
Meryem Çakır
meryemcakirr@yahoo.com
“Sözcükleri hiç bulmasaydılar ve o sözcükleri anlamlarla doldurmasalar bir şansları olabilirdi. Ama insanlar ne çare hayvanlaşamıyorlar. Sözcükleri talihsizce icat ettiler bir defa.”
(Bir Günü Bitirme Sanatı, s.44)
İç dünyamızın duvarlarına çarpa çarpa yol almak, ilerlemek sayılır mı? Yaşamımız, karanlık, rutubet kokulu, yalnızlığın huzursuzlukla kaplandığı eski evlerde gövdemizi küçülterek geçip giderken büyümüş olur muyuz ya da ne kadar dayanabiliriz böylesi durgun bir akışa? Bir Günü Bitirme Sanatı’nı okurken zihni kurcalayan sorular sormak ve karakterlerin, cümle sonundaki soru işaretine dönüştüğünü görmek kaçınılmaz oluyor.
Banu Özyürek, öykü türündeki bu ilk kitabında insan ruhunun aldığı hasarları hassasiyetle işliyor. Çeşitli kadınlık hallerinin anlatıldığı eserde, her biri müstakil olduğu kadar iç içe, on bir öykü mevcut. Metinlerin başkarakterleri, ismi bilinmeyen ve hepsi “ben” diliyle konuşan kadınlar. Kitap, tek bir karakterin hayatının çeşitli safhaları gibi değerlendirilmeye müsait. Bunu sağlayan yalnızca başkarakterlerin cinsiyeti, kimliksizliği ve anlatıcının bakış açısı değil; ayrıca pek çok öyküde aynı şekilde yer bulan anne-kız ilişkileri. Örneğin, “Annem İçin Küçük Bir Cinayet” adlı öyküde: “Annemin kocaman insanı olmak istiyorum,” denirken, aynı meram “Sarabende”de: “Hâlbuki ben onu kurtarmak istemiştim, sırayla pek çok şeyden; anason kokusundan, tavanı akan evimizden, parasızlığından, dedemin emekli maaşını çektiği karttan, ucuz ayakkabılardan, ucuz ayakkabılarla yürüdüğü yalnızlığından,” cümlesiyle anlatılır. Kızının annesine duyduğu sevgi, olmamışlığın bilinci ve hüznüyle varlığını gösterir.

Bir Günü Bitirme Sanatı’ndaki öykülerde, zaman unsuru, çoğu noktada çaresizliğe yaslanıyor. Başkarakterler bazen tik tak’larıyla can yakan saate arkasını dönen, bazen beklediği renge kavuşmak için günler sayan, bazense oturduğu yerden raflardaki bütün kitapların ismini okuyarak can sıkıntısını azaltmaya çalışan insanlar. Geçirdikleri zamanın kalitesizliği kimine hemen koşup eve dönmeyi; kimine olduğu yerde çakılı kalıp kabin aynasına uzun uzun bakmayı arzulatır. Bir başkası için ise zaman, her gece bir kâğıt gibi katlanmanın acısıyla kesiğe dönüşür.
Özyürek’in bu kitaptaki öykülerinde, karakterlerin ruh hâllerini besleyecek nitelikte mekânlar yer alıyor. Yalnızlıktan bunalan insanların evleri, onları daha çok boğarken, birbiri için bir şeyler yapmak isteyip bunu başaramayanlarınki, tavandan damlayan sularla sıkıntıyı artırır. Çevresindeki kalabalığa kendini ispatlayamayan genç kız ise, bütün kızgınlığıyla arkadaşlarının arasında, okulun yatakhanesinde kalmaktadır. Öykülerde kullanılan ev dışındaki mekânlar da yine karakterlerin bocaladığı yerler olarak karşımıza çıkıyor. Muayenehane, mağaza, kafe, komşunun kapısı ya da deniz kıyısı… Buralar, dertlerine hapsolmuş kadınların toplumla karşı karşıya kalınca hüzne boğulmasına ortam sağlıyor.
Farklı duygu durumlarının irdelendiği kitaba, sıcak bir atmosfer, samimi bir hava hâkim. Kendi doğallığındaki öykülerin, okurları içine çekebilecek derinlikte olduğunu söylemek mümkün. Bu derinlik, yazarın dilsel zenginliğiyle birleşince keyifli bir okuma deneyimine dönüşüyor.