Niyazi Zorlu
zorluniyazi@gmail.com
İlk romanı çok satan, çok ilgi çeken, çok konuşulan, ama onu takip eden kitaplarıyla düşüşe geçen bir yazarın [Nasıl da tatlı tatlı kaşındırır Allahım insanı şu soru: Kim acaba bu yazar, ha, kim olabilir? Oysa yanıt pek ve acıdır: Maalesef herkes olabilir.] yenilerde yayımlanan romanını okuyan ve hüsrana uğrayan bir dostuma, Adnan Acar’a ait bu tabir: “Netflix Edebiyatı!” Son yıllarda okuduğum ve bazıları ödüllendirilmiş pek çok öykü veya romanın, mekânlarından kahramanlarına, her biri rengârenk, afili, parlak ön ve yan cephelerini kara kara düşünürken doğrusu hınzır Hızır gibi imdadıma koştu bu tanımlama; yıkılmasınlar diye arkalarına kalın tahta kalaslar dayanmış dekorlar, dekorlar önünde ölü, yaralı veya canlı taklidi yapan kahramanların bomboş içleri, dilsiz arkaları, “yakışıklı” diyalogları canlanıverdi gözlerimin önünde…
Çok “net” bir şekilde, “fil” gibi devasa öykülerin, “iks” tadında romanların yazıldığı Net-fil-iks Edebiyatı Dönemi’nde yaşıyoruz (“iks”i pornografiye yakın bir kavram olarak ele alıyorum; ancak “x” deyince çıplak et veya sütümsü sıvılar gelmesin aklınıza; bu pornografi öyle böyle değil, fena halde kurnaz, tahayyül ettiği özgürlüğün/hoşgörünün belli sınırları var, etliye sütlüye dokunur gibi yapıyor ama gerçekte dokunmuyor; tam da bu yüzden politik kodlarla, kavramlarla izah edilebilecek, yazılacak bir zemini var gibi sözünü ettiğim pornografinin).
Bu Net-fil-iks yazarları, sağ olsunlar, aklımızı, gözümüzü yormuyor, bizim için her şeyi (dış, iç, gece, gündüz, zoom-in, zoom-out, vs) bütün ayrıntılarıyla canlandırıp önümüze koyuyorlar; bize düşense çarpıcı son suratımıza çarpılır çarpılmaz içten bir “vaaaay” demek. Öyküleri, romanları şimdilik yapımcı bulamamış “cesur, eksantrik” senaryoları andırıyor. Eserleri mekân, olay, karakter aşırılığından mustarip. Merak öğesini ayakta tutma zorunluluğu, zamanda sıçramalarla ilerlemek, hızlı ve çarpıcı geçişler, ani kesmeler gibi sinemaya ait öğeleri belli ki şiar edinmişler. İlhamlarını açık etmemek konusunda da çok mahirler; mesela son zamanlarda o kadar çok çakma Murathan Mungan’a, o kadar çok kırkı çıkmış Kırk Oda’ya rastlıyorum ki!
Tanıtım yazarları bile farkında olmadan “kadraj” gibi sinemaya ait kavramları bu kitaplar için rahatlıkla kullanıyorlar. Muhtemelen Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’ni filme çekilsin diye yazdığına inanıyor ve Atılgan’ın yorumunu sıkıcı buluyorlar, dinamik/tekno bir yeniden yazımın mümkün olduğunu düşünüyorlar içten içe.
Hasılı bu Net-fil-iks Edebiyatçılar, okuru fena halde blockbuster filmlerin seyircisi ile karıştırıyor, kapı gibi yayınevlerine ve gişe satışlarına güveniyorlar. (İsim vermiyorum, ortaya konuşuyorum, ne yazık ki konuşulacak bir “orta” var sahiden de ortada.) İşte bu dönemde okurluğumu hatırlamak için üç yıl öncesindeki bir safiyete dönmek, Banu Burak’ın öykülerini minnetle anmak, “Nerelerdesiniz Banu Hanım, neden sesiniz soluğunuz çıkmıyor?” diye sormak istiyorum.
