.

Azade Köker: “Dünya ve yaşamın doğuşuna asırlar boyu kaynaklık eden bir dişi enerji nasıl oluyor da toplumsal düzeyde kayboluyor?”

Abdullah Ezik

abdullah.ezik@sanatkritik.com

Azade Köker’in Zilberman Gallery’deki beşinci kişisel sergisi olarak ziyaretçilerle buluşan “Bir Katlin Provası”, sanatçının kadın cinsiyeti, kimliği ve bedenine yönelik sorgulamalarına odaklanıyor. Sanatçının eserlerinde dikkatli bir biçimde kullandığı görsel referanslar, günümüzün çığ gibi büyüyen sorunlardan birisine, kadına yönelik taciz ve şiddet sahneleriyle yakından ilgileniyor. Sergideki Antik Yunan döneminin ve fütüristik yapıların karanlık izlerini taşıyan heykeller ise ziyareyçileri bugünden geçmişe doğru uzun soluklu bir yolculuğa çıkarıyor.

Azade Köker’in diğer sergilerinde de çeşitli vesilelerle gördüğümüz işlerinden âşina olduğumuz yüzey katmanlama geleneği, bu kez sanatçının kullandığı kâğıt materyallerde varoluşu, yokluğu ve geçirgenliği birbirine karışmış gizemli formlar olarak ön plana çıkarıyor. Uçucu olduğu kadar hacimli duran bedenler, tepeden inme kimliklendirme süreçlerinin aksadığı noktalara dikkat çekiyor ve cinsiyet sisteminin kurmacalılığını belli ediyor. Söz konusu tüm bu işler arafta asılı kalmış hafif kimlikler arasından süzülüp akabileceği çatlakların izini sürüyor.

Abdullah Ezik, Azade Köker ile Zilberman Gallery’de ziyaretçilerle buluşan “Bir Katlin Provası” başlıklı kişisel sergisi, sanat kariyeri ve anlayışı üzerine konuştu.

İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki eğitiminizin ardından gittiğiniz Almanya’da Berlin Güzel Sanatlar Akademisi, Lothar Fischer’in heykel sınıfından mezun oldunuz. Öncelikle İstanbul’dan Berlin’e uzanan eğitim hayatınız üzerine ne söylersiniz? Bu iki özel okul bir sanatçı olarak sizin gelişiminizi nasıl etkiledi?

Aslında üç okul diyebiliriz. Ben aynı zamanda Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’nin “Tasarım” bölümünden de mezun oldum.

Türkiye’de GSA, şimdiki adıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde “Seramik” okudum. İlk defa toprağa şekil vermeyi öğrendim. Bu dönemde okulun kütüphanesinde heykeltıraş Henry Moore’la tanıştım. Her gün oraya gidip onun heykellerini inceliyordum. Ondan çizimler yapardım.  O benim gizli hocamdı. Akademideki heykel bölümünde yapılan natüralist çalışmalar benim ilgimi çekmemişti. O bölüme gitseydim özgür çalışamazdım diye düşünüyordum sanırım. Geleneğimizde hocaya karşı aşırı saygı ve bağlılık vardır, ama özgürlüğü seviyordum. Neyi istemediğimi veya neyi yapamayacağımı biliyordum. Daha sonraki hayatımda bu özelliğim bir anahtar oldu.

Almanya’da “Endüstriyel Tasarım” okudum. Bu bölümü bitirmek bana analiz yapmayı, düşünme ve uygulama süreçlerinin organizasyonunu ve yaratıcı eleştirisel düşünmeyi öğretti. Ama bir tasarımcı olamayacak kadar uygulamada oyunu seviyordum. Sonunda “Heykel” bölümüne gitmeye karar verdim. Bu bölümde öğrenim ve yüksek lisans yaparak okul meselesini sonuçlandırdım.

Heykel bilgisi her sanatta geçer yöntemleri kapsar. Daha sonraki hocalık hayatımda kendi çalışmalarım dışında yabancı bir sanatı analiz etmekte ve öğrencilere kendi üretim sistemlerini kurmalarına yardımcı olmakta zorluk çekmedim.

Uzun yıllar boyunca Halle’deki Burg Giebichenstein Güzel Sanatlar ve Tasarım Üniversitesi ve Braunschweig Teknik Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak bulundunuz. Bir sanatçı olarak akademi ile ilişkiniz nasıl oldu? Akademi ve formal eğitim sanatçılar için nasıl bir anlam ifade ediyor?

