
Tuğba Sivri Çınar
“Kendini bilebilme dışında, insanın kendine has hiçbir kimliği yoktur. Sadece, kendini insan olarak bilecek olan insandır. İnsan, insan olmak için kendini insani olarak bilmesi gereken hayvandır.” –Linneaus
Yukarıdaki alıntı, sosyal bilimler için “militan” bir epistemoloji öneren Göksel Aymaz’ın Militan İyimserlik[1] kitabından. Aymaz, Hâlihazırda Olan’la ilgilenip onun gediklerini tespit etmekle uğraşırken Reel Mümkün’e dair söz söylemeyen, hatta onu alanından tümüyle dışlayan postmodernist epistemolojiye karşı “iyi ve güzele dair argümanlar içeren bir hakikat arayışı”na davet ediyor. Sosyal bilimlerin ve edebiyatın farklı dallarına meraklı biri olarak Aymaz’ın kitabı, adını koyamadığım bir durumu tanımlamada çok yardımcı oldu. Güzel bir tesadüfle, aynı anda okumaya başladığım bir roman, bu teoriyi somutlaştırmama vesile oldu. Meryem Gültabak’ın Bütün İyiler Öldü[2] adlı distopik bilimkurgu romanı, büyük bir kıtlık sonrası hayatta kalmayı başaran insanların yeni bir dünya arayışını anlatıyor ve tam da “insan olmak” konusunda düşünmeye davet ediyor.
İki kitabı kafamda kesiştiren mesele, son günlerde Avrupa’nın kuzeyinde artan sıcaklıklar ve buna bağlı ölümler neticesinde Batı medyasının yeniden gündemine giren iklim krizi oldu. Bu krizle ilgili sosyal medyada en çok üretilen söylemlerden biri, insanlık olarak dünyayı yok ettiğimiz, dünyanın tümörü olduğumuz, türümüzün tamamen zararlı olduğu yönünde: “Hepimiz bu yıkımda ortağız.” Gerçekten öyle miyiz peki? Yakın zamanda okuduğum bu iki kitabın ışığında bu soruya cevap vermeye çalışacağım.
İnsan’ın İmkânları
Aymaz Militan İyimserlik‘te, kapitalizmin bütün yıkıcı sonuçlarının faturasının Aydınlanma düşüncesine kesildiği ve bunun sonucunda yeni, “postmodern” bir idealizm ve metafiziğe alan açıldığını öne sürüyor. Postmodern dönemde artık insanın rasyonel düşünceyle bir yere varabileceğine inanılmıyor. Akıl, birkaç yüzyıl oturabildiği epistemoloji tahtından shame’lenerek (utandırılarak) indirildi. Artık her şey göreceli, bireylerin deneyimlerinden ibaret ve bilgi bilinemez. Bilinmezlikler dünyasında kendi biricik deneyimini tarihsel zeminde kolektife bağlayamayan özne de ne eyleyen ne de bilen bir özne artık; ötekini onaylamak ya da yanlışlamak dışında bir işlevi yok -ki öteki de sadece bunun için var. Oysa “İnsanın ne olduğu kadar ne olabileceği de açıktır: Dünyaya anlam verebilme yeteneğine sahip yegâne varlık olarak sadece kendisi için değil, diğer varlıklar için de kararlı bir sorumluluk duygusu geliştirebilme imkânının tek sahibi, insan türüdür.“[3]
Aydınlanmacı akıl ve bilime getirilen eleştiriler, sosyal bilimlerde ekonomi politik yaklaşımdan kültürel ve söylemsel çalışmalara doğru bir yöntem ve epistemoloji değişimine yol açtı. Özellikle feminist ve postkolonyal çalışmalar, insan tanımının Batılı, burjuva erkekten ibaret oluşuna ve toplumun ezilen kesimlerinin, işçilerin, kadınların, etnik azınlıkların, göçmenlerin, vb. tarihsel deneyimlerinin silinmesine karşı sağlam bir eleştiri geliştirdi. Ancak eleştirinin odağı, sömürgecilik ve kapitalizmden Aydınlanma’nın tüm değerlerine doğru genişletildiğinde Aymaz’ın belirttiği gibi, fatura rasyonel akla kesilmiş oldu. Bilimin eleştirisi bilimi lanetlemeye vardığında, biricik öznenin biricik deneyimi de kutsallaştı. Sosyal bilimlerin ortaya koyabileceği ve dahası değiştirmek üzere kafa yorabileceği somut ve ortak bir gerçek olmadığı düşüncesi, tek tek bireylerin deneyimlerine odaklanmaya; bu deneyimlerin, gerçeği tek algılayış şeklimiz haline gelmesine ve özneliğin öznellikten geçtiği yanılgısına yol açtı. Bu, bir yandan tek tek bireylerin biricikliğine vurgu yapan bir söylemi geliştirirken diğer yandan ekonomik ve cinsel sınıfların tanımlanamaz hale gelmesine, dolayısıyla “birey eşittir insan” formülünce tek bir insandan bahsedilmesine neden oldu. İnsanın doğaya “hükmetme” arzusu, sistem sorunu olarak değil, türün bir kusuru gibi algılanmaya ve iklim krizi de bu bağlamda değerlendirilmeye başlandı. Bunun sonuçlarını, dünyanın birçok yerinde kişisel hijyen ürünlerine erişimi olmayan milyonlarca kadın varken “hijyenik pedler çevre dostu değil” diyen çevreci kampanyalarda ya da “hayvanlar da işçi sınıfının bir parçasıdır” gibi bir söylemle irade ve eylemliliği yok sayan, tüm eşitlik taleplerini bir parodiye çevirerek toplumsalı çarpıtan uygulamalarda görmeye başladık.


Edebiyat da bu çevre yıkımının yansımalarını farklı alt türleriyle ele alıyor kuşkusuz. Özellikle distopik bilimkurgular, bu apokaliptik anı hikâyeleştirmede çok işlevsel bir alan sunuyor. Ancak ortaya çıkan eserlere baktığımızda ütopyalardan çok distopyaların yükselişte olduğunu, türümüze dair bu yaygın kötümserliğin edebiyatta da daha çok sesinin duyulduğunu fark ediyoruz. Gültabak’ın romanı bu yüzden özellikle ilgimi çekti, çünkü “militan iyimserliğe” dair bir anlatı geliştirdiğini düşünüyorum; sonunda kötümserliğe yenilse de.
Kutsal Özne ve Düşmüş İnsan
“Dünyanın kurtuluşu insanın yok olması ile mümkündü belki. Peki, kendisi en son neyi kurtarmaya çalışıyordu? İnsanlığı mı, yoksa dünyayı mı? Dünyayı elbette. İnsan, doğanın bir ürünüydü sonuçta. Gerekliyse yine var olurdu. Dünyanın kanseri diye düşündü. Delice çoğaldı. Tüketti. Düzeni bozdu.”[4]
Bütün İyiler Öldü‘de dünya nüfusunun çokluğu ‘sorunu’, hem kıtlık sonucu açlıktan ve salgın hastalıklardan ölenler hem de (sonradan anlıyoruz ki) iktidar sahiplerinin, zayıfları yani alt sınıftan insanları, yaşlıları, sisteme yaramayacak olanları uzay çöplüğüne göndermesi sayesinde çözülüyor. Aslında romanın temel sorunsallarından biri, bu iklim krizine “tüm insanlık” neden olduysa neden “tüm insanlık” yok olmuyor da birileri hayatta kalıyor? “O kadar büyük kıtlıktan kimler kurtulmuş olabilir sence? (…) En güçlüler, en varlıklılar, ilk haber alanlar… Belki de bu kıtlığa sebep olanlar… Kimler hayatta kaldı peki? Diğerlerinden kendilerini ayırıp ellerindekini paylaşmayanlar… En zalimler…”[5]
Duruma böyle “iyiler-zalimler” ikiliğinden bakmak kısmen sistemsel sorunu görme yolunda bir adım olabilir. Göksel Aymaz, tek bir insandan bahsedemeyeceğimiz kadar bölünmüş bir tür olduğumuzu hatırlatırken, kapitalizmin ve sermaye sahiplerinin sömürge düzeninin yarattığı yıkımın sebebini de türümüzün “aklına” bağlayamayacağımızı; böyle yaparak aslında bu sistemin rasyonel, akla uygun bir sistem olduğu gibi bir illüzyonu da beslemiş olacağımızı belirtiyor. Haklı da. Bizi bu noktaya getiren, Aydınlanma’nın “nakil yerine akıl”, yani idealar dünyası yerine somut gerçeklik, yani metafizik yerine materyal diyen mantığı değil; bu aklı, somut gerçekliği, ötekini sömürmek üzere kullanan kapitalizmin, tek ve son alternatif olarak neoliberalizmce kutsanması oldu. Yeni muhafazakâr siyasi erkin desteğiyle kapitalizmin yaralarını sarmak üzere neoliberal politikalar devreye sokuldu ve sermaye sahipleri, bir yandan kârlarına kâr katarken diğer yandan kendi günahlarının yükünü geniş halk kitlelerinin omuzlarına yüklemeyi başardı.
Oysa özel jetleriyle bir gün Maldivler’e, ertesi gün Cabo’ya uçan zenginlerle günde 13 saat mesai harcayıp arkadaşlarıyla bir kere dışarı çıksa ay sonunu getiremeyenleri aynı suça ortak kılmak, sorunun üstünü örtmekten başka bir işe yaramıyor. Ve bu kıyametten kurtulmanın yolu da insanı günaha bulanmış bir tür olarak lanetlemekten geçmiyor. Çünkü insan, bu dünyada ötekine dair etik sorumluluk duyabilecek, tercih yapabilecek, kendini ötekine göre konumlandırabilecek tek tür. Bir aslandan geyiği yememesini hiçbir zaman beklemeyecekken insanı, diğer türlere zarar vermeden yaşamanın yollarını bulmaya iten de bu iradi güç. Bunu, türümüzün bir tümör olduğunu düşünüp günah çıkartır gibi kendimizi “herhangi bir hayvan” sayarak başaramayız. Aksine, bizi diğer hayvanlardan ayıran irademizi, varlığımızın ve ölümlülüğümüzün farkında olan tek tür oluşumuzu sürekli hatırlayıp aklı yeniden epistemolojimizin merkezine alarak başarabiliriz. Çünkü bu sistemin akıllıca bir yanı yok. Bir yanda özel jetlerle, büyük malikâneleriyle, sonsuz tüketim olanaklarıyla tüm enerji kaynaklarını sömüren sermayedarlar varken kâğıt pipet kullanmanın ya da Bangladeşli kadın işçilerin taciz ve sömürü altında ürettiği “Girl Power” tişörtlerini giymenin iklim krizi ya da ataerki için rasyonel çözümler olmadığı açık.

Dili/semboller sistemini değiştirmek ancak tarihselliği içinde öznenin mücadelesini görünür kılmada işe yarayabilir; gerisi için Reel Mümkün’e dair söz üretebilmek ve adım atabilmek gerekiyor. Özne olmak, bu iradeyi gösterebilmekte yatıyor; yoksa postmodern epistemolojinin kutsadığı “deneyim” ne tarihle ne de farklı öznelerle ortak bir bağlam kurabilir. Şu anda sosyal bilimlerin de ütopya üretemeyen edebiyatın da tıkandığı yer burası gibi geliyor bana. Evet, tek bir insan yok; sınıfla, cinsiyetle, etnik kökenle, cinsel yönelimle birçok yerinden bölünmüş bir türüz ama bu demek değil ki ortak bir mücadele yürütemeyiz.
Yapılması gereken artık aklı, gerçekliği, ‘Matrix’i sorgulamak değil; gerçek buz gibi ortada, gerçek ensemizde boza pişiriyor, gerçek maaşımızın yarısına ortak, sağlık sigortamızı karşılamıyor, kadınların yüzüne kezzap atıyor ve cezasızlıktan besleniyor. Bu gerçeği değiştirmek, sömürülen tüm toplumsal sınıfların ortak mücadele edebilme potansiyelinde; sadece insanların değil, tüm türlerin sömürülmeden yaşama hakkını gözeten iradesinde yatıyor.
Unutmamak gerek: “İnsan, mümkündür. Ve imkân, kendisindedir.”[6]
[1] Göksel Aymaz (2021), Militan İyimserlik, Yordam Kitap.
[2] Meryem Gültabak (2022), Bütün İyiler Öldü, İthaki.
[3] Aymaz, age., s. 72
[4] Gültabak, age., s. 40
[5] Age., s. 49
[6] Aymaz, age. 89