüğümde aklıma ilk Orhan Kemal geldi, sonra o akşam kendi kitaplığımdaki kitapları karıştırdım, biraz araştırdım ve belirlediğim öyküleri okumaya başladım. Bu sınırları belirli, aynı zamanda da sınırları çok genişleyebilecek konuda, sadece kendi okumalarımdan edindiğim izlenimleri sizlerle paylaşmak istiyorum, yoksa bu başlık üzerine çok daha uzun ve kapsamlı araştırmalar yapılabilir elbette, bu nedenle de söylediklerim her zaman eksik kalacaktır, bunu da en baştan belirtmek isterim.

Seçtiğim öyküleri okudukça, belirginleşen en önemli husus, kadın işçilerin, iş yaşamında sadece işiyle ilgili olarak, sınıfsal düzlemde, erkeklerle aynı düzeyde karşılaştığı sorunlar yanında boğuştukları daha pek çok sorun, aşmaları gereken birçok engel olduğuydu. Erkek işçi, emeğinin hakkını almakla, sağlıklı çalışma şartlarına ulaşmakla, ailesini geçindirmeye, işten atılmamaya çalışmakla, yani sömürü düzeninin tüm bileşenleri ile mücadele edip hayatta kalmaya çalışmakla uğraşırken, kadın işçi bu bağlamda erkeklerden farklı bir yerde durmuyordu. O da aynı sömürüye maruz bırakılıyordu, düşük ücret, uzun çalışma saatleri, güvencesiz iş, hakkını arayamama, ezilme, bir anda işsiz bırakılma durumlarının hepsiyle yüz yüzeydi. Tüm bunların üstüne kadın işçilerin mücadele içinde olduğu başka alanlar da vardı, hatta çoğu zaman bu mücadele alanı, esas mücadele etmesi gereken sınıfsal düzlemi yerle bir ediyordu. Bunlar neler? Öykülerde bu örnekleri tek tek vermeden önce, kısa bir liste yapabilirim. Kadın İşçilerin Mücadele Alanları: 1-Erkekler, 2- Çocuklar ve Ev İşleri, 3- İnançlar, 4-Diğer Kadınlar. Bu maddeler çoğu kez iç içe, birbirine kaynaşmış olarak da karşımıza çıkıyor.

Erkekler maddesinin içi o kadar dolu ki. Bu “erkekler”in içine maddi manevi şiddet gördüğü koca, baba, diğer erkek akrabalar giriyor. Aynı iş yerinde çalıştığı ve sürekli taciz eden, tecavüz eden diğer erkek işçiler, ustabaşları, dayıbaşları, amirler, müdürler giriyor. İşe gidip gelirken kendi sokağında, mahallesinde, otobüste, metroda, çarşıda karşılaştığı, tanımadığı tacizci ve her daim kötü gözle bakan erkekler giriyor. Aslında bu erkekler, kadın işçilerin mücadele alanlarının hepsini kapsıyor ya da onlarla kesişiyor.

Kadın işçiler, evli ya da yalnız yaşıyor olsun fark etmeksizin, ağır çalışma şartlarının yanında, çocuk büyütmekle, evi çekip çevirmekle de yükümlüler. Eve döndüklerinde işleri bitmiyor, dinlenmeye zamanları hiç kalmıyor. Uyuyabildikleri süre dışında aslında aralıksız bir çalışma, aralıksız bir çaba içerisindeler. En çok görünmeyen, umursanmayan emek de burada aslında.

İnanışlar, adetler, töreler, ahlak anlayışı, kadın işçinin üzerine çullanıyor. Onun sırtında taşımak zorunda kaldığı kamburlar. Okuduğum öykülerin büyük çoğunluğunda baba ya da koca, kızının ya da karısının çalışmasını aslında istemiyor. Kadını çalıştırmak erkekliğe sığmaz diyor, ayıp günah diyor ama ekonomik zorluktan ötürü buna razı olmak zorunda kalıyorlar. Bu görüş kadın öykü tiplerinde de var. Kadının işe giderken giyinişi, dışarıda biraz fazla zaman geçirmesi, saçını tarayıp dış görünüşüne önem vermesi hemen kadının, kadın erkek fark etmeksizin ailesi ve yakın çevresi tarafından en hafif tabiriyle “hafif” olarak nitelenmesine, orospu oldu/olacak denmesine yol açıyor. Kadın işçi hayatın her alanındaki kadınlar gibi, iş yerinde yaşadığı tacizi, tecavüzü söylemekte zorlanıyor, bunu söylerse suçun kendi üzerine atılacağını, işinden olacağını biliyor.

Kadın işçi aynı zamanda iş yerindeki kendi hemcinsleri ile de mücadele etmek zorunda kalıyor. Bu hemcinsler meğer ki patron, işveren, müdür, amir iseler kadının dezavantajlı durumundan yararlanmaktan imtina etmiyorlar, aslında üstlendikleri rolleri gereği erkeği oynuyorlar. Yine birlikte çalıştığı kadın işçi arkadaşları da birtakım konularda, kadının başına dert olmaktan çekinmiyor, kimi çekişmeler sonucunda kavgaya tutuşmak, adını kötüye çıkarmak, işinden etmek için bir düşman gibi davranmaktan çekinmiyorlar.

Her öykü dönemsel olarak içinde bulunduğu çağın, sosyal ve siyasal durumu, iş hayatı, ülkenin ve işyerlerinin durumu hakkında bir ayna tutuyor elbette. Ancak okuduğum öyküleri dönemsel olarak ayırdığımda dahi yukarıda saydığım kadının üstüne yüklenen, işçi olmak ve çalışma alanı yanındaki tüm bu zorlukların çok fazla değişmeden sürdüğünü söylemek mümkün. Her şey değişiyor, kadının dezavantajlı konumu değişmiyor. Bu başlıkları biraz daha yakından incelemek gerekirse, birkaç öykü üzerinden gitmek iyi olacaktır diye düşünüyorum.     

Okuduğum en eski tarihli öykü Refik Halid Karay’ın Memleket Hikayeleri’nden “Sus Payı“. 1909 yılında kaleme alınmış. Öykü Bursa’da kadınların çalıştığı ipek işleme fabrikasında geçiyor. Ağır çalışma şartlarında sürekli hale gelen ölümler normalleşiyor. İşçibaşı Hasip Efendi aşık olduğu Fotika adlı işçi kız ölünce, patrona başkaldıracak oluyor ama aldığı sus payıyla köşesine çekilip, aşık olduğu kadını da unutup aynı şartlarda çalışmaya devam ediyor. Tamamen bir erkek gözünden anlatılan öyküde kadınların hiç sesi çıkmıyor, büyük bir kabulleniş içinde çalışmayı sürdürüyorlar.

Orhan Kemal’in “Nermin” (1953) adlı öyküsünde ise işsiz erkek karısının çalışmasının ayıp olduğunu düşünüyor, utanıyor ama mecbur kalıyor. Kadın işe giderken dahi aklında çocuğu var. İşçi kadın sadece ağır iş şartlarıyla başa çıkmaya çalışmıyor, aynı zamanda işe girip çalışmanın önündeki ayıp, günah gibi bakışlarla mücadele ediyor hem de evinin ve ailesinin dirliğini düzeninin peşinde koşuyor. Kadın hem ekonomik anlamda sömürü düzeninin hem erkeğin tahakkümü altında. 

Doğum” adlı öyküde mevsimlik çapa işçisi Gülizar sancılanıp yere kapaklanıyor, doğrulmaya çalışırken sesini diğer erkeklere duyurduğu için yanında çalışan kocası tarafından tekmeleniyor, hakarete uğruyor. Bu sırada adam kenarda yalınayak dikilen kızına adeta çıkışarak, geç ananın yerine diyor. Kaderleri bu kızların, analarına benzemek.Az sonra kadın bir hendekte doğuruyor. Uzun süre ortalıkta görünmeyince adam karısına bakmaya hendeğe doğru giderken düşünüyor, şimdi varıp bir tekme, bir tekme daha. Gülizar yanüstü devrilmiş yatıyor. Adam sevinç içinde erkek olan çocuğu alıp eferin ulo avrat deyip kadını öylece bırakıyor.