Banu Burak, öykücü, mimar. Tadilat Meselesi ilk kitabı. Eylül 2017’de Dünyadan Çıkış Yayınları’ndan çıkmış. Kitapta on dokuz öykü yer alıyor.
Kendisine ait siyah-beyaz ve ayrıca okunmayı hak eden fotoğraflarla bezeli bu kitapta Banu Burak, anı ile öyküyü ayıran gri, ince ve gergin bir çizgide dolanıyor. Sanki ona öykü olduğunu, olabileceğini hatırlatmak üzere çalakalem yazılmış bir günlüğe sızmışa benzeyen renkli, incelikli cümlelerinden birini ödünç alırsak, öyküye “kalan gülümsemesiyle yol veriyor”. Mimarlık mesleğini icra ederken karşısına çıkan kişileri, yerleri, vaziyetleri, kendi iç dünyasıyla, aile çevresindeki kişilerle vs. harmanlamayı, yan yana getirmeyi inanılmaz bir sükûnetle ve (ustalıkla değil) yazınsal işçilikle beceriyor. İnşaat hâlindeki binaların katları arasında dikine mekik dokurken, evindeki misafirleri unutup bahçede dolaşan ve zaman zaman diğer öykülerde de belirecek bir anneyle karşımıza çıkıveriyor. Mini minnacık, –belki de sarsıcılığını bu minnacıklığından, görünmezliğinden alan– imgelerle örüyor öykülerini: “Topuğuna çivi batmış, bolca gıcırdayan ayakkabılarımla sekizinci kata çıktım. Çivi, merdivenlerde girmişti lastik ayakkabımın tekine. Bir süre sanki ayakkabı kan kaybına uğrar sanıp, çiviyi çıkarmamıştım. Sonra da işte, çivisi ve deliğiyle beraber yaşıyorduk, bütündük.”
Bütün öyküleri kateden, söyleyişteki rahatlığın, sakilliğin, hatta neredeyse savrukluk ve umursamazlığın (“bolca rahatlık”, “acil gitme izleri”, “acayip derecede deniz manzaralı” vb.) bu kitapta sırıtmadığını, tersine yakıştığını, neredeyse Burak’ın ayırt edici özelliğine dönüştüğünü söylemek mümkün. Bu, dili kasmama, yazıyı rahat bırakma hâlinin sık sık “şiirsel” müdahalelerle kesintiye uğradığını da söyleyebiliriz: “Küfrü yeni dudağından düşmüş gömleğinde duruyordu”. Karşımızda kendine has, biraz da “saha”da pişmiş bir dil ve/ya bakışa sahip, kimselerin anlatmadığını, görmediğini yazan biri var ama bir “yazar” yok – kendilerine “yazar” diye hitap edildiğinde mahcup olan, Murat Özyaşar gibi “yazar olmak istemedim, istemiyorum” diyen[1]öykücüler geliyor insanın aklına–. “Çocuğunu en çok uykudayken seversin ya. Öyle bir duygu.” “Çocuk” yerine “Yazı” sözcüğünü koyarak okunmalı bu cümle.
Tadilat Meselesi’ndeki öykülerde Burak, binaların gövdelerini sık sık insanın gövdesi ile karşılaştırıyor veya karıştırıyor. Her ikisi de delice bir dolaşıma tabi, akış ve çarpıntılarla yüklü. Geniş bilgi için başvurulacak öykü “Seramik Duvar Kaplama”: “Herkes olması gereken yerlere gittikten sonra üst kata çıktım. Seramik kavgasından hep bihaber olacak ev sahibi genç adamın akşamdan koltuk yastığında bıraktığı izle göz göze geldim. Kendisiyle karşılaşsam bu kadar utanmazdım.”
