.

Bayou St. John’un Bir Hanımı

Kate Chopin

Çeviri: Gizem Atlı

 Tek bir gün ve gece yoktu ki Madam Delisle yalnız olmasın. Kocası Gustave, Beauregard’la birlikte Virginia’da bir yerlerdeydi. Kendisi ise burada, Bayou St. John’daki eski evde köleleriyle yalnızdı.

Madam çok güzeldi. Öyle ki, saatlerce aynanın karşısında oturup kendi güzelliğini düşünerek oyalanırdı; altın rengi saçlarının parlaklığına, mavi gözlerinin tatlı durgunluğuna, vücudunun zarif hatlarına ve teninin şeftali gibi çiçek açmasına hayran kalırdı. Çok gençti. O kadar gençti ki, köpeklerle oyun oynar, papağanla şakalaşır ve yaşlı siyah Manna-Loulou yatağının yanına oturup hikayeler anlatmadıkça geceleri uyuyamazdı.

Uzun lafın kısası, medeni dünyayı gerilim altında tutan trajedinin önemini fark edemeyen bir çocuktu o. Onu duygulandıran şey yalnızca o korkunç dramın beklenmedik etkisi, her tarafa yayılan, kendi varoluşuna nüfuz eden ve onu neşeden yoksun bırakan kasvet idi.

Sépincourt bir gün Madam ile konuşmak için durduğunda onu oldukça yalnız ve yüreği yanık hâlde buldu. Solgundu. Mavi gözleri akmayı bekleyen yaşlarla donuktu. Sépincourt yakınlarda yaşayan bir Fransızdı. Kardeşleri arasındaki çekişmeye, kendisine ait olmayan bu münakaşaya sırtını dönmüştü. Dönmüştü çünkü bu durum hayatlarını berbat hâle getirmişti. Ne var ki, damarlarında hâlâ hızlı ve sıcak kan vardı, gençti.

O gün Madam Delisle’nin yanından ayrıldığında, genç kızın gözleri artık buğulu değildi ve onu ağırlaştıran kasvetli bir şey ortadan kalkıvermişti. Sempati denen o gizemli, o hain bağ, onları birbirlerine karşı savunmasız, çırılçıplak bırakmıştı.

O yaz, -her zaman şatafatlı, beyaz üniformasını giyili hâlde ve yakasında bir çiçekle- genç kadının ziyaretine çok kere gelmişti. Adamın hoş kahverengi gözleri, bir okşamanın ağlayan bir çocuğu rahatlatabileceği gibi, genç kadını rahatlatan sıcak, dostça bakışlarla onunkileri aradı. Madam, çift manolya dizisinin arasındaki caddede tembel tembel yürüyen, biraz eğik, ince vücudunu izlemeye koyuldu.

Bazen bütün öğleden sonraları galerinin asmalarla çevrili köşesinde oturur, Manna-Loulou’nun ara sıra kendilerine getirdiği sade kahveyi yudumlar, ve adeta birbirlerine açıldıkları ilk günlerde bilinçsizce konuştukları gibi konuşur da konuşurlardı. Sonraları birbirlerine söyleyecek daha fazla bir şeyin olmadığı bir an geldi. Bu an çok çabuk gelmişti.

Madam’a savaş haberlerini getirir ve ikisinin de hesaba katmadığı uzun sessizlikler arasında kayıtsızca konuşurlardı. Gustave’den ara sıra, ihtiyatlı ve hüzünlü bir mektup gelirdi. Mektubu beraber okurlar ve birlikte iç geçirirlerdi.

Bir gün, salonda asılı duran ve onlara nazik, hoşgörülü gözlerle bakan portresinin önünde durdular. Madam, gossamer mendiliyle resmi sildi ve boyalı tuvale dürtüsel olarak yumuşak bir öpücük kondurdu. Geçtiğimiz aylarda, Madam, kocasının canlı görüntüsünün, bir sisin içine giderek daha fazla çekildiğini hissediyordu. Sahip olduğu hiçbir yetenek veya güç ile bu sisin içine giremiyordu.

Bir gün günbatımında, o ve Sépincourt sessizce yan yana dururken ve batı ışığıyla alev alan maraislere bakarken, adam ona şöyle dedi: “M’amie, bu zavallı ülkeden gidelim. Paris’e gidelim, sen ve ben.”