El Kapısı” öyküsündeki Pervin ise dinibütün bir ihracatçı beyefendinin evinde çalışan hizmetçi. Kimsesiz, zavallı bir yavrucak, onu himayeme aldım, içinde bulunduğu mezbelelikten çekip çıkarmasaydım, zavallı kim bilir ne olurdu, diyor beyefendi. Evin iki oğlu ve beyefendi zorla yatağına giriyor. Pervin gençleri baştan çıkarmakla suçlanıyor, Pervin başa çıkamıyorum diyor. Neden bağırıp çağırmıyorsun diye sorunca beyefendi, oğulların fazla konuşma diye kendisini dövdüklerini, annelerine söyleyip onu işten kovdurtmakla tehdit ettiklerini söylüyor. Sabahına da memleketin ahlakını bu kaltaklar bozuyor denilerek işten atılıyor. Bu öyküde de kadın işini kaybetmemek için şiddet ve tehditle birlikte tecavüze ses çıkaramamak zorunda bırakılıyor. Neredeyse kadınların ev içlerinde ücretli olarak çalıştığı öykülerin tümünde kadın çalışana taciz ve tecavüzle karşılaşıyoruz.

Orhan Kemal’in “Ayten” ve devam niteliğindeki üç öyküsü “Atom”, “Rüya” ve “Karaçalı” öykülerinde Ayten’in ortaokulu bırakıp trikoda çalışmak zorunda kalması karşısında anne babası, el adamları acırlar mıydı koklanmamış yavrularına, asılacaklar, baştan çıkarmak isteyecekler, çıkaracaklar da, diye düşünüyorlar. Sanıyorlar ki kızları çalışmaya başladığında hemencecik baştan çıkacak, ortalığa düşecek. Triko atölyesinin bölüm ustası Atom adlı erkek karakter, bitirim delikanlı, kızlara takılan, laf atan, şeytan tüyü olan, havalı biri. Fatma Atom’a aşık. Ayten de Atom’a abayı yakıyor. Onunla evlenmeyi hayal etmeye başlıyor, rüyalarında görüyor. Sonunda Fatma’yla Ayşe saç saça birbirlerine giriyorlar.  

Füruzan öykülerinde ev içinde çalışan karakterlere rastlıyoruz. “Haraç” adlı öyküde, bir konağa besleme olarak verilen Servet, sonunda konağın beyi Rusuhi Beyin cinsel sömürüsüyle karşılaşıyor. Servet, Hayır mı deseydim, hayır demenin gerekliliğini bilmezdim ki, hayır desem kimse dinlemezdi, diyor. Uğradığı haksızlığa rağmen suçluluk duymak da özellikle yaşı küçük kadın işçilerin ortak özellikleri. Adamın solumaları duyulursa diye Servet korkuyor. Sürekli ağlıyor. Sonraları utanarak dualardan da vazgeçiyor. O iş için dua etmek günahı yapmanın ötesindeydi diye düşünüyor. Yıllar sonra, bir şeyler yapmalıymışım, pek büyüktür benim günahlarım. Bilmemek de, çaresiz olmak da, kimsesiz olmak da yaptığımı karşılamaz. Peki nasıl karşı koymalıydım. Bunca yıldır bunu bile bulamadım, diye düşünüyor. Tam bir kuşatma altında kadın işçi, çıkışsızlık içinde.