Tadilat Meselesi’ndeki hemen tüm öykülerde, ama özelikle “Alışkın Olmadığın Tanıdık Kokular” adlı öyküde kadın, kız, mor saçlı, sığıntı vs. (aslında “Banu”nun ta kendisi) olarak inşaatlarda, yapılar/yazılar arasında dolanmanın gerilimini hissetmemek mümkün değil. Öte yandan Burak, bu öykülerde başkaları adına söz almıyor. Bu, sadece onun hikâyesi. Biz okurlara mimarlık taslamak, öykülerinin ismini tadilattan geçirmek kalıyor: “Alışık Olduğun Tanımadık Kokular”. Banu Durak mesleğini icra ederken de yazarken de, katlar arasında veya sayfalarda muhteşem bir yabancı gibi dolanıyor. Hep satır arasında, hep olmadık yerlerde, hep bir şantiye alanı kadar darmadağınık, savruk, korkutucu… “Bütün karmaşanın ortasında, nihayetinde, dev kokulu rögar kapağı hepimizi yutacak kadar kokuyordu. Onun üzerini kapayıp, gri duvarlı, bej-gri halılı bir iş yeri yapıyorduk.” Sanki meslek (yazarlık, mimarlık?) sırlarını ifşa eder gibi.
Öykülerin de, tadilata, inşaya müsait yapılar olduğunun altını çiziyor Burak. Kitaptaki öyküleri etrafında dolanıp durduğu konulardan hareketle açıklamak zor değil, ama konular, yerler değiştiğinde Burak’ın ne yapacağı merak konusu doğrusu. Öte yandan yazarın elbette konu değiştirmek gibi bir zorunluluğu yok, daha doğrusu bu gibi zorunluluklar “ideal bir edebiyat ortamı”nda olmamalı… Olur a, “bu, önceki kitabına çok benziyor” diye sayıklayan bir yayınevi sahibini veya genel yayın yönetmenini veya editörü ikna edip atlatabilirse, Burak dilediği kadar inşaata kapanabilir, fiziksel şantiyeler ile ruhsal şantiyeler arasında gidip gelebilir. Orada içinden konuşan insanlarla söyleşmeyi sürdürebilir: (—Adanalı ve aslan burcu musun acaba? / Efendim? / —Ha yok ben içimden konuşmuştum, duyuldu mu?) Binaların iç ve dış cephelerine bakarak insan ruhunu deşebilir: “Alış-verişin hunharca ve gürültüyle işlediği sokağın, konuyla ilgisini kesmiş aşırı sakinleri. Bütün gün kulağı kapıda seste olup, rüyayla gerçeği karıştırmış sakinler. (…) Bir binanın dışından, içinde yaşayanların nasıl insanlar olduğunu anlamak mümkün oluyor.” Mimarlık ile inşaat tarihleri arasındaki farklılıklardan dem vurup, gevezelik edebilir. Düşünceleri cümleleri gibi içinden çıkılmaz hâller bile alabilir: “Kendini çok beğenmiş, emin, hisleri törpülü birinin aşkı anlatması çok cazip olmayabilir. Düşündüm de, olabilir.” Kedere veya alaya toza toprağa batar gibi batabilir: “İnsanın insana bu kadar muhtaç olması, zor… Hastanenin bahçe duvarına oturup bir sigara yaktım. İçmesem de bugün başlardım. Kendime zarar vermeye mecburdum.” Benim gibi “bağzı” okurlar için hiçbir sakıncası yok!
Öykü tadımcısı gibi konuşursak: Durak’ın öyküleri hafif ve serin bir karışımdan oluşuyor. Ancak bambaşka bir sertlik kendini kopuşlarla gösterebiliyor. Tozda bir keyif saklı, diyor sanki, toz kafa yapar, dimağ açar… Önüne katıp peşinden koşturduğu her şeyi sessizliğe bürer.
Sinema ile başladık, sinema ile kapayalım… “İyi filmler” ile “hap gibi filmler” arasındaki ayrımı unutmadan. Hedefi çoğunlukla tam ortasından vuran, keskin ve haklı bir alaycılıktan asla ödün vermeyen Burak da öyle yapmış… Yüksekte, çelik kirişlere asılı gölgelerin bulunduğu fotoğrafla kitabını kapatmış. “Yarın Mehmet Usta’yı çağırayım da şu işlere bakalım dedim. Henüz Nuri Bilge Ceylan filmleri olmadığı için kırık camlı gözlükte ve bu kesif suskunlukta şiir göremiyordum pek.”
[1] www.cumhuriyet.com.tr/haber/yazar-olmak-istemiyorum-888784