Şaka yaptığını düşündü ve gergin bir şekilde güldü. “Evet, Paris eminim ki Bayou St. John’dan daha neşeli bir yerdir,” diye yanıtladı. Ama adam şaka yapmıyordu. Madam, bunu, ikisinin bakışları buluştuğunda, adamın hassas dudağının titremesinde ve kahverengi boğazındaki şiş damarın hızla atışını gördüğünde hemen anladı.

“Paris ya da herhangi bir yer – seninle – ah, bon Dieu[1]!” diye fısıldadı ellerini tutarak. Ama korkmuş bir hâlde ondan uzaklaştı ve onu yalnız bırakarak aceleyle eve girdi.

O gece, Madam ilk kez Manna-Loulou’nun hikayelerini duymak istemedi ve şimdiye kadar her gece yanan mumu, yüksek, kristal küresinin altındaki uyku odasında, üfledi. Birdenbire sevebilen, fedakâr bir kadın olmuştu. Manna-Loulou’nun hikayelerini duymayacaktı. Yalnız kalmak, titremek ve ağlamak istiyordu.

Sabah gözleri kuruydu, yine de Sépincourt geldiğinde onu görmeme kararı aldı. Sonra adam ona bir mektup yazdı.

“Seni gücendirmektense ölmeyi tercih ederim!” diye yazmıştı. “Bana hayat veren huzurundan beni sürgün etme. Bir anlığına da olsa, beni affettiğini söylediğini duymak için ayaklarının dibine yatmama izin ver.”

Erkekler daha önce ona böyle mektuplar yazmışlardı, ama Madam bilmiyordu. Onun için bu mektup bilinmeyenden gelen, müzik gibi bir sesti, içinde tüm benliğini ele geçiren ve kendisine sahip olan lezzetli bir kargaşa uyandırıyordu.

Buluştuklarında, onun ayaklarına kapanıp af dileyerek yatması gerekmediğini anlamak için adamın sadece kadının yüzüne bakması yeterliydi. Madam, evinin kapısını bir nöbetçi gibi koruyan diri bir meşenin yayılan dallarının altında onu bekliyordu.

Kısa bir an için titreyen ellerini tuttu. Sonra onu kollarına aldı ve defalarca öptü. “Benimle gelecek misin m’amie? Seni seviyorum-ah, seni seviyorum! M’amie, benimle gelmeyecek misin?”

“Seninle her yere, her yere gelirim,” dedi ona, onun güçlükle duyabileceği baygın bir sesle.

Ne var ki Madam onunla gitmedi. Şansları yaver gitmemişti. O gece bir kurye ona Beauregard’dan kocası Gustave’nin öldüğünü söyleyen bir mesaj getirdi.

Yeni yıl henüz daha çok genç iken, Sépincourt, her şeyi göz önünde bulundurarak, uygunsuz bir acele göstermeden, Madam Delisle’e olan aşkından tekrar bahsetmeye karar verdi. Bu aşk her zamanki kadar keskindi; tabi maruz kaldığı uzun sessizlik ve bekleme döneminden belki biraz daha keskindi. Beklediği gibi onu derin bir yas içinde buldu. Madam, onu tam da nazik yaşlı rahip kendisine dinin tesellilerini getirdiğinde karşıladığı gibi selamladı -iki elini dostane bir şekilde sıkarak ve ona “cher ami[2]” diyerek. Tüm hâl ve hareketi, Sépincourt’a, kadının düşüncelerinde artık kendisinin hiçbir yeri olmadığına dair dokunaklı, şaşırtıcı bir inanç getirdi.

Oturma odasında Gustave’nin atkısıyla örtülmüş portresinin önünde oturdular. Resmin üstünde kılıcı asılıydı ve altında çiçeklerle dolu bir set vardı. Sépincourt, umutlarının sönüp gittiğinin habercisi olduğunu gördüğü bu sunağın önünde diz çökmek için neredeyse karşı konulmaz bir dürtü hissetti.

Maraislerin üzerinde hafifçe esen yumuşak bir hava vardı. Baharın yüzlerce ince sesi ve kokusuyla yüklü açık pencereden onlara esiyordu. Madam’a çok çok uzaktaki bir şeyi hatırlatıyor gibiydi, çünkü mavi gökyüzüne hülyalı hülyalı bakıyordu. Bu hâli, Sépincourt’u o kadar endişelendiriyordu ki, kendisini kontrol etmeyi imkânsız bulduğu konuşma ve eylem dürtüleriyle buluyordu.