Füruzan’ın Kuşatma (1971) adlı öyküsünde 14 yaşında bir tuhafiyede çalışan Nazan’ın öyküsü. Kadın işçilerin en büyük zorluklarından birinin, onları iş yaşamına sürükleyen şeylerden en önemlisinin evin erkeğinin ölmesi ya da ortada olmaması. Nazan da bir süre sonra Beyoğlu’nda çalışmaya başlıyor. Anne tedirgin: Kızım bizim burada aman görmesinler. Beyoğlu’nda neler oldu acaba derler. Yoksul insanlarız. Başımızda bir erkeğimiz yok. İç içe dış dışayız odalarda. Nigar sana iş bulduğunda dememişti böyle boya moya. Kadın burada da “namusuyla” çalışamıyor. Anne bir daha evlenmiyor. Az para kazanan, durmadan işsiz kalırım korkusunda olan bir erkeğin öfkesini, sıkıntısını tanımıştım, diyor. Aslında görülüyor ki erkeğin olması da dert olmaması da. Ergenlik problemleriyle de boğuşan Nazan sonunda bir tüccara kanıp eline sıkıştırılan parayla bir sinema salonunun karanlığında kendisinden yararlanmasına mâni olamıyor, sesini çıkaramıyor. Diğer pek çok öyküde olduğu gibi kadın işçi, sadece emeği sömürülen bir emekçi değil, aynı zamanda cinsel olarak sömürülen bir varlık olarak karşımıza çıkıyor.

Füruzan’ın “Parasız Yatılı” öyküsünde de aynı izlekler takip edilebilir. Evine ekmek getiren bir erkeğin yokluğu. Kocası ölünce hastabakıcı olan bir kadın. İşe girerken başhemşirenin nasihatları dikkat çekici: Genç, güzel kadınsın, burada oluru olmazı bulunur, ciddi ol, bir şey denirse senden bilirim, Malum, kancık köpek kuyruk sallamadıkça hikayesi. Boya filan istemez, kendinden mi yanağının dudağının rengi, bilmem artık. Doktorlardan, şundan bundan yakınmak yok, bir işte kalıcı olacaksan başta gelenlere uy. Her şey ondan biliniyor, işe, hayata yenik başlıyor, bütün şartlar aleyhine. Evde ilkokul sonlarında bir kız çocuk, yalnız bırakılmak zorunda, mangalı yakacak, ev sahibi kadın sabahları kapıya vurup uyandıracak. Çıkış yolu olarak kızını okutup öğretmen yapmayı hayal ediyor. O öğretmen olunca tayin olup gidecekler, anne de çalışmayacak hastanede. Bu öykü özellikle kadınların iş hayatında mücadele alanlarına giren çoğu şeyi kapsadığı için önemli bir örnek. Erkeğin varlığı ve yokluğu kadının sırtına yük. Daha işe girerken, yaşayacağı tacizlerden sorumlu tutuluyor kadın, hem de bir başka kadın tarafından. İş dışında ev, yalnız kalmış çocuk her daim aklında ve yoksullukla boğuşurken bir yandan çıkışsız bir kısırdöngü içine düşüyor.

Adalet Ağaoğlu’nun 1974 tarihli Yüksek Gerilim kitabındaki “Yasemin İşçileri” öyküsü ise babaları sıkıyönetim tarafından hapse atılmış, sosyoekonomik durumları farklı iki çocuğun ağzından yazılmış. Yasemin fabrikasında çalışan anne küçük oğlu fabrikaya Duran’ı da götürmek zorunda kalıyor. Kurtuluşları babanın hapisten çıkması. Şerfe abla şöyle diyor: “Bubam çıksa artık Ayşe’yle ben gideriz. Sen gitmezsin değ mi ana?” Anne cevabıyla sırtındaki yükü görünür kılıyor: “Bubanı işe yeniden alırlarsa gidersiniz, almazlarsa gidemezsiniz. Gız gısmı, onca yola yalnız salmak olmaz.” Anne bu öyküde hem eşsiz kalıp para kazanıp ev geçindirme sorumluluğunun altına giriyor, hem işe giderken küçük çocuğunun ve evin derdi sıkıntısını yanında taşıyor hem de genç kızlarını korumaya çalışıyor.