Her iki üniversitede de proje bazlı çalıştık. Okulların kendi içinde kapalı olmalarının yanlış olduğunu anladım. Zaten Avrupa Birliği’nin önemi arttıkça ülkeler arası kültür ve eğitim köprüleri desteklendi. Üniversitelerde hem öğrenciler hem de bakanlıklar tarafından proje bazlı birlikte çalışma ortamlarına duyulan ilgi arttı. Projelere bütçeler ayrıldı. Böylelikle hem Türkiye üniversiteleri hem de Avrupa üniversiteleri ile sanatsal projeler organize ettim. Sanat öğrencisine ilerde ekmek parası kazansın diye sadece teknik öğreten sistemi doğru bulmam. Sanat teknik veya el işçiliğinin yanı sıra fikir ve özgür alanlar açarsa sanat olur. Sanatın toplumda oynadığı rol teknik becerileri göstermek değildir. Zaten tekniği gerektiği zaman her yerden kazanmak mümkün. Sanatçı olarak öğretim görevlilerin derslerdeki varlığı liselerden gelen içine kapanık karakterleri açmak ve onlara özgürlük alanlarını göstermeye yaramalı. Gurup çalışmalarında diyalog kurmayı, analitik ve kavramsal düşünmeyi sanatsal uygulamaya geçince bunları uygulamayı öğretmeli diye düşünmüşümdür. Bu görüşlerimi işaret parmağı göstermeden olduğu gibi tatbik ettim.

Bunlardan ilki İspanya Madrid Üniversitesi’yle üniversiteler arası toplu sergiler açmak oldu. İki yıl süren bir beraberlikte 4 büyük şehirde sergiler açtık. Daha sonra her biri 1-2 yıl hazırlık dönemi olan diğer projeler bunları takip etti.

Üniversitenin mimarlık fakültesinin sanat bölümünün sorumlu hocasıyken de kentin çeşitli alanlarında proje üreten asistanları yanıma aldım. Mesela bir hastanenin yoğun bakım bölümünün duvar tasarımı işini aldık. Toplum, kent, birey ve işlevlik konularını kuramsal ve uygulamalı olarak seminerlerde işledik. Öğreteceği şey özet olarak: Sanatın öğrenilmesi diye bir şey yoktur. Sanatçı olmanın yolları interaktif guruplar kurularak öğretilir. Hocanın kişiliği tabii ki önemlidir ama ondan daha önemlisi üniversite öğrencisine kendi kişiliğini bulması için seçenek olarak yollar göstermesidir. Yani üniversite, sanat kırıntı bilgileri veren bir ana mektep olmamalıdır. Zira Türkiye’de gözlemlediğim, çocukluktan çıkması gecikmiş bir gençlik manzarası.

“Bir Katlin Provası”, Zilberman Gallery’deki beşinci kişisel sergi olarak geçtiğimiz günlerde sanatseverlerle buluştu. Öncelikle bir sanatçı için uzun yıllar aynı kurumla çalışmak nasıl bir değer taşır?

Güzel bir değer taşır.

Her ilişki gibi, bu ilişkinin de devamlı değişiklikler gösterebilecek, yakınlık ve uzaklık ölçülerinin sınırlarını sezgi ve deneyimle çizmek gerekir. Her iki aktörün olgun ve deneyimli olması ve güven vermesi bu ilişkiyi besleyen iki damardır.

Sergi, içinde olay ve olguların yer aldığı bir mekândır. En önemli özelliği, herkese açık oluşu ve gerçeğin demokratik olarak halka açılmasıdır. Daha 19. yüzyıl salonlarında jürili sergiler düzenlediğini biliyoruz. Bunlardan birine davet edilen Gustave Courbet’den büyük bir resim yapması ama daha önce bir modelini jüriye göstermesi istenir. Sanatçı özgürlüğünün kısıtlanmasına karşı bu isteği reddeder ama teslim ettiği 14 eserden 3’ünün reddedilmesi üzerine bütün resimlerini salondan geri çeker; aynı zaman dilimi içinde arkadaşının sponsorluğu ile bu sergiye paralel olarak Avenue Montaigne’de bizzat kendisi Pavillon du Réalisme adında bir sergi açar. Bu olay   tarihte bildiğimiz ilk kişisel sergi olur.