“Beni neyin getirdiğini biliyor olmalısın,” diye düşünmeden başladı, sandalyesini onunkine yaklaştırarak. “Bunca ay boyunca seni sevmekten ve sana özlem duymaktan hiç vazgeçmedim. Gece gündüz o sevgili sesin benimleydi, gözlerin”— Madam, elini küçümseyerek uzattı. Sépincourt aldı ve tuttu. Kadın elinin öylece onunkilerde kalmasına izin verdi.

“Yakın zaman önce beni sevdiğini unutmuş olamazsın,” diye hevesle devam etti, “beni her yerde, her yerde takip etmeye hazırdın; hatırlıyor musun? Şimdi senden bu sözü yerine getirmeni, karım, yoldaşım, hayatımın değerli hazinesi olmanı istemeye geldim.”

Madam, onun sıcak ve yalvaran tonlarını, tam olarak anlamadığı yabancı bir dili dinliyormuşcasına işitti.

Elini onun elinden çekti ve alnını düşünceli bir şekilde elinin üzerine yasladı.

“Hissedemiyor musun – anlamıyor musun, mon ami[3],” dedi sakince, “artık böyle bir şeyin – böyle bir düşüncenin benim için imkansız olduğunu?”

 “İmkansız?”

“Evet, imkansız. Artık kalbimin, ruhumun, düşüncemin, hayatımın bir başkasına ait olması gerektiğini göremiyor musun? Bundan başka bir şey de mümkün olamazdı zaten.”

“Genç varlığını bir ölüyle evlendirebileceğine inanmamı mı istiyorsun?” Adam dehşet içinde haykırdı. Kadının bakışları önündeki çiçek setinin derinliklerine gömüldü.

Sépincourt’un budalalığına karşı hafifçe ve acıyarak gülümsedi, “Kocam bana hiç şimdi olduğu kadar canlı gelmemişti,” diye yanıtladı. “Çevremi saran her nesne bana ondan bahsediyor. Marailerin karşı tarafına bakıyorum ve onun avdan yorgun argın bir şekilde bana doğru geldiğini görüyorum. Onu yine bu ya da şu sandalyede otururken görüyorum. Tanıdık sesini, galerilerdeki ayak seslerini duyuyorum. Manolyaların altında bir kez daha birlikte yürüyoruz; ve geceleri rüyamda onun orada, orada, yakınımda olduğunu hissediyorum. Nasıl farklı olabilir! Ah! Yüz yıl yetecek, hayatımı dolduracak kadar anılarım, anılarım var!”

Sépincourt, Madamın kılıcı neden sunağından indirip vücuduna oracıkta oradan oraya saplamadığını merak ediyordu. Bunun etkisi onun sözlerinden çok daha hoş hissettirirdi, ruhuna ateş gibi nüfuz ederdi. Kafası karışmış, acıyla öfkelenmiş bir şekilde ayağa kalktı.

“Öyleyse madam,” diye kekeledi, “benim için veda etmekten başka bir şey kalmadı. Size veda ediyorum.”

“Alınmayın mon ami,” dedi nazikçe, elini uzatarak. “Paris’e gidiyorsun sanıyorum?”

“Nereye gittiğimin ne önemi var ki,” diye haykırdı umutsuzca.

“Ah, sadece iyi yolculuklar dilemek istedim,” diye onu dostane bir şekilde temin etti.

O günden sonra Sépincourt, bu psikolojik muammayı, bir kadının kalbini anlamaya çalışmak için boş bir çaba harcadı.

Madam hâlâ Bayou St. John’da yaşıyor. O artık çok güzel ve oldukça yaşlı bir hanım. Uzun dulluk yıllarına hiçbir zaman tek bir sitem bile etmemiş. Gustave’nin hatırası hâlâ günlerini dolduruyor ve tatmin ediyor. Yılda bir kez ise ruhunun huzuru için kutsal bir aşai rabbani ayinini söylemekten asla geri kalmıyor.


[1] Yüce Tanrım!

[2] Sevgili dostum.

[3] Dostum.