Nursel Duruel’in 1982 tarihli “03 Nöbeti” öyküsü ise farklı bir özellik gösteriyor. Bu öyküde bir yandan fakültede okuyan Saliha geceleri Santralde yarı zamanlı olarak çalışıyor, erkek, taciz, ahlak, aile yüklerini sırtında taşımakla birlikte diğer öykü karakterlerinden ayrıldığı nokta sınıfsal bilincinin az çok gelişmiş olması. Saliha nedenleri sorgulayan, bilinçli bir kadın. Telefonda ve sokakta erkekler tarafından sürekli taciz altında.Fakültede gündüzleri uykuyla cebelleşiyor, biraz daha para getirecek, daha çok emek ve zaman götürecek bir iş istiyor. Abisi bitirme sınavlarına hazırlanıyor, üç ayı kalmış, para sıkıntılarını azaltmak istiyor. Bu noktada yine sorgulamaya girişiyor: “Sen sabah treninden boşalanların bir parçası mısın, yoksa fakültede gördüklerinin mi?” Saliha fakülteyi bitirmenin ona orta sınıfa atlama şansı tanıyacağını biliyor. “Yarı yerim aydınlıkta, yarı yerim karanlıkta. İşte bu yüzden okumak istiyorum,” diyor. Sonra “yaşadığım koşullara uymalıyım,” deyip kararını veriyor, nöbet düzenine uyan bir iş aramak kararıyla ve alışkanlıkla fakülte durağında iniyor.

Saliha dışındaki diğer karakterlerinin hepsinin ortak noktası sınıf bilincinden yoksun olmaları, yaşadıkları zorlukların nedenlerini hep yanlış yerlere bağlayıp kurtuluşu yanlış yerde arıyorlar. Kaderlerine boyun eğiyor ya da her koyun kendi bacağından asılır diyerek kendilerini kurtarmanın çıkışsız yollarını arayıp duruyorlar.

Kadınlar bu alanlarda mücadele ederken kurtuluşu nerede görüyor ya da böyle bir ışık görüyorlar mı? 1- Refik Halid Karay’ın “Sus Payı”, Orhan Kemal’in “Doğum” ve “El Kapısı”, Füruzan’ın “Haraç” öykülerinde kadınlar açısından bir çıkış yolu hiç görünmüyor, varsa da bahsedilmemiş ya da kadınlar kabulleniş içinde. Günü kurtarmak, örneğin doğumda ölmemek, tecavüzcü konak sahibinin o gece gelmemesi için dua etmek gibi pasif çabaları var.

2- Orhan Kemal’in Nermin ve Adalet Ağaoğlu’nun “Yasemin İşçileri” öyküsünde babanın geri dönmesi ya da tekrar iş bulması çıkış olarak bakış açılarında yer alıyor.

3- Orhan Kemal’in “Ayten” ve devam öykülerinde ve Füruzan’ın “Kuşatma” öyküsünde, iyi bir koca bulmak, kendi gibi işçi olmayan ya da iş yerindeki daha üst düzeydeki (ustabaşı, kısım şefi, amir, patron çocuğu gibi) bir başka çalışanla evlenebilmek.

4- Füruzan’ın “Parasız Yatılı” ve Nursel Duruel’in “03 Nöbeti”nde ise okulu bitirip iyi bir iş sahibi olmak çıkış yolu. Parasız Yatılı’da anne kızının öğretmen olup ikisini de kurtaracağını düşünüyor, 03 Nöbeti’nin Saliha’sı ise fakülteyi bitirip sınıf atlamanın mümkün olduğunu düşünse de okulu bırakıp iş hayatında devam etmeye karar veriyor. 

Tüm bu okumalar şunu gösteriyor ki öykülerdeki işçi kadınlar bilinçsizdir, bilinçsiz bırakılmışlardır, o denli farklı şekillerde, farklı araçlarla kuşatılmış haldedirler ki iş hayatının zorlukları, fazla çalışma, az gelir elde etme, dinlenememe, çalışma şartlarının kötülükleri, kötü muamele gibi olumsuzluklarla mücadele etmek bir yana, işini kaybetmemek için hepsine katlanmak zorunda kalıyorlar. Yukarıda saydığım sorunlarla uğraşmaktan, emeğinin hakkı için mücadele etmeye, bunları değiştirmek için çabalamaya sıra gelemiyor.