Olguların karıştırılmasından hoşlanmam. Galeri galeridir, müze müzedir, fuar fuardır, bienal bienaldir, sanatçı sanatçıdır. Sanat eseri hangi bağlam içinde gösteriliyorsa, resepsiyonu da farklı bir durum gösterir. Bir mekân enstalasyonu bir galeri sergisinden farklı işlevliğe sahiptir ve seyircide farklı algılama ve gözlem imkânı sunar, seyirciyi aktive eder ve böylelikle onunla daha interaktif bir ilişki kurulur.

Galeride kişisel sergi hem galeri için, hem sanatçı hem de seyirci için gerçekten çok özel bir durumdur. Oraya gelen seyirci yukarıda saydığım mekânların sahip olduğundan daha farklı beklenti ve algıyla gelir.

Biraz sakral durum gibidir. Corona sonrası herkesin hareketli mekanlara karşı biraz tedirginlikle baktığı şu günlerde bir kişisel sergiyi görmek için gelen kişinin hem galeriye hem de sanatçıya karşı özel bir sempatisi ile güveni var demektir. Bu duygu da uzun yılların getirdiği bir çaba sonucu oluşuyor.

Kaldı ki galeristin ödevi sanatçıyı yalnız kendi mekânına hapsetmek değildir. Nitekim Zilberman Gallery sanatçılarını Avrupa, Asya, yakın doğu ve Amerika kıtasında birçok müze ve fuarlarda sergilere katılmalarını sürekli sağlayan bir galeridir. Bu benim çalışmalarım için de söz konusudur.

Zilberman Gallery’nin sizdeki yeri nedir? Zilberman üzerinden sanat kurumları, galeri, bienal ve müzelerle ilişkiniz, yaklaşımınız, iş birlikleriniz üzerine ne söylersiniz?

Sanatçının geride benim gibi deneyimli ve çok aktif bir sanat hayatı varsa bu sorunun yanıtı bir gülümsemedir. Tabii ki birlikte uluslararası müze ve fuarlarda katılımlar yapıyoruz. Bunlar galeri belgelerinde görülür.

Bugüne kadar göç, yabancılaşma, doğa, kent ve savaş gibi birçok farklı konu başlığı eserlerinizde kendisine geniş bir yer buldu. “Bir Katlin Provası”nda ise kadın cinsiyeti, kimliği ve bedenine yönelik sorgulamalarınızı içeren işlere yer veriyorsunuz. Peki tüm bu konu başlıkları sizin eserlerinizde kendisine nasıl yer buluyor?

Sergi hazırlıklarında çalışmalarıma şimdi bu konuyu işlemeliyim diye başlamıyorum. Yani önce konu başlığı yok.

Çok katmanlı ve kompleks sanatsal bir sistemden söz açıyoruz. Herkes tarafından kabul görülmesi, eleştirilmesi veya başarılı bir proje denilmesi için çalışmıyorum. Aynı zamanda ne birilerini bilgilendirmek ne de evlere güzel şeyler sunmak için. Ne de provokasyon benim amacım. Kendimin de önce bilmediği bir maceraya atılmak gibi bir şey. Biraz esrarengiz ve bilmecemsi.

Malzeme ve tekniğin getirdiği kompleksite ve öngörülemezlik var. Bilmece faktörü önemli. Konu başlığı sonradan gelen bir mesele. Sergiye verilen ismin çalışmaları kapsayıp kapsamayışı ile ilgili. Yani önce başlık sonra form değil. Başlık, kompleksite tamamlandıktan sonra onu sarmalayan bir şemsiye gibi bir şeydir. Çalışmanın kendisi kadar önemlidir. İsim aynı zamanda etkili olmalıdır. Meseleye bazen çok başka bir katman getirebilir. En iyi başlıklar herkesin anlamadığı ve anlamak için sözlüklere koştuğu isimler değil, herkesin anladığı ama farklı oluşuyla düşündürdüğü isimlerdir.

Tabii küratöryal grup sergilerine katılan sanatçı konu başlığını bir korse gibi benimsemek zorunda olabilir.

İçerisinde bulunduğumuz dünya, şartlar, iklim ve politik ortam sizin üretimlerinize yansıyor diyebilir miyiz? Üretimlerinize yansıyan konu ve sorunsallar kökenini nereden alıyor?

Başka mesleklerdeki kişilere niye böyle sorular sorulmaz?

Keşke buna benzer sorular bir operatör doktora, bir mühendise, bir hukukçuya da sorulsa diyorum. Sanat gibi diğer mesleklerin de konusu insan, çevre ve toplum.  Ama onlar söyleşilerde üretimlerinin bir marangozun işine olan yoğunluğundan bahseder gibi işin tekniğini ve gidişatını anlatırlar. Ne kadar başarılı olduklarını izleriz.

Keşke bilimciler de mesleklerinin anlamını sorgulasalar.  Ben kimim? Bu yaptığım iş nasıl bir karşılık alıyor değil de, yaptığım çalışmanın sonucunun bağlamları nedir? Başarı benim için ne ifade ediyor, gibi sorular mesela…

Beni harekete geçiren temel hat: İTİRAZ.

Saydığınız dünya olayları, savaşlar, kadına şiddet, göçler, iklim değişikliği bunlar bir büyük çarkın parçaları ve hepsini hayatımızın kaydığını veya yavaş yavaş kaybettiğimiz dünya olarak algılıyoruz. Bütün bunlar psikosomatik çatlaklar olarak bireyi yıpratıyor ve biz bunları yitirdiğimiz gelecek duygusu olarak yaşıyoruz. Fakat sanat üretiminde, yaratıcılık, yapı boz teknikler, sarkastik tavır, bilinçli yalnız kalma isteği ve izolasyon ve sanatçı olarak inanç kaybının araç olarak kullanımı ve bu olguların olumlu tarafına çevrilmesi gibi yöntemler sayesinde kayıp yerini İTİRAZ olgusuna bırakıyor. Kısacası teşhislerim ve bunun sanatsal anlatımın kaynağı İTİRAZ’dır. Bu sanat sayesinde oluyor.

Sergi kapsamında heykel, yerleştirme ve çeşitli kolaj çalışmalarınız izleyicilerle buluşuyor. Peki bunca farklı işte malzeme seçip onu fiziksel bir forma dönüştürürken nasıl bir yol izlediniz?

Heykel sanatının 30-40 yıldan beri hem düşünsel hem formal ve mekânsal farklı boyutları var. Yeni deneyimler her türlü teknik, malzeme ve alternatif mekânları içine alabiliyor.

Hangi fikre hangi sanatsal yöntemle son şekli verilir? Kesin bir FORM var mıdır? Sanatsal zaman kütlesi nerelere kadar uzayabilir? Malzeme ve teknikten de önce gelen soru, hangi sanatsal yöntemle çalışıldığıdır. Bu yöntemler çalışmaları biçimsel ve içerik açısından konumlandırmamıza ve temel biçimlerde net düşünme üretmemize yardımcı olan sistemlerdir. Benim çalışmalarımda temel şekillendirme sadece teknik anlamda uygulanmaz. Malzemelerin, eşyaların hayatla ilgili olan her şeyin hibrit birleşmeleri heyecan verici olur. Son sergimde sadece kâğıt malzemesi değil bulunmuş eşyalar da anlatıma iştirak eden ögelerdir. Bir eserin kökeni sorusu çok önemlidir. Doğa nedir? Gerçeklik nedir? Beden nedir?  Bedenin yeri nerededir? Özel ve kolektifin sınırları nerede başlar nerede biter?

Ele aldığınız konu ile malzeme seçiminiz arasında ne tür bir bağ vardır?

Ele aldığım konular kapsamında çeşitli teknikler, malzemeler, plastik işlemler, bulunmuş malzemelerin renkleriyle ya bularak ya da kendim üreterek çalışıyorum.

Nesnelerin malzemesi ve üretim yöntemi bağımsız anlam taşıyıcılardır.

Her şeyden önce kültürümüzün yapısını görmek ve onu yorumlamak gibi çalışmanın ruhunu veren bir motivasyon süresi var. Kendi simgesel sistemlerimle gerçekliğe karşı çıkma ve onu dönüştürme gibi bir süreç başlar (bu çalışmanın şiirsel yönüdür). Bu dönüşüm her sanatçıda farklıdır. Mesela deneyimler, görme, anılar, bilinç, yer değiştirme, kopyalama, tasvir gibi. Yeni yapıları ister doğadan ister kültürden, isterse toplumdan olsun, onları bir düzen içinde yorumlarım. Ben oyunu severim, bu düzenlemenin oyunsal tarafı benim çalışmalarımda sanırım önemli bir yer alır. Yeni gerçekleri hissetmek için sistemler sökülür ve sonra her şeye yeniden başlarım. Hangi malzeme olursa olsun bu süreç olmazsa zaten konu ve malzeme arasında bir bağ kurulamaz. Bahsettiğiniz konu bağlamı kurulsun diye suni bir gayret sarf edilmemesi gerekir. Böyle bir zorunluluk sanatın özü olan “dünyaya atılma”yı engeller. Yani sanat ölü doğar. Küratöryal sergilerde bile verilen konuyu zorlamam. Daha önce saydığım süreçlerden dolayı zaten konuya tam hâkim olurum.

Üretimleriniz doğrudan zihninizdeki çalışmanın bir yansıması mıdır yoksa üretim zihinselden fiziksele doğru uzun bir zaman dilimini kapsayan bir süreç midir?

Oldukca uzun bir süreçtir. Her zaman sürprizlere açık olmak gerekir. En kavramsal sanatta bile sürprizle gelen informasyonlar olabilir. Sanattaki zenginlikler de bunlar tabii.

“Bir Zihnin Provasında aslında birçok kült ve yaratının merkezinde yer alan “kadınların toplum içerisinde yok olmasına/yok edilmesi” meselesine eğiliyorsunuz. Gerek bir sanatçı gerekse bu toplumun içerisinde önemli bir figür olarak, kadın ve kadın kimliği nasıl daha güçlü bir şekilde ön plana çıkarılabilir? Bugün burada ne eksik?

Bu eksikliğin yanıtını Antik Yunan’dan başlayarak bütün dinlerin tarihteki sürecine bağlamalıyız.

Sanatsal bir üretim birçok farklı referans, kaynak eser ve göndermeye ev sahipliği yapabilir ve bunlar kimi durumlarda kendi içerisinde büyük bir kıymet teşkil eder. Bu sergide karşılaştığımız işler ise aslında birçok referans ve toplumsal olaylar bütününe bütüncül bir gönderme olarak yorumlanabilir. Belki tek tek spesifik bir sanatçı, eser veya olaya değil ama bir bütün hâlinde bir duruma karşı bir duruş söz konusu. Bu konuda ne söylersiniz? Bir üretimde bir referansın olması veya olmaması durumu sanatçı ve esere dair ne söyler?

Sergide gösterilen saydam çalışmalardaki müphemlik bazı soru işaretleri doğurmakta. Bu manken mi, insan mı? Bunun sorulduğu anda anlatılmak istenen anlaşılmış oluyor. Temel soru budur. Manken bedenin yerini alır ve onunla yer değiştirir.  Ne vitrin mankeni ne de insan karşımıza çıkar.  Ama aradaki alanlar: Bunlar referans edilen alanlardır. Örnek verilirse, mutlaka göçmen bir Suriyeli küçük kızın gelin elbisesini kullanmak, böylece illa ki bir kültüre referans verme zorunluluğunu kabul etmiyorum. Bu da gerekirse olabilir. Ama bu çalışmaların sorunsallığı herhangi bir kültür değil, başlangıç noktası ülkemizdeki öldürülen kadınlardı. Ama ben çalışmalarımla konunun tarih boyu sanatsal analizini yapmak istedim.

Ayrıca bu sergi yaşam ve ölümle ilgileniyor; yani, toplum ve beden, yanılsama, kurgu, gerçeklik soruları gibi.

“Bir Zihnin Provasındaki işler bünyesinde “Antik Yunan döneminin ve fütüristtik yapıların karanlık izlerini de taşıyor. Geçmişten günümüze bunca farklı yapı nasıl oldu da kendisine sizin eserlerinizde karşılık buldu? Sizi bunca farklı yapıları bir araya getirmeye yönlendiren temel düşünce ne oldu?

Ben şu soruyla çalışma hazırlıklarına başladım:

“Dünya ve yaşamın doğuşuna asırlar boyu kaynaklık eden bir dişi enerji nasıl oluyor da toplumsal düzeyde kayboluyor?” Bu sorunun yanıtını mitolojide ve eski çağlarda aramaya çalıştım. Okuduğum birçok feminist yazar da antik çağa göndermeler yaparak bu sorunun yanıtını bulmaya çalışıyordu. Ben de bu konuya eğildim. Petlos adındaki heykel ile çalışma temposu başladı.

