.

İsmet Değirmenci: “Adalara boşluğun içine bırakılmış kendinden bağımsız bir ara yer olarak bakabiliriz.”

Büşra Tan

Sanatını insan-doğa ilişkileri üzerine yoğunlaştıran İsmet Değirmenci, “Bul Beni” sergisinde ada metaforlarıyla sorguladığı yaşamı; kendini bulma, uzaklaşma, yeni bir yer ve yaratma kavramları üzerinden ele alarak içinde bulunduğumuz distopik düzene karşı bir ütopya olarak yeniden oluşturuyor. 16. yüzyılda dünya keşiflerine katılan haritacı ressamların uzun yolculukları boyunca sevgilileri için çizdikleri “olmayan” adalar gibi, sanatçı da kendi düş adalarını çiziyor.

Önceki sergilerinde olduğu gibi “Bul Beni”de de insanın yaşamsal döngüsü içinde hem kendisinin hem de bütünün parçalarıyla sürekli bir devinim içinde olduğu düşüncesine yoğunlaşan İsmet Değirmenci, akış, oluş ve yürüyüş felsefesinden hareketle her seferinde yeni malzemeler aracılığıyla doğada olma halini, doğayla uyumlu ve barışçıl bir deneyimi sanatseverlerle paylaşıyor. Serginin bir bölümünde Değirmenci’nin, Alain de Botton’ın Romantik Hareket ve Nikos Temelis’in Arayış kitaplarının sayfalarına çizdiği ada resimleri yer alıyor. Diğer bölümde ise izleyicileri, sanatçının kağıt üzerine çini mürekkebi kullanarak yaptığı “yalnızlık haritaları” resimleri ve pişmiş topraktan oluşan “Göç Portreleri”başlıklı büst serisibekliyor. 

Büşra Tan, İsmet Değirmenci ile geçtiğimiz günlerde Brieflyart Galeri’de açılan yeni kişisel sergisi “Bul Beni” üzerine konuştu.

İnsan-doğa ilişkisi sizin işlerinizde kendisine önemli bir alan buluyor. Yeni kişisel serginiz “Bul Beni”de de bu ilişkinin izlerini sürmek mümkün. Sizin işlerinizde doğa-insan ilişkisini bu kadar güçlü kılan nedir? Bu ilişki “Bul Beni”ye nasıl yansıdı?

Doğaya bir izleyici olarak değil; yani bir manzara karşısında ki duygulanım değil, daha çok içinde olma hali ve tinsel bir birliktelik olarak yaklaşıyorum.  Bir de doğaya uyumlu yaşam ve onun sorumluluğunun bilincinde olmak önemli. Tüm bu meselelerin “Bul Beni” sergime yansıması şehirde kurduğumuz yaşamdaki kıstırılmışlığımız içinde kendimizle olmak ve yeniden bakmak için doğaya-adaya bir yolculuk yapmakla ilgili.

Bir yarım ada ülkesi olan Türkiye, iklim krizi, kaybolan adalar, yeni beliren adalar, hayali adalar… Bir metafor olarak ele aldığınız ve yaşamı sorguladığınız “ada” kavramı/meselesi serginin merkezinde yer alