İthakesiz Haymatloslar ve Mehmet Yaşın’ın Şiirleri

Mehmet yaşın

Aytuğ Tolu

1958’de Kıbrıs’ta doğan Mehmet Yaşın’ın ilk şiir kitabı Sevgilim Ölü Asker 1984’te yayımlanır, Akademi ve A. Kadir şiir ödüllerine değer görülür. 2014’te Yapı Kredi Yayınları tarafından şairin 1984-2013 döneminde yayımlanan şiir kitapları Dokuz Şiir Kitabı başlığı altında toplanır: Sevgilim Ölü Asker, Işık-Merdiven, Pathos, Sözverici Koltuğu, Hayat Tamiri, Adı Kayıplar Listesinde, Turuncu Kuş, Kalbi Durmuş Zamanda, Evden Kaçan Çocuk. Bu dokuz şiir kitabında şairin poetikası hakkında bilgilere ulaşmak mümkündür. Şair; tarihi, günceli, insan gerçeğini, teknolojiyi, aşk ilişkilerini, coğrafyayı, yalnızlığı, kurulu düzen eleştirisini ve bir bütün olarak yaklaştığı durumları yeni biçim ve dil arayışlarıyla inşa eder. Şairin toplumsal izlekleri arasında tüm boyutlarıyla savaş ve işgal gerçeği, kurulu düzen karşıtlığı/eleştirisi, barış ve kardeşlik, teknoloji ve kapitalist kentleşme bağlamında ekolojik yıkım, yalnızlaşma ve sevgisizlik bulunur.

Haymatlosluğa Uzanan Süreç ve Savaş Gerçeği

1974 Kıbrıs Harekatı’ndan önce Lefkoşa’da doğan şairin ilk şiir kitabında bu savaşın farklı boyutları belgesel şiir türüne örnek teşkil edecek metinler yer alır. Kıbrıs Harekâtı; savaşın neden olduğu yıkımlar, ölümler, aynı ülke içinde sınırların çekilmesi, ailelerin parçalanması, travmatik sonuçlar, yurtsuzlaşma, göç, mültecileşme, hatıraların silinmesi, ulusçuluğun inşası, demografik yapının değişimi, mağduriyet, barış ve çok kültürlü ortamın bozulması yönleriyle ilk şiir kitabının ana izleklerini oluşturur fakat diğer şiir kitaplarında bu izlekler yer yer etkisini gösterir, aynı kavramlar yeni şiir kitaplarına da bir şekilde girer. Kıbrıs’ın politik dengesine Rum nüfustan dolayı Yunanistan’ın müdahalesinin, adada Türkler yaşadığı için Kıbrıs Harekatı’nın düzenlenmesinin sonucunda ada sınırla iki ayrı ülkeye ayrılır. Bu aşamaya kadar Türk ve Rum halkları akrabalık ve komşuluk ilişkileri geliştirerek halklar arası kardeşlik hukukunu ve kültürünü inşa eder. Hem savaşın yol açtığı sorunlar hem de sınırlarla iki halkın ayrıştırılması Mehmet Yaşın’ın şiirleri üzerinde derin etki bırakır.

İlk kitabının açılış şiiri “Heimatlos”ta savaşın neden olduğu sancılı süreç konu edilir. Savaş bölge halkını tarihten, takvimden ve mekândan siler. Geçmişe ait fotoğrafların bile yok edildiği bir coğrafyada savaş, hiç yaşanmamış gibi anıları somut gerçeklikten koparır. Bu durumun sonucu, anılara sahip insanların geçmişinin tarihten silinmesi ve tarihlerinin de savaş ertesinde başlatılmasıdır: “Kanatlarımız kaldı yalnız/ anılarımız bile yağmalandı savaşta/ bir fotoğraf, herhangi bir kanıt/geçmişte yaşadığ’mıza dair – yok” (Yaşın, 2014: 23). Kısa çizgi işaretinin dizeye “eksi işareti” gibi yerleştirilip ardından “yok” sözcüğünün getirilmesi, geçmişin somut kanıtlarının ortadan kaldırılmasıyla eşleşir. Savaş sadece toprak üzerinde hâkimiyet mücadelesi değil, aynı zamanda tarihin yeniden yazılarak geçmişin yokluğa sürüklenmesidir. Şiirin devamında göçmen çadırları, savaş mağduru insanların bütün yaşamlarını küçük el çantalarına sığdırması, çalan sirenlerin oluşturduğu tedirginlik, ailelerin parçalanması, evlerin terk edilmesi savaş gerçeğini açığa vurur. Yüzyıllardır kendi topraklarında yaşayan halkların yurdunu kaybederek aidiyetsizleşmesi “Ne miladiyim ne hicri/ putatapanların silgisi olmuşum,/ silindikçe yokoluyor İsa/ yokoluyorum sildikçe/ takvimden siliniyoruz birlikte.” (Yaşın, 2014: 25). Bu dizelerden önce bir ninesinin ve göçmen çadırından başka bir tarihinin-mekânının olmadığının söylenmesi savaş-insan gerçeğini aile-yurt-anılar düzleminde dile getirir. Takvimden “birlikte” silindiğinin ifade edilmesi yurdundan mahrum bırakılanların “biz” öznesine dönüşerek çoğullaştığını, tekil bir acının değil halkın ortak acısının yaşandığını vurgular. İsa peygamberin doğumuyla başlayan miladi takvime ve Müslüman coğrafyanın bir dönem kullandığı hicri takvime gönderme yapılması adada yaşayan Türk-Rum halklarının tarihlerinin işgal altına alındığını gösterir. Ölümün ve sığınmacılığın aidiyet bileşenlerini yok edişi “Diri diri konduğ’muz tabut içinde/ boş giriş-çıkış kartları gibi uçuyoruz ülkeden ülkeye:/ Country of residence – Yok./ The adress on arrival – Yok./ Nationality – Yok.// Hiçbir din kabul edemez bizi/ her gece ordular çiğniyor postallarla annemizi:/Surname and name – Yok./ Place and date of birth – Yok./ Religion – Yok.” (Yaşın, 2014: 25) dizeleriyle çok dilli biçimde ifade edilir. Savaşta korumasız durumda olan kadınlar ve çocuklar bu şiirde ayrı bir önem arz eder. Buldozerlerin çukur kazması, bir çocuğun korkarak annesine sığınmasına yol açar; çocuk, kurşuna dizilmemek istediğini annesine belirtir. Bu noktada savaş; ataerkil tarihin ve toplum düzeninin bir sonucu olarak şiire yansır, erkeklerin icadıdır: “Yer: Cennet Bahçesi/ ‘Artık işitmek istemiyorum Türkçe erkek seslerini’/ diyor, anadilini azınlıklarla konuşabilen/ bir Türk şairi.” (Yaşın, 2014: 215).

İbrahim anlatısına göndermede bulunularak “babaların” evlatlarını “kurban” ettiğine dikkat çekilir: “Babalar! bakın ve görün çocuklarınızı,/ bakın – kendi gözlerinizi bağlayıp/ nasıl da kurban ettiniz öz evlatlarınızı.// Zorbalığa boyun eğdiğ’mizden değil/ sizin günahlarınızın kefaretidir bu felaket.” (Yaşın, 2014: 28). Kurban edilen canlının gözünün bağlanması, içinde bulunulan savaş koşullarına göre yeniden üretilerek “failin” gözlerinin bağlı olduğuna evrilir. Bu tersine çevirme işlemi, savaşın nedeninin ataerkilliğe bağlanmasıdır. Gözü kapalılık, gerçeği görmemeyle eşleştirilip çocukların “kurban” edilmesinin sorumlusu “babalar” olarak şiire yansıtıldığından onlara tepki gösterilir. Zorbalığa boyun eğmemenin şiddeti gerektirmesi ya da zora karşı zor diyalektiğinin devreye girmesi şiddetin bir zorunluluk değil tercih olarak kabul edilmesindendir ki bu yaklaşım “haklı savaş/lar” önermesini çürüterek ölüme karşı yaşamı üstün tutar. Savaşın mağdurları yurtsuz birer “heimatlos” olarak iltica sürecine girer. Bu bağlamda Odysseus yeniden üretilir; onun yıllarca denizlerde süren -yurduna/İthake’ye ulaşma isteği- yolculuğunda tüm zorluklara göğüs germek için bir amaç vardır: aileyi, anıları, çocukluğu, mezarları, kültürü kapsayan yurduna kavuşmak fakat Heimatlos şiirinde anlatılan tarihsel gerçeklikte dönülecek bir İthake yoktur, aidiyetten arındırılmış yurtsuz insanlar için iltica etmek yaşamda kalma mücadelesinin gereklerindendir. İbrahim anlatısı ve Odysseus Kıbrıs özelinde buluşturulurken savaşın sonuçları evrensel açıdan insani olanı merkeze yerleştiren bir anlayışı inşa eder.

Sevgilimin Türküsü şiirinin öznesi sevgilisi savaşta ölen bir insandır. Ölen sevgili barış yanlısıdır, özgürlüğü türkü belleyen biridir; bu yüzden bir “kurban” olarak yaşamı elinden alınır. Şiirde her dörtlüğün sonu “sevgilim,/ ölü asker” şeklinde biter. Benzer şekilde Ağlayan Anne şiirinin öznesi de savaşa giden oğlunun dönmesini bekleyen bir kadındır. Savaş biter, savaşa gidenler döner, radyolar zafer marşları çalar, ölenler kamyonlarla taşınır fakat beklenen oğul gelmez, annenin elinde savaşa giden oğlunun fotoğrafı kalır yalnızca. Kapının önünden tanklar geçer ama oğlu geçmez; tutsaklar, günler, aylar geçer fakat oğlu geçmez. Anne ise çevresindekilere oğlunu sorar, Lefkoşa’ya ağlayarak bakar, oğlunun sevdiği türküleri söyleyerek onu bekler. Şair; savaşın mağdurları/hayatta kalanları olan anne, eş, çocuk, sevgili olarak şiirlerinin öznesini genişletip savaşın nesnesine dönüşen insanları konuşturur. Genişleyen ve çoğullaşan özne, ataerkilliğin savunmasız bıraktığı kadınlar ve çocuklardır. Savaşın başka bir çarpıklığı da çocukların silahlandırılmasıdır: “Gözyaşlarından bir nehir akıyormuş/ Kıbrıs’ın tam ortasında/ asker çocuklar ağlaşıyormuş iki yakasında.” (Yaşın, 2014: 60). Bu dizelerde geçen “Kıbrıs’ın tam ortasında” ve “iki yakasında” ifadeleri Kıbrıs’ın sınır telleriyle Türk-Rum kesimi olarak ayrılmasına işaret eder. Bu bağlamda Türk-Rum halklarından insanların egemenlerin ideolojik manipülasyonları sonucunda silahlanıp tüm komşuluk, kardeşlik, akrabalık ilişkilerini çiğneyerek iki “düşman” kampa ayrıştırılıp iç savaş pratiklerini üretmesi savaşın başka bir boyutunu açığa çıkarır:

Mehmet Yaşın

“Heeey Noel Baba!

(A’a Noel Babalar asker kılığında)

– Çıkın dışarı esir aldık hepinizi!

(A’a papazın oğlu da aralarında)

– Petros bırak o silahı

bir kaza gelecek başına!

(Ninem Petros’a bağırdı

Noel Babalar nineme bağırdılar

Ninem Petros’u çekti

Noel Babalar ninemi çektiler

Ninem Petros’u tokatladı

Noel Babalar ninemi tokatladılar.)” (Yaşın, 2014: 204)

Savaşı reddeden bir erkek de şiirin öznesi olan genç bir şairdir. Artık kandan, ölümlerden, ağlayan annelerden bahsetmek istemediğini dile getirir. Delikanlı sesinin sevinç dolu şiirlere başlamak istediğinden fakat sesinin “vurulduğundan” dolayı bunun gerçekleşememesine tepki gösterir. “vurdunuz sesimi” tepkisi şiirin savaşı ve kanı anlatmak zorunda kalmasının ifadesidir. Savaş sadece yaşamı değil şiiri de vurmuştur. Bu da edebî metin-dönem etkisi/gerçeklik ilişkisini belirginleştirir.

İlk şiir kitabında yer alan şiirlerde adanın savaş öncesi mutlu günleri, kültürler ve inançlar arası kardeşlik-komşuluk bağları, anılar hatırlatılır. Bu noktada şair, adalıların ortak duygusunu dile getirip kimsenin kendilerine karışmamasını/müdahale etmemesini söyleyerek kolektif tepkiyi dile getirir. Kapısı dipçikle kırılan evler, ismi değiştirilen sokaklar, boşaltılan evler, göçe/mübadeleye zorlananlar, toplu ölümler, üstü başı kan kokan failler bir bütün olarak adanın savaşla başlayan “yeni miladı” büyük bir altüst oluşun betimlenmesi olarak şiirde konumlandırılır. Bu sürecin başlangıcının medyadaki yansıması şu şekildedir: “Temmuz dokuz kat katlanmış bir gazete/ içinde ölümün Türkçe-Rumca duy’rusu” (Yaşın, 2014: 49). Temmuzun takvimdeki bir ay olmaktan çıkıp travmatik bir dönemin başlangıcına işaret etmesi savaş mağdurlarının algılarındaki temmuz tanımının değişmesiyle ilişkilidir. Bu bağlamda bir adalı için temmuz kavramı savaşla bağlantılıdır.

Masalların etkisinin görüldüğü dizelere Mehmet Yaşın’ın şiirlerinde rastlamak mümkündür fakat masallar mutlu sonla bitse de yaşanan gerçek mutsuzlukla kendini var eder. Sivillerin ölümünü konu edinen “Ayrellici Aliye Teyze Masalı” şiirinde ateşkes döneminde ayrelliyi (kuşkonmaz bitkisi) bisikletle dolaşıp satan bir kadının ateşkes bozulduğu anda atılan havan topuyla öldürülmesi masal diliyle aktarılır: “Giderken giderken bisikletiyle/ ateşkes bozulmaz ‘ay ay…/ atılan havantopu da bula bula Aliye Teyze’yi bulmaz mı!// Bir var’mış bir yokmuş…” (Yaşın, 2014: 57). Kadının satış yapmak için “ayrelli” diye bağırırken havan topunun ona isabet etmesi ve can verirken “ay ay…” diye sözcüğünü tamamlayamaması canlandırılır. Masalların sonunda gökten düşen elmanın mutluluk getirmesi tersyüz edilerek gökten düşen havan topunun ölüm getirmesi bir tür olarak masalın savaş gerçeğine göre yeniden üretilmesine kapı aralar. Masalların “bir varmış bir yokmuş” gibi kalıp cümlelerle başlaması ise şiirin son cümlesine yerleştirilir çünkü ölümle sonuçlandırılan yaşamlar “bir varmış bir yokmuş” olarak dizelere dökülür.

Masalların özelliklerinin savaş koşullarını yansıtacak şekilde yeniden üretilmesi şairi anti-epik bir düzleme taşır. “Kolsuz Kahraman Masalı” şiirinde savaşta kolunu kaybeden bir “gazi” şiirin öznesi olarak konuşturulur. İnsanın doğada kalabilmesinde, sevgisini ifade etmek için sevdiği kişiye temas etmesinde, çalışmasında hatta bireysel ihtiyaçlarını karşılamasında elin parçası olduğu kol önemli görevler üstlenir. Savaşta kolunu kaybeden birinin “masalı” savaş öncesinin ve sonrasının karşılaştırılması açısından ironik şekilde öyküleştirilir:

“Dolaşır dururum panayırlarda

kemane çalarım tek kolumla

eskiden tüfek tutardım onunla

– Tray lây lây lâ.

Kollarım yerindeyken

kaldırırdım en ağır eşyaları

değiştirirdim yanan lambayı

– Tray lây lây lâ.

İnanmazsanız sorun karıma

onu nasıl sarardım kollarımla

severdim okşaya okşaya

– Tray lây lây lâ.

İyi nişancıydım kollarım varken

tetikler ne işe yarardı

benim kollarım olmasaydı

– Tray lây lây la.” (Yaşın, 2014: 61)

Savaştan sonra “gazinin” kemane çalması, savaştan önce tüfek tutması bir gerçeği daha belirginleştirir: sevgi dilinin yaşam için gerekliliği. Tüfek tutmak ve “iyi” nişancı olmak yıkıma neden olurken enstrüman tutmak/çalmak şiddetsiz bir ortamı besler, güçlendirir. Şairin ironik bir yaklaşım sergileyip anti-epiğe yaslandığı şiirlerinden “Ermiş Kahraman Masalı” ölen bir askeri anlatır: “Savaşırken elleriyle yüzünü örten asker/ utanıyordu insanları görmekten/ utanıyordu insanlara görünmekten: ‘Tanrım! Yer yarılsa da dibine girsem.// Kabul oldu duası.” (Yaşın, 2014: 61). Kitabın En Yeni Kahramanlık Masalları adlı bölümünde yer alan “masallarda” görülen anti-epik, ironik, satirik tutum savaşın yol açtığı felaketlerin farklı açılardan masal formuna dönüştürüp yapılandırılır. “Yanıt Bekleyen Masal” şiirinde generale sorular yöneltilir. Kana bulandığı için denize bakamayan özne “-bakabiliyor musunuz siz?” sorusunu generale yöneltir çünkü artık Girneli kızların denizi maviye boyayamadığı için balıkların kendisini sorguladığını söyler. Savaş, ekolojik düzeni de tahrip eder; deniz maviliğini yitirir, kana bulanır. Bu ürkütücü atmosferde uyumak kaygıdan dolayı imkansızlaşır çünkü rahat uyumak ve güzel düşler görmek için güvenli bir ortam gerekir. Savaşın, insanların ruh sağlığı üzerindeki travmatik etkilerinden biri de kabus görmektir: “Uyuyamıyorum Generalim/ korkuyorum düş görmekten/ – uyuyabiliyor musunuz siz?” (Yaşın, 2014: 65). Tedirgin ve “diken üstü” bir ruh hâline sahip olan öznenin “siz” diye seslendiği general, savaş kararını alanların temsilcisidir.

Masallar bölümünün son şiiri olan “Sokağımızın Masalı” savaş-tarih-mekân ilişkisinin sorgulanması üzerine kuruludur. Tarihte iki ordu arasında gerçekleşen hâkimiyet savaşlarının sonucunda üstün gelen güç, hâkimiyetine aldığı bölgenin tarihini belleklerden silmeye çalışır. Okullara, sokaklara, caddelere, parklara, yerleşim birimlerine verilen isimler yeni egemen gücün inisiyatifindedir. Aynı mekân egemen güç değiştikçe onun ideolojisine ve kültürüne göre “yeni” isimler alır. Bu durum asimilasyon sürecinin bir parçası olarak işler. Mekân-tarih ilişkisi yeniden düzenlenir. Mekânın tarihi, egemen gücün yerleştiği anla başlatılır; geçmiş yok edilir. Mekânlara verilen yeni isimler, dikilen heykeller, semboller bu gerçeğe göre hayata geçirilir. Kıbrıs özelinde bu uygulamanın yeniden üretilmesi belgesel şiir türünde aktarılır. Bu bağlamda “şehitlik” ve “gazilik” kavramları topluma aşılanmaya çalışılan militarizmin rızası için yeniden üretilir. Şiirin öznesinin, yaşadığı sokağın adının değişmesine ettiği tanıklık kendi yaşam öyküsüyle sınırlıdır; o doğmadan önce sokağın adının farklı olduğunu annesinden duyması sözlü tarih çalışmasına dönüşerek “sokağı > sokağıydı > sokağıymış” şeklinde çekimlenen ifadeler üretilip mekânın tarihi özelinde zamanda yolculuğa çıkılır.

“Sokağımızın adı,

‘Şehit Ahmet Kaya Sokağı.’

önceki savaştan önce,

‘Şehit Hasan Hayrettin Sokağı’ydı.

annemin dediğ’ne göre,

‘Şehit Hayati Çavuş Sokağı’ymış

ben daha doğmamışım o zaman.

Kimse anımsamıyor Generalim

bizim sokağın adı neydi

‘Şehit’ olmadan.” (Yaşın, 2014: 67)

Savaşın tüm adayı kuşattığı, gidilebilecek her yerde barut ve kan bulunan, denizde postallı iskeletlere rastlanan, göçmen kampları ve tel örgülerle çevrili bir adada ailesi parçalanan insanların temel ihtiyaçlarını bile karşılamakta zorlandığı korku ve güvensizlik atmosferinde yaşanan sıkışmışlık/kıstırılmışlık duygusu şiirlerdeki öznelerin duygudurumuna yansır. Öyle ki emir-komuta ilişkisinin sonucunda asker olarak savaşa gönderilen insanların savaşın duygusal yükünü kaldıramayıp intihar ettiği gerçeği Mehmet Yaşın’ın şiirinde kendine yer bulur. Gizlenen intiharlar şiirle açık duruma getirilir. Yakının ölümü için morga giden şiir öznesi orada intihar eden askerlerin ölü bedenleriyle karşılaşır, bu aşamada toplumsal bir tanıklık/karşılaşma devreye girer: “Bizi beklediği buzyatağının çekmecesi açıldı/ beyaz örtüyü kaldırdım, saçlarına dokundum/ -ve ilk defa bir ailemiz olduğunu hissettim o an-/ o morgda, teyzeciği son defa öptüğüm,/ intiharları saklanan asker cesetlerinin yanında.” (Yaşın, 2014: 153). Savaş sadece halkta değil, iradesi dışında savaşa gönderilen askerlerde de travmatik sonuçlara yol açar. Resmî tarihe karşı şiir yazılması, şiiri bir direniş merkezine çevirir. Resmî tarih yazımının karşısına şiirin mevzilendirilmesi şu dizelerle dile getirilir:

“yalan söyledikçe burnu uzamayan Pinokyo

1958 no’lu televizyonlu-telefondan arıyor:

‘Yetkili organ kim olduğ’muza henüz karar vermedi

kendimiz değilmişiz taklidi yapılması

tarafımızdan Ulusal tarihimiz hazırlanana kadar

tarihe karşı şiir yazılmaması…’

Ben dediklerini aynen yazarken

1974 Barış Ruh ve Sinir Hastanesi’nde

susss işareti yapan sister fotoğrafı suretinde

yüzüme bakıyor ekrandan. Düğmesine basıyorum:

BENCE ŞİİR EZELDİR KENDİNİ ERTELEYEMEZ.” (Yaşın, 2014: 177)

Bu dizelerde ruh ve sinir hastalıkları hastanesinin adının 1974 tarihi ve barış kavramıyla ilişkilendirilmesi, egemenlerinin propagandasının paradoksal olarak ele alınıp ironik şekilde yaklaşılarak gerçeğin gün yüzüne çıkarılmasıdır. Hastaneyle ilişkili sus işareti yapan hemşire fotoğrafının haritalanması otorite, baskı, sansür sürecini betimleyip tedavi diye sunulan uygulamaların aslında birer patolojik süreç olduğuna işaret edilmesidir. Savaşın toplum sağlığında travmatik bozulmalara neden olmasına bir kez daha dikkat çekilir. Savaş öncesi çocukluk yılları anne, aile ve barış kavramlarıyla hatırlanırken savaş sonrası süreç toplumsal bütünlüklerin bozulması, bireyin yaşamında derin yaralar açması, barış ve kardeşlik düzeninin darbe almasıyla tasvir edilir. Tüm bu gerçekliklerin dile getirilmesi egemen güçlerin tarih yazımına alternatif oluşturması yönüyle şiire görev yüklendiğini gösterir. Yazılmaması gerekeni yazmada şiirin aldığı tavır egemenler için “tehdit” olarak algılanır fakat şairin baskıya direnmesi sansürü aşmada önem arz eder, bu aşamada şair bir ozana dönüşür.

Egemen güçlerin; adayı iki ülkeye ayırarak sınır telleri çekmesi, kültürler arasında keskin bir “biz-siz” ayrımına (stereotip) yönelik ideolojik manipülasyonlar geliştirmesi, “düşmanlaştırma” politikalarının hayata geçirilmesi Mehmet Yaşın’ın şiirine yansıyan eleştirel bakışın verileridir. Savaş öncesinin toplumsal birlikteliği/bütünlüğü ve halkların birbiriyle geliştirdiği ortaklık duygusu “büyükler anlayamasa da başka yolu yok TürkRum çocukları/ aynı anda çağırmanın (…)/  Zerdaliportakalnâr yerinden sökülerek ayrı ayrı dikildi ağaçlar.” (Yaşın, 2014: 388) dizeleriyle verilir. Ağaç ve millet isimlerinin bitişik yazılması halklar arası kurulan birlikteliği temsil ederken ağaçların yerlerinden sökülerek -iradeleri dışında- ayrı ayrı dikilmesi Türk ve Rum halklarının birbirinden ayrılıp aralarına çekilen tel örgülerle iki farklı ülkenin halkları olarak yakın komşuluktan uzak komşuluğa dönüştürülen sürecin dilsel verileridir. “Biz-siz” ayrış(tırıl)masıyla güçlendirilen stereotip, “düşman” kamplara ayrılma süreciyle iç içe geçer: “Bizim içimizde derin yaralar/ minallâya minallâya/ yaralar bizi bu uzak yakınlıklar.” (Yaşın, 2014: 221) çünkü “Yurdumuz ikiye bölündü ve biz/ telörgülere takıldık – hem Türk hem Rum olan/ melezler.” (Yaşın, 2014: 209). Josef Yusuf’a (aynı ismin farklı dinlerde ve dillerde söylenişi) ithaf edilen son dizelerin geçtiği Ötelere Uçan şiirinde melezlik durumu, aralarından Araf geçmez bir ayrışmazlık olarak algılanıp “-Kimim ben?” sorusunun yöneltilmesine neden olur. Taraf seçememek, melezliğin en önemli sonuçlarından biridir ve kişiyi homojen bir yapıya bağlanamamaya/aidiyet belirtememeye taşır. Halklar arası kurulan ilişki evlilik boyutuna ulaştığında demografik yapıda melez nüfus oranı artmaya başlar. Araf, kültürler arasında kalmayı değil karşıt egemen güçlerin dayatmalarının arasında kalmayı sembolize eder: “Biz iki Tarafta da olamayız,/ çünkü ikisiyiz ve başka birisiyiz/ inanmak istemedin:/ Biz yalnızlığın taa kendisiyiz.” (Yaşın, 2014: 210). Araya çekilen teller homojen kültüre mensup halkları ayırırken melezlerin durumu çıkmaza girer, “biz” öznesi “yalnızlıkla” ilişkilenip aidiyetsizlik düzleminde ötekileştirilmeye maruz bırakılır. Sözcük oyunlarına başvurularak dizenin sonunda ikiye ayrılıp diğer dizeye aktarılan ülke ismi “KIB-/-RIS” şeklinde yazılır. Ülkenin ikiye ayrılıp iki farklı “ülkeyi” içinde barındırması Kıbrıs’ın yazılışının ikiye ayrılmasıyla şiirde somutluk kazanır. Bu bağlamda şair için şiir ait olunan yere dönüştürülerek yeni bir aidiyet üretilir: “Eski Kıbrıs’a ve eski İstanbul’a ait olan bizim gibi eskilere ait insanlar için öyle kesin bir aidiyet yeri bulunabilir mi? Belki o yer şiirdir…” (Yaşın, Mehmet, Röportaj, 2023).

Savaşın sonuçları arasında asimilasyon uygulamaları yer alır. “Savaş Zamanı” şiirinde bu koşullarda yaşayan insanların durumuna değinilir. Elence konuşmanın yasak olduğu, Rumlarla konuşurken “zorunlu dil olarak” İngilizce konuşulduğu vurgulanır. Şiirin öznesi hangi dilde ağlayacağını şaşırdığını ifade eder. Asimilasyon sürecinin diğer bileşeni de göç gerçeğidir. Göç edilerek gidilen ülkelerde anadil, hatıralar, kültürel ögeler aşınır. Adanın yerlileri için bir başka asimilasyon uygulaması da daha önce değinildiği gibi mahalli birimlerin adlarının değiştirilmesidir.

Mehmet Yaşın’ın şiirlerinde asimilasyon, göç, kent kimliği, kültürel değerler, aidiyet sorunu, komşuluk-kardeşlik ilişkilerinin bozulması, mahremiyetin ihlal edilmesi, anıların silinmesi, işgal, aile düzeninin bozulması, göçmen kampları, hayatta kalma mücadelesi açısından derinleştirilip insani olanın merkeze alındığı yaklaşımla savaş izleği inşa edilir. Bu bağlamda savaşın karşısına barış, kardeşlik, yurtseverlik, enternasyonal bilinç, anti otoriter, kültürel dokuyu eşitlik temelinde koruma duruşu sevgi dili zemininde şiire yansıtılır.

Baskıcı Sistem Karşıtlığı: İnsanın Özgürleşmesi

Mehmet Yaşın’ın şiirinde baskıcı sistem karşıtlığına karşı duruşu esas alan izleklere rastlanır. Eril toplumsal yapının eleştirisi, anti ulusçuluk, yoksulluğun betimlenmesi, anti otoriterlik, medyanın yerilmesi, kapitalist kentleşme süreci, anarşist yaklaşım, eşitsizliğin tarihi yapısı bu bağlamda şiire girer. Kapitalist sistemin insanlar arasında eşitsiz bir iktisadi makasa neden olmasından etkilenen kesimlerden biri de ekonomik açıdan çalışan yetişkinlere bağımlı olan çocuklardır. Dünyayı haz-eğlence çerçevesinde yaşamak isteyen çocukların sinemaya gitme eylemi özelinde sınıfsal durumu şiire şu şekilde yansır: “Sinema içinde neler var neler:/ – Aydan geldi bu fıstıklaaar!/ – Haydi Bubble-up! Daha neler…/ Ama parasız olmaz ki/ çocuklar dışardan seyreder/ ‘Bitmeyen Aşk Gecesini’ni.” (Yaşın, 2014: 193). Şiirin devamında filmdeki fabrikacı kızın babasından ve kadın-erkek yakınlaşmasından bahsedilerek erotizmin sınırında gezilir. Sinema salonunun içi-dışı ayrımı bu anlamda sınıf gerçeği ile kadın-erkek ilişkilerinin bağlantısını betimler.

Şairin kendisine ithaf ettiği “Albüm” şiirinde, tarihte sınıflı toplumlarla ortaya çıkan “devlet” olgusuna yönelik anti otoriter bir duruş sergilenirken anarşizme yaklaşılarak reddiye öne çıkarılır: “Sana ait olmayan bir yazgı gibi ortaçağ tarihin/ Yabancılar Diyarı’nda adını şaire çıkaran/ Ve herkese zorla rol veren/ bu devletli toplumlar…” (Yaşın, 2014: 363). Egemenlerin kurulu düzenine ve kurallarına karşı çıkışın bir nedeni de kendini Haymatlos olarak algılamadır. Egemenliğin bileşenlerinden biri de dizelere yansıdığı gibi “zor” kullanımının “yasallığıdır”. Bu bağlamda Defnelerin Efendisi şiirinde geçen “Efendiler sıkıldım sizin efsanelerinizden/ işte bu da benim söylencem.” (Yaşın, 2014: 385) dizelerdeki efendi-efsane ilişkisi, zor-söylem bütünlüğünü vurgulamaya yöneliktir. Efendi kavramı; hiyerarşi, erillik ve zor bağlamında otoritenin temsili olarak kullanılır. Bu bağlamda anti ulusçu/ulusalcı yaklaşım, kabul edilmeyen “bütünlükten” ayrışmayı beraberinde getirir, paranteze alınan ise özgür olmak isteyen bireyin kendini koruma hâlidir:

“Bıraktın memlekette avunsun

cennetten kovulmayı içine sindirenler,

ortak kötülüktür ulusal gelenek

paylaşırsan gücenir melekler…

(Kendi cemaatinden kendini koruyamazsan

korunamazsın demektir şerden.)” (Yaşın, 2014: 618)

Günümüz Dünyasının Anomalisi: Yabancılaşma/Bütünlüklerin Parçalanması

Kapitalizmin tarihsel seyrinde önce kırdan kente göç hızlanır. Ardından kent merkezleri çarpık bir şekilde yapılanarak sanayi havzalarında nüfus birikir, kır nüfusu azalmaya başlar. Şehir yaşamındaki yakın ilişkilerin yerini kapitalist kentleşmenin “yakın mesafe-uzak ilişki” uyumsuzluğu alır. Kent; yabancıların, farklı kültür gruplarının, farklı değişkenler açısından çeşitliliğin toplanma alanına dönüşür. Artan nüfusla insanlar iç içe yaşasa da insani açıdan ilişkiler zayıflar, yalnızlaşma ve insanın birbirine yabancılaşma gerçeği günümüz toplumlarının yaşadığı sorunlardan birine dönüşür. Bu bağlamda Yaralayan Şeyler şiirinde ruhun aldığı darbeler bir sitem olarak dile getirilir. İnsanlar sosyal açıdan maskeli varlıklara dönüşürken ilişkiler de mekanik bir aşamaya taşınır. Bu toplumsal düzende sevgi dili de geriler. Dağların dağlara kavuştuğu belirtilir fakat insanın insana uzak olduğu “aykırı” dünyada yaşanır. Yaşam, kuralları olan bir oyunun icrası olarak kamusal alanda kendini var eder/üretir:

“Her gün resmi geçit yapar kuklalar

yüzlerinde plastik maskeler

sivilceleri örten pudralar, boyalar

ellerinde küçük hesap-makineleri.

Her gün bin yerinden vurulur insan

zehirli bıçak gibi saplanır

delik deşik eder sevgisiz gülümseyişler

– beni yaralayan şeyler.” ( Yaşın, 2014: 81)

Plastik maskeler, pudralar sevgisiz gülümseyişleri örtemezken mekanikleşme hesap makinesi kavramıyla vurgulanır. (Portakal Dünya şiirinde hesap makinesi kavramı tekrar devreye girerek baklaların yerini aldığı, artık fasulye yapraklarına basarak yıldızlara çıkılamayacağı söylenir.) Şiirin devamında yaralama eyleminden öldürülme eylemine geçilerek sevip-sevilmeyince insanın öleceğine yönelik sitem edilir. Yeryüzünde atomu parçalamak ve uzaya çıkmaktan daha önemli olanın sevgi olduğu söylenir. Yaşamın canlılığı yerine donukluk, özne olamama, sevgisizlik “heykel” kavramı üzerinden verilir. Mehmet Yaşın’ın diğer şiirlerinde TV, radyo, E-5 karayolu, çalar saat, erken genel seçimler, KDV, çek kartı, bilgisayarlar, CD gibi kapitalist yaşam biçiminin teknolojisi ve kavramları eleştirel çerçevede dijital-plastik-mekanik açıdan bireyi kuşatma düzleminde ele alınır.

“Sevgisizliğin rezil düzeni

taştan heykele yontmuş her birimizi,

kalabalıklar ortasında durup da

seyre dalmışız kıyımları

görmeyen gözlerle ve umarsız

seyre dalmışız…” (Yaşın, 2014: 82)

Yeni dünya düzeninin mekanik ilişkilerinin kurduğu hâkimiyet aşk duygusunu da dönüşüme uğratır. Çağımızda aşkın ruhsal bir hastalık olarak teşhis edildiğinden sitem eden dizeler bu yöndedir. Bu yozlaştırma-yabancılaştırma politikalarının sonuçları şairin gözlem alanına girer. Bu nedenle, şair olduğundan beri kitlenin onu karşısına aldığı belirtilir. Mekanik-plastik-dijital açıdan hızın, teknolojinin, yapaylığın/donukluğun anti tezi şiirdir. Doğalın, sevginin, canlılığın, yavaşlamanın, inceliğin filizlendiği yer şiirdir. Şairle gerçekleştirilip Sanat Kritik’te yayımlanan bir röportajda günümüzün insanının mekanikleşmeye ve dijitalleşmeye hapsedilerek insani duygularının tersyüz edilmesini Mehmet Yaşın şu şekilde tarif eder:

“Binlerce yıldır tüm dünyada aşk süregitmişken, ilk kez bizi sevgilimizle kariyer hırsı içinde kıran kırana yarıştırıp, onu tehlikeli yabancı olarak algılamamızı kışkırtan, her birimizin ayrı ayrı bencil bireyler olarak yaşamasını salık veren bir düzen var. Bir insana duyacağımız aşk bağıyla hayatımızı paylaşmak yerine robotik makinelerle, şişme bebeklerle, bilgisayardaki sanal görüntülerle sevişmemizi öneren bir düzen…” (Yaşın, Mehmet, Röportaj, 2024).

Yabancılaşma bir anomali olarak kapitalist kent düzeni bağlamında insan-doğa ayrışmasına neden olur. İnsanın insana yabancılaştığı düzende teknoloji ve hız sonucunda insan doğaya ve diğer canlı türlerine de yabancılaşır. Bu sürecin mağdurlarından biri de sokak hayvanlarıdır. Onların doğal olmayan ölümleri şiire ekolojik dengenin bozulması bağlamında yansır: “Bi’ dak’ka!/ Öldürdüğ’nüz şu kediyi kimse kaldırmayacak yoldan/ herkes kendi otomobilinde kalacaktır./ Kendi KDV’si, çekkartı, kendi/ jilet kesiği kasık arasında…/ Ve yarın her köşemizde çır ç ı r  ç ı r/ tam otomatik bir çamaşırevi açılacak/ bu dediğim olacaktır.” (Yaşın, 2014: 289). İnsanların hız çağında hem türdeşi olan insana hem de ekolojik sistemi tahrip ederek mağdur ettiği hayvan türlerine olan uzaklığı-duyarsızlığı karşısında “-Sadece kedimsin belki,/ insana insandan yakın olduğu bu çağda/ hayvanların.” (Yaşın, 2014: 298) dizeleri geliştirilir. Bu düzende sürdürülmeye çalışılan yaşamda sürekli bir koşuşturmaca hâli görülür, insanlar tüketim kültürüne adapte edilerek aşktan ve sevgiden uzaklaşarak insani bütünlüklerini yitirir. Bu bağlamda psikiyatrik ilaçların kullanımına ilişkin gerçek Mehmet Yaşın’ın şiirine girer.

İçerik-Biçim Uyumu Açısından Mehmet Yaşın’ın Şiirleri

Mehmet Yaşın’ın dokuz şiir kitabından oluşan toplu şiirlerinde biçim-içerik uyumu açısından dikkat çekici özellikler bulunur. Yağmur damlalarının düşüşü, saatin tik-tak sesleri, ünlü harflerin uzatılarak kurulduğu sözcükler, sözcüğün yazımının içeriğe uygun şekilde biçimlendirilmesi, geometrik biçimde (düz çizgi üzerinde olmayacak şekilde) dizelerin içeriğe göre resim olarak verilmesi içerik-biçim uyumu bağlamında en sık başvurulan yöntemlerdendir. Şiirin sözcük ve dize bağlamında görselleştirilmesi aracılığıyla işlenen konu, duygu, durum daha etkili şekilde yapılandırılır. Bu bağlamda Türk şiirinde biçim-içerik uyumu açısından özgünlüğe ulaşılır.

“Satranç” şiirinde her dizenin başına madde işareti gibi ilgili dizeyle ilişkili satranç taşının görseli/logosu yerleştirilir. Bazı şiirlerinde bir bölüm birbirinin devamı şeklinde tekrarlanarak verilmek istenen duygudurum ve süreç okuyucuya aktarılır.

“mekanik bir cellatın adımlarıyla saat

tik          tak

tik          tak

tik          tak

tik          tak

tik          tak

tik          tak

tik          tak

tik          tak

tik          tak

tik          tak

tik          tak

tik          tak

başını çevirip bakamıyorsun ki akrebe.” (Yaşın, 2014: 629)

Bu şiirde saatin tik tak seslerini atlamadan okumak okuyucuyla zaman algısını paylaşmayı sağlar. Her tik tak sesiyle geçen zamanı okuyucu da algılar. Şairin algısında zamanın “mekanik bir cellat” olarak şekillenirken tik tak sesleri de bu celladın yaklaşan adımlarıdır. Zamanın, saat üzerinden mekanik bir cellat olarak dizeleştirilmesinin ardından verilen tik tak seslerinin alt alta aynı hizada yazılması zaman algısının görsel açıdan resmedilip duygunun daha etkili biçimde okuyucuya aktarılmasına yöneliktir. Zamanın akışı da alt alta yazılan sesler bir tür “dökülmeyi” çağrıştırır.

İlişkilerin ve bir bütün olarak modern yaşamın hesap makinesi kavramı üzerinden verilerek mekanikleşmeye yöneltilen tepki matematik sembollerinin diğer şiirlerine de yayılmasını sağlar. İstatistik ve matematik kavramlarının kullanılması, insanı dijital bir veriye dönüştürüp yabancılaşma girdabına esir eden kapitalizmin geldiği aşamayı şiire taşır. Plastikle ilişkili heykel ve maske gibi kavramların kullanılması paradoksal açıdan hız çağındaki “donukluğu” betimlemeye yöneliktir.

Öyküleyici anlatım tekniğine sıkça başvurulur. Bu yönüyle Mehmet Yaşın’ın şiirlerinde anlatımcılığın etkisi belirgin biçimde görülür. Mitolojiden kavramlar, anlatılara yapılan göndermeler, masal dilinin etkisi, anti epik duruş şiir dilinin kavramlarını oluşturur. Farklı kültürlerden yararlandığı gibi Türkçe, İngilizce, Yunanca dizelerin/sözcüklerin bir arada olduğu şiirler, özelde Kıbrıs’ın kozmopolit ve kültürel yapısını; genelde kentleri dolduran farklı kültür mensuplarının bir aradalığını yansıtır. Bu yönüyle şiirde kültürel karşılaşmalar ve ortaklaşmalar söz konusudur. Bunun yanı sıra Kıbrıs’ın yerel kültürünün ürünü olan kavramlar da kullanılır. Özetle dil, üslup, biçim işlenen içeriğe uygun şekilde yapılandırılır; zengin ve kozmopolit bir kültürel birikimden beslenilir.

Deyimlerin yeniden üretimi, sözcük oyunlarına bağlı çağrışımların kullanımı, otobiyografik bir etki olarak savaş kavramlarının şiir diline yansımaları görülür. Parodiye başvurularak Yahya Kemal’in dizeleri anti epik duruşla yeniden üretilir, kahramanlık anlatılarını işgal edilen bölgelerde yaşayan halkların gördüğü zarara göre epik tersine çevrilir: “…Aklım da arkada, dönüp turluyorum/ babaannemin fethedilmiş Aziz Apartımanı’na baka baka-/ Bin atlı akıncılar çocukgibişen iççamaşırlarını asmış ön balkonunuza/ siz, meleklere emanet Zeyrekli Zekiye Hanımissas” (Yaşın, 2014: 383).

Mehmet Yaşın

Sonuç: Sınır Tellerine Takılan Yaşamlar

İlk şiir kitabı 1980 sonrasında yayımlanan Mehmet Yaşın’ın şiirlerinde otobiyografik bir etki olarak savaş içeriğiyle uyumlu izlekler sıkça yer tutar. Bu bağlamda ırkçılık, faşizm, otoriteryen-totaliteryen eğilimler, emperyalizm-işgalcilik, asimilasyon politikaları ve uygulamaları, sistemin ideolojik aygıtları üzerine eleştirel yaklaşımla üretilen izleklerin yanında tez-anti tez yöntemi kullanılarak barış, demokrasi, özgürlük, kardeşlik, sevgi izlekleri işlenir. Bu bağlamda “Azınlık aydınlarına armağanımdır” ithafında bulunduğu şiirler mevcuttur. Yer yer anarşizmin sınırlarında gezen şair anti epik duruşu hiçbir zaman kaybetmeyip ölüme karşı yaşamı savunur.

Emperyalist aşamaya geçen kapitalizmin yabancılaştırma, yalnızlaştırma, yozlaştırma uygulamaları insani duyarlılık temelinde ele alınarak bu toplumsal bunalımla ilgili izleklere rastlanır. İnsanın insana ve kendine, doğaya, diğer canlı türlerine yabancılaşması yalnızlığı beraberinde getirir. Mekanizmin ve hızın ivmesini artırdığı küreselleşen toplumsal yaşamda insan giderek yalnızlaşan, umutsuzlaşan, sevme-sevilme ihtiyacını karşılayamayan bir varlığa dönüşüp öznelik durumundan çıkarak nesne olmaya evrilir. Bireyin sorunu gibi algılanan bu süreç toplumsal bir kriz ve anomali olarak Mehmet Yaşın’ın şiirinde ele alınır. Bu bağlamda insanın aşkın yapısını temsil eden ve yaşamın anlamının bileşenlerinden olan bütünlüğün parçalanışına yönelik satirik yaklaşım benimsenerek mevcut düzene karşı konumlanılır.

İnsanmerkezli türcü bakış, insanın diğer canlılarla sevgi düzleminde ilişki kurmasıyla aşılır. Kapitalist kent düzenini sonucunda doğal yaşam alanlarından koparılan canlıların trafikte ölmesine yönelik vicdani bir yaklaşım sergilenir. Bu bağlamda ekolojik kriz, son dönem şiirlerinde işlenen izlekler arasındadır. Bu bağlamda insan gerçeği, insan merkezli olmaktan öte onun parçası olduğu çevre-doğa ilişkileri üzerinden dizelere dökülür.

Dramatik ve anlatımcı tekniğin sıkça kullanıldığı uzun şiirlerde masallardan, mitolojiden, yerel kültürlerden faydalanılır. Türk şiirinde rastlanmayan yeni biçim denemelerinin yanı sıra görsel açıdan resim, logo, işaret sayılan ögelere başvurulduğu gibi dizelerin tek veya farklı dillerle resim biçiminde yazıldığı şiirler de üretilir. Mehmet Yaşın’ın şiiri özgün bir konumdadır, faydalanılan zengin bir dil-kültür-tarih-coğrafya-anlatı geleneği söz konusudur. Farklı kültürlerin birikimi bir karşılaşma alanı olarak Mehmet Yaşın’ın şiirinde buluşur.

Kitaptaki şiirlerde özne içinde bulunulan durumu temsil edecek bir prototip özelliği gösterdiği gibi aynı süreci paylaşan insanların sözcüsü olarak yapılandırılır. Bu açıdan özne, bütünü temsil eden parça görevini üstlenir. “Ben” öznesi çoğullaşan bir düzlemdedir: Sevgilisi savaşta ölenler, oğullarını kaybedenler, yurdundan edilenler, çocukluğunu yaşayamayanlar, savaşta yaralananlar ve engelli kalanlar, anıları silinmek istenenler, kadınlar savaşın farklı boyutlarını yaşayıp zarar görenler bütünü “ben” öznesiyle sorunlarını dile getirir fakat “ben” diliyle konuşturulanların sorunları tekilin yaşadıkları olmayıp “biz” öznesini temsil eder.

Kaynakça

Yaşın, Mehmet. (2014). Dokuz Şiir Kitabı. İstanbul: YKY.

Yaşın, Mehmet. “Mehmet Yaşın: “Ait olduğum o yer, belki de şiirdir.” (Görüşmeci: Ayşegül Şahin) Sanat Kritik (27 Aralık 2023). https://sanatkritik.com/soylesi/mehmet-yasin-ait-oldugum-o-yer-belki-de-siirdir/ (Erişim Tarihi: 29 Temmuz 2024).

Yaşın, Mehmet. “Mehmet Yaşın: “Her birimizin ayrı ayrı bencil bireyler olarak yaşamasını salık veren bir düzen var.” (Görüşmeci: Okan Çil). Sanat Kritik (20 Mart 2024). https://sanatkritik.com/soylesi/mehmet-yasin-her-birimizin-ayri-ayri-bencil-bireyler-olarak-yasamasini-salik-veren-bir-duzen-var/ (Erişim Tarihi: 29 Temmuz 2024).