Bu yüzden mi acaba emek mücadelesini anlatan öykülerde kadınlar ya hiç görünmüyor ya da çok az sahne alıyor. İşçi mücadelesini, grevi konu alan birkaç öyküye göz atalım:

Bu öyküler işçinin sermaye karşısında kendi hakkını aramasının farklı açılardan anlatıldığı öyküler. Orhan Kemal’in Grev’inde (1954) tek bir kadın yok. Adnan Özyalçıner’in Grev Bildirisi’nde (1972) kadınlar ve çocuklar bir ara fabrikanın etrafını saran kalabalık içinde anılıyorlar sadece, Aziz Nesin’in o dönem çok tartışma yaratmış masal-öyküsü Büyük Grev’de (1978) ironik bir dille, gencecik, körpecik, ilkyaz dalı gibi işçi kızlar, grev gözcüsü önlüklerini takmışlar, her biri birer Kibele olmuştu, ifadeleri geçiyor. Hulki Aktunç’un 15-16 Haziran 1970 İşçi Yürüyüşünü çok çeşitli kişilerin bakış açısıyla anlattığı kitabı Kurtarılmış Haziran’ın “İçimin Kuşları” öyküsünde (1977) ise yürüyüşü kastederek “ne kadar kadın gitti erkeğiyle…” ve olaylara dair “ilk peşin kadınlara vuruyorlarmış” ifadeleriyle işçi kadınları anıyor. 1968 tarihli Selim İleri’nin “Ağlayan Kiremitler” öyküsünde de zam ve çalışma saatlerinin kısaltılmasını isteyen üç erkek işçidir. Onların hapisten çıkmasını bekleyen ve kendi başlarının çaresine bakıp, direnen iki umutlu kadın vardır. Kadın işçiler, her türlü zorlukla zorbalıkla boğuşan, bazen dik duran bazen ezilen karakterler olarak ne kadar çoksalar öykümüzde, konu emek mücadelesi olunca o kadar az görünür oluyorlar anlaşılan.  

Bu durum işçi mücadelelerini anlatan romanlarda da benzer şekilde. Konumuz öykü, romanları da aynı başlıkta incelemek gerek ama şöyle bir baktığımda işçi mücadelesini konu edinen romanlarda kadın işçi yine ikincil planda, bu romanlardaki aktif kadınlar genellikle öğrenci, öğretmen, yüksek okul tahsili yapmış ya da küçük burjuva bir aileden çıkan eğitimli ve sınıf bilinci oluşmuş kadınlar. İşçi kadınların yine adı yok.

Oysa emek tarihimiz kadınların başı çektiği grevlerle doludur. 1964-65 yıllarındaki Berec grevinden, iki yıl önceki Flormar grevine kadar… Berec’te 1100 işçinin çalıştığı Berec pil fabrikasında, işçilerin 790’ı kadındır. Kadınlar grev gözcülüğü yapmış, valinin arabasının önünü kesmiştir. Flormar’da 132 kadın işçi direnmiş ve grev başarıyla sonuçlanmıştır. Sendika kadın işçinin okulu, ona sınıf bilinci aşılayacak yegâne araç olarak görünüyor. Petrol-İş grevden sonra 1966’da düzenlenen bir eğitim için, valinin arabasının önünü kesen kadın işçilerden birini Petrol-İş tarafından Amerika’ya gönderilmiştir. Orada Türkiye’den giden diğer sendikacı kadınlarla birlikte 6 haftalık sendikal eğitim almıştır. 

Erkeklerle aynı şartlarda çalışan fakat bir yandan onlardan pek çok farklı alandaki sorun ve engellerle boğuşup varoluş mücadelesi veren kadın işçi acaba burada da ayrımcılığa mı uğramış? Grev deyince, yürüyüş, direniş deyince aklımızda çekiç sallayan kaslı, gür bıyıklı, gürbüz ve güçlü erkek imgesi oluşmaz mı? Öykülerimizde de grev, emek mücadelesi erkek işi olarak mı görülmüş, kadın işçi yine uğraştığı erkek, ev, çocuk, batıl inanç ve diğer kadınlar girdabının içine bilinçsiz halde terk mi edilmiş? Bu soruları sorarak konuşmamı sonlandırayım.