Antik Yunan’da kadının ikinci sınıf olarak tespit edildiğini birçok kaynaktan biliyoruz   Mesela Fransız feminist felsefeci Luce Irigaray şöyle yazar: “Hâlâ devam eden cinsiyet eşitsizliği temellerinin ilk antik dönemde ve bu topraklarda atılmıştır. Kız çocukları istenmemektir. Bir evde ikiden fazla kız çocuğu bulunmamaktadır. Bütün mitlerde kadın kontrol altında tutulması gereken nitelikte bir varlık olarak tasvir edilmiştir. Tabii mitolojinin erkekler tarafından yazıldığını biliyoruz. Kadınlar oldukları gibi değil, erkekler tarafından olması istenilen formlar olarak tasvir edilmiştir. Müzelerde gördüğümüz antik Yunan ünlü kırmızı siyah tabak resimleri ve heykeller kadının kendi gerçekliğini değil, erkeklerin kendi fantezi dünyası ve korkularını temsil eden bir düşünceyi belgeler.” Sanıyorum bu alıntıda sorunuzun yanıtını vermiş oldum.

Kadının toplum içinde yer almamasıyla o toplumun mükemmel ve kusursuz bir toplum olabileceği inancı Antik Yunan’dan itibaren günümüze dek gelmiştir. Yani cinsiyet basitçe fiziksel özelliklerimizden oluşurken, toplumsal cinsiyet sahip olduğumuz bu cinsiyete göre “hangi davranış ve tutumların” bizim için doğru olduğunu anlatan varsayımlardır.

Yunanlılar, kadından nefret konusunda çağımıza kadar süren olumsuz kadın imajının doğmasında da önemli rolü oynamışlardır. Eski Mısır medeniyetinde de kadının zayıf ahlaklı ve yetersiz bir imajı vardı, ama Antik Yunan’daki gibi güçlü bir nefret duygusu yoktu. Aristoteles’in yazılarında kadının bir taraftan karşı konulmaz bir şekilde yaşamın kaynağı olduğunu, diğer taraftan da tehlikeli, baştan çıkarıcı, acımasız güven vermeyen ve yıkıcı olduğu belirtilir ve kadının devlet idaresi ve kurumlarından uzak tutulması tavsiye edilirdi.

“Kâğıt” sanırım bu sergide kullandığınız en önemli malzemelerden birisi ve kâğıdı kullanış biçiminiz de ayrıca dikkat çekici. Bugüne kadar birçok farklı malzeme kullanmış bir sanatçı olarak neden bu sergi çerçevesinde “kâğıt” üzerine yoğunlaştınız?

Bu sergide yalnız kâğıt kullanılmadı. Artık heykelde de taş, ahşam dışında birçok malzeme veya buluntu eşya kullanılıyor. Mesela güneş enerjisi kapsüllerini atık eşya olduğunu biliyor muydunuz? Atık eşyanın bir geçmişi vardır. Bunlar bazen çalışmanın bütünü için önem taşıyan içerikler taşıyabilirler. Ayrıca gazlı bez, teller, kumaşlar tüller demir plakalar da kullandım. Kâğıt ve tül saydamlık niteliğini taşıdığı için önem taşıyor.

Son bir soru olarak, kapsül içerisindeki bedenler sanırım her göreni ürküten, serginin en sert işlerinden olsa gerek. Bu kapsüllere hapsedilmiş bedenlerin anlamı nedir? Onları arafta kalmış kimliksiz kahramanlar olarak değerlendirebilir miyiz?

Femicide adındaki bu çalışma kadına çağlar boyu uygulanan şiddeti anlatır. Kadın düşmanlığının altında yatan temel güdü aslında erkeğin kadına, kadının da erkeğe duyduğu arzudur. Burada nefret ile arzu iç içe geçmiş durumdadır. Aslında erkek kendi içinde çatışma yaşamaktadır. Kadının duygusal, erotik ve sezgisel zekasının verdiği enerji karşısında eksiklik hissi duyan eril kişi sözde kıskançlıklarla başlayan şiddet eylemlerine baş vurur: Kadına “mülk” gözüyle bakan zihniyetle bu süreç öldürme ile sonuçlanır. Türkiye’de her gün bir kadın öldürülmektedir. Bence kadın düşmanlığı erkek çocuk ile birlikte gelecek nesillere aktarılmakta ve bir süre sonra bu düşmanlık toplum tarafından normalleştirilmektedir. Farklılaşma, yani kendini gerçekleştirme sürecini tamamlayamayan toplumda, kadının sürekli şiddete maruz bırakılması durumu artırmakta ve bireyi işlevsizleştirmektedir. Sonuç olarak kendini bulmayan, kimlik olarak gelişmenin tamamlanmadığı toplumlarda bu süreç hep devam edeceğe benziyor.

*** Azade Köker’in “Bir Katlin Provası” başlıklı kişisel sergisi 4 Aralık 2021 tarihine kadar Zilberman Gallery’de ziyaret edilebilir.