Ayşegül Şahin
“Bir kızım var benim, yaşı bu sabah on beş / başıma gelmiş eeen güzel şey.” Bu dizelerle başlıyor şair Mehmet Yaşın’ın kızına adadığı şiir kitabı Eeen Güzel Şey. İthaki Yayınları tarafından okura sunulan kitapta usta ismin 40 şiiri yer alıyor. Yaşın’la hem yeni kitabını hem de yayıma hazırlanan romanını konuştuk. Şiir, roman ve denemeleri Türkiye’nin yanı sıra Kıbrıs ve Yunanistan edebiyatında da ilgiyle takip edilen usta şaire “Asla dönmeyeceğim” dediği İstanbul’la arasının neden açıldığını ve Türkiye edebiyat ortamından kaçınmasının sebeplerini de sordum ve üzerinde düşünülmesi gereken yanıtlar aldım.
Eeen Güzel Şey adlı yeni şiir kitabınızın ilk sayfalarında okuru karşılayan fotoğraftaki genç kız, sizin kızınız mı? Ona mı adandı kitap?
Bu şiir kitabı, kızımın yirmili yaşlarında kendi kişiliğini bulmuş bir birey olacağı döneme kadar bekletilip ona adandı. Bir çocuğu küçük yaşlarda kitap konusu yapmak, ona sevginizi göstermenin ötesinde manipülatif etkiler de yaratabilir endişesiyle beklettim. Dediğiniz gibi, fotoğraftaki iskelede teknenin gelmesini bir tavus kuşuyla birlikte sırtı dönük olarak bekleyen, kızım. Kitabın sonunda Yunanca dizelerin çevirisini vd. gerekli açıklamaları içeren “Notlar” bölümüne bu fotoğrafın Atina’nın Moni adasında çekildiği bilgisini eklemiştim.
Şiirlerinizde kızınıza geniş bir yer veriyorsunuz. Baba olmanın sadece hayatınıza değil kaleminize de dokunduğu açık. Neler söylemek istersiniz “babalık” hakkında? Bir şair, babalığı nasıl tanımlar?
Babalık, erkekliği ve otoriterliği, çocuk üzerinde duygusal baskı da yaratabilecek kertede birleştiren ve aile hiyerarşisinin tepelerinde bulunan bir konum olarak düşünülürse oldukça çetrefil, sorumlulukları yerine getirirken büyük bir hassasiyetle davranmayı gerektiren bir şey. Aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık vaziyetinde. Ne kadar mükemmel davrandığınızı sansanız da bir de bakıyorsunuz ki ileride çocuktan özür dilemenizi gerektirecek bir açığınız olmuş. Yeniden tartışılması gereken tarafı ise, zamanımızda bazen annelerden bile çok çocuklarına bakıp büyüten ve onlara anneliğe atfedilmiş şefkati gösteren yeni bir baba tipi ortaya çıktığı hâlde, Avrupa Birliği’nde bile halen annelik haklarıyla dengeli babalık haklarının kabul görmeyişidir. Bu ise ancak toplumsal cinsiyet politikalarının daha kapsayıcı analizlerle güncellenmesine bağlı. Şiir o doğrultudaki sorgulamalara bir katkı yapabilir mi, bilemem. Ama umarım ki Eeen Güzel Şey’i okuyanlara bu konuları düşündürecektir.
Kitapta farklı yıllarda yazdığınız 40 şiir var. Neden özellikle bu şiirleri seçtiniz, ortak bir noktaları var mı?
Ortak noktaları esasen kızım hakkında, onu da ilgilendiren izleklerde ya da birlikte geçirdiğimiz zamanlarda yazılmış olmaları. Bununla beraber bazı şiirler bu genel temanın dışına sarkıyor, ki onlar da kitap içindeki beş ayrı bölümdeki belli temaların bütünselliği içinde birleşiyorlar. Belki kitabın bir özelliği olarak çoğunlukla Yunan dili ve kültürü etrafında ya da Türkiye’ye uzak düştüğüm şu son yıllarda Rodos, Atina, Lefkoşa, hatta Üsküp arasındaki deneyimlerle yazılmış olmaları. Diğer şiir kitaplarımda İstanbul ve Londra daha bir öne çıkardı.
“Bir sayacak oldum da 8 ülke, 9 şehir, 1 dağ değişmişim son 10 yılda.” Şimdilerde Londra, Lefkoşa ve Atina arasında yaşıyorsunuz. Çok kültürlü bir evden çıkıp çok kültürlü, çok ülkeli bir hayat yaşamışsınız. Kendinizi daha çok nereye, hangi kültüre ait hissediyorsunuz? Ya da “aidiyet” hissediyor musunuz?
Bu dediğiniz şiir Cambridge’de yazılmıştı galiba ve hemen ardından Atina üzerinden Üsküp’e gitmiştim. Londra’da eskisinden daha az kalıyorum. İstanbul derseniz, ne yazık ki her gelişimde daha kötü hissettiğim için Eeen Güzel Şey’in yazıldığı dönemlerde pek gidesim gelmedi. Atina’ya taşındığım zaman evi birlikte düzenleyelim diye kızım gelmişti Londra’dan. Evin bulunduğu semti görünce ilk sözü “A’aa baba, burası hem İstanbul’a hem Kıbrıs’a benziyor” oldu. Gerçekten de öyle. Atina’yı İstanbul yerine ikame ettiğim söylenebilir, hele İstanbullu Rumların semti olan Palaio Faliro’da zaman geçirdiğim düşünülürse. Ait olmam beklenen her yeri sanki orası birleştiriyormuş gibi… Ama bu da bir yanılsamadır muhtemelen. Eski Kıbrıs’a ve eski İstanbul’a ait olan bizim gibi eskilere ait insanlar için öyle kesin bir aidiyet yeri bulunabilir mi? Belki o yer şiirdir…
Türkiye, hayatınızda nerede? “Nasıl bu kadar kepkesin bir karar verdiyse verdi kalbim / İstanbul’a assla dönmeyeceğim”, “Ömür bir yerde biter, asıl vatandan ayrılışın ızdırabı zor geliyor bize. Ölmekten beter lakin sizin için de hiç dönemeyecek oluşumuz bizim Konstantinopolis’e.” Size bu dizeleri yazdıran neydi?
Az önceki sorunuza verdiğim yanıtta dediğim gibi aile bağlarım nedeniyle önce Fener-Unkapanı, sonra Cihangir-Gümüşsuyu ve kısmen Büyükada dolaylarında geçmiş eski hayatımın İstanbul’u artık yerinde yok. Bunu nostaljiyle söylemiyorum. Doğal gelişme sayılamayacak bir toplumsal ve siyasal alt üst oluşla, âdeta kültürel bir depremle bağlantılı bir yabancılaşma, o bile değil, sonu gelmez bir kaosa kıstırılma anlamında ifade etmeye çalışıyorum. Yahya Kemal’in şiirine nazireyle yazdığım dizelerde “Kanlıca’nın ihtiyarları” yerine Palaio Faliro’nun ihtiyarlarını koyup, Atina’daki semtimizde Türkçe konuşmayı sürdüren bu eski İstanbullu Rumların “Konstantinopolis” dediği İstanbul’a onların gözüyle bakmayı denedim. Kaldı ki benim kendi kişisel tarihim açısından İstanbul’a bakışım da Türk şiirindeki yerleşik yaklaşım ve imgelerle tam örtüşmez. İstanbul şiirlerini zevkle okuduğum birçok şairimizin gördüğü ya da hissettiği İstanbul’dan oldukça farklı şeyler öteden beri şiir kitaplarıma girmiştir.
“Türkiye edebiyat ortamında pek fazla ortada görünmekten kaçınıyorum” diyorsunuz. Bu tercihinizin nedenleri hakkında neler söylemek istersiniz?
“Kaosa kıstırılma” duygusundan söz ettim ama kısırdöngüye kıstırılma da var edebiyatımızda. Siz benden daha iyi bileceksiniz ki şiir ve edebiyat ortamımız yıllardır hep aynı şeyleri tartışıp durur. Arada yeni şeyler çıkmaz mı? Elbette çıkar. Ama edebiyat kanonunun seyrini değiştirecek daha kökten, daha çoğul, daha dışa açık bir dönüşüme şahsen pek tanık olmadım. Bir şair olarak, yıllar önce eleştiri ve inceleme kitaplarımda, son çıkan söyleşiler kitabımda da şiir ve edebiyata ilişkin görüşlerimi söylemiştim. Aradan onca zaman geçmesine rağmen bir bakıyorsunuz yıllar önce bıraktığınız şeyler bıraktığınız şekilde tartışılıyor. Birçok kıymetli şair ve edebiyat insanı da yaratabilecekleri yazınsal eserlere daha çok zaman ayıracakken, bu kısırdöngü tarafından esir alınıyor. Edebiyat kurumlarındaki her bir ortam içinde dolanıp durmamız, tüm medya mecralarında kendimizi tekrarlamamız hem gereksiz hem sıkıcı. En azından benim için durum bu olduğundan, fazla görünmekten imtina ediyorum. İnsan sadece şiiri için değil, kişisel hayatı için de yeni yeni şeyler yaşamak ister. Bana canlılık hissi verip böyle hep sıfırdan başlıyormuşçasına yazmamı, ilk şiir kitabım yayımlanacakmış gibi heyecanlara kapılmamı sağlayan başka deneyimler de yaşamak… Fakat bir kitabım yayımlanınca şüphesiz ki şimdi sizinle konuştuğumuz gibi ortada görünmekten kaçınmam. Bu yolla Türkiye’nin edebiyat ortamına seslenmeyi çok da isterim. Çünkü yeni bir kitap var, konuşalım.
“Hastalık gibi bi’şey, dedim, şu şiir işi / başka şeyler yazdımsa da geçiremedim.” Şiir bir tutku meselesi mi? Herkes yazamaz mı?
Şiirin ve şairliğin neyin nesi olduğunu yüzyıllardır konuşuyor fakat kaynağına, niteliğine dair o kadar da kesinlikli ve genel sonuçlara varamıyoruz. Herkes şair olamasa da herkesin şiir yazmaya çalışması iyi bir şey aslında. Tehlikeli olan şairlik iddiasıdır ya da alıntıladığınız şiirin devam eden dizelerinde dendiği gibi “şairliğin şaşaası”. Ama şiirle haşır neşir olalım tabii, yazmaya da çalışalım. En azından şiir dışında başka biçimde erişilemeyen o bilinç ötesi çağrışımlarla açılacak aşkınlık halindeki duyguların, düşüncelerin, ruhsal yükselişlerin kapısından geçilir.
“Yazar Olacak Çocuğa Baba Nasihati” şiirinizden yola çıkarak soruyorum; yazar olacak başka çocuklara tek bir öğüt vermeniz gerekseydi, ne söylerdiniz?
Yazar olmayınız eğer mümkünse! Sözünü ettiğiniz şiir de bunu diyor zaten. Yok şayet başınıza yazarlık belasını açmaktan kaçınamamışsanız da durun bakalım bir, hemen yazar olduğunuzu sanmayınız. Zaten yazar olmak için yazmaya başlanmaz ki. Yazar olmak niyeti taşımadığınız halde yazmaya engel olamıyorsanız artık o zaman edebiyattaki yolunuzu kendiniz bulmaya çalışacaksınız. Benim burada dediklerim gibi birçokları yazarlık konusunda şunu bunu söyleyecek, dinlemekte mahzur yok, yararlı da olabilir, ama başkalarının diyeceği şeylerin sizin kendi içinizdeki ses kadar kıymeti harbiyesi yok.
Aynı şiirdeki dizeleriniz şöyle tamamlanmış: “Tuhaf şey şiirin bu kadar kalabalık olması, bir o kadar da yalnızlaştırması seni”, “Yazı yalnız bırakır, mümkünse hiç yazma. Hiçç. (Bahçıvan olurdum ben şimdiki aklım olsa.)” Yazmak, yalnızlaştırır mı?
Yazmak ile yalnızlık ya da yalnızlaşmak neredeyse aynı şey benim deneyim ve tahayyülümde. Birbirlerini doğuruyorlar ve besliyorlar. Diyeceksiniz ki yazdıklarınızı binlerce kişi okuyor, şu andaki söyleşimizi de öyle… Çok doğru. Ama yalnız başıma olduğum bir yerden yazıyorum ve yazabilmek için de kendimi daha bile yalnızlaştırmak durumunda kalıyorum. Bu da doğru. Öte yandan kalabalıklar arasındayken ya bir roman kurgusunun içindeymişçesine gözlemci ya da sizi başka âlemlere sürükleyecek bir imge avcısı olmaya başlıyorsunuz. Böylece çevrenizdekilere yabancılaşıyorsunuz. Sosyalleşme ve iletişim kurma konularında neredeyse özürlü durumlara düşünce insanlar da size çeşit çeşit yakıştırmada bulunuyorlar. Adınız “tuhaf adam”a çıkıyor. Eee bu da sizi daha bile yalnızlaştırıyor.
Yeni romanınız Selam Metin Ben Berceste yayıma hazırlanıyor. Bu eserden de bahseder misiniz biraz, nasıl bir kitap oldu?
Selam Metin Ben Berceste, yazarların niyet etmeden, yazma sürecinde de fark etmeden daha önceki romanları, diğer düzyazı metinleri ve benim durumumda şiirleriyle ilişkili yazmayı sürdürdüğüne, yani bir biçimde süreklilik arz edip birbiri içine geçen veya ulanan kitaplar yayımladığına dair bir örnek. Puzzle tarzı parçalı öykülerden oluşan bir roman. İçerdiği parçaların sıralandığı giriş sayfasında “Hep Aynı Hikâye” başlığı bulunuyor. Bu bakımdan ilk romanım Soydaşınız Balık Burcu’ndaki “Hepsi Hikâye” ön başlığını ve onun parçalı yapısını çağrıştırıyor. Ama yakın zamandaki şiirlerimin izleklerini ve seslerini de duyuruyor. Diğer romanlarıma kıyasla oldukça taşkın, esprili ve delidolu sesi yükselen bir roman. Bazen kızgın haykırışlar buyurgan ve hakaretamiz bir konuşma üslubuna resmiyet kazandıran günümüz Türkçesinin haline ve romanın akışına göre sel gibi boşalıyor. Yani denetimden çıkmış seslerin romanı. Aşk ilişkileri temelinde diyeceğim, ancak arkasında anne-kız ilişkilerindeki patolojiden maço kültürümüze, neoliberalizmden Türk-Yunan konularına uzanan şeyler var. Cinsiyet aidiyeti söylemlerinden anadil ve ulusal aidiyet söylemlerine dek birçok kalıplaşmış yaklaşımın dışına çıkan anlatıları umarım ki olumsuz okuma biçimlerine yol açmaz ve kara mizahı görünebilir. Ve umarım ki okurlar, tıpkı yeni şiir kitabım Eeen Güzel Şey için olduğu gibi, bu romanı okuduktan sonra yeniden sayfaları karıştırırlar, yazılanları kendi yazmak isteyecekleriyle çoğaltırlar. Çünkü bir kitap ne yazıldığında ne basıldığında tamamlanmış sayılır. Ancak okunup da üzerinde yapılacak yorumlarla çoğaltıldığında tamamlanmaya başlar.
Bu yeni kitaplarınızın yanında önceki bütün romanlarınız İthaki Yayınları tarafından yeniden okura sunulacak. İthaki ile yolunuz nasıl kesişti, bu iş birliğinden de bahsetmek ister misiniz?
İstanbul’da pek bulunamadığım bu son yıllarda, telif haklarımı temsil eden ONK Ajans üzerinden yayın dünyasıyla temas kurabiliyorum esasen. Onların önerisi ve girişimiyle gerçekleşti bu iş birliği. Yoksa İthaki’nin geçirmekte olduğu dönüşümü, Penguin Books’un Türkiye’deki temsilini alıp yaygınlaşmak ve Türkçe edebiyatta yeni bir kurumsal kimlik yaratmak niyetini öyle uzaktan bilemezdim.
Eserleriniz 24 dile çevrildi. Edebiyatın en önemli şairleri arasındasınız. Peki siz hangi şairleri beğenir, kimleri okursunuz?
Öteden beri Türkçenin, Yunancanın ve İngilizcenin şairlerini birlikte okuduğumu söyleyebilirim. Her üç dilde de geçmiş yüzyılların şairlerine düşkünüm. Ama şimdi modern dönemden ve Türkçeden konuşalım. İsim vermek her ne kadar güç ise de ve anabileceğim şairlerin her şiirsel temayülü bende aynı etkiyi uyandırmıyor ise de Oktay Rifat, Nâzım Hikmet, Ülkü Tamer, Gülten Akın’ı severek okumuşluğum var. Ergenlik çağında Yahya Kemal, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ahmet Muhip Dıranas da okurdum. Fakat tuhaf biçimde benim şiirim üzerinde Yunan şairlerinin etkisi olduğunu düşünen akademisyenler ve çevirmenler var. Şiirlerimden bir seçkiyi epey zaman önce İntikam Melekleri (Aggeloi Ekdikites) adıyla Atina’da derleyen kitabın sunuş yazısında, ilk kez şiirlerimle Paris’te Konstantinopolis Artık Kimseyi Beklemiyor (Constantinople n’attend plus personne) adlı kitabımla karşılaştığını ve bunların orijinal olarak Yunanca yazıldığını düşünerek Yunan diline pek zorlanmadan aktardığını anlatır mesela çevirmen. Hatta şiirlerimi Yunanistan’daki belli bazı şair kuşakları, eğilimleri, isimleri arasında sandığını da söyler. Oysa ben onun saydığı isimlerden çok Konstantinos Kavafis okumuştum, hâlâ da okuyorum. Hangi şairleri daha çok okuduğumuz ve hangilerinden daha çok etkilendiğimiz belki de tamamen örtüşen şeyler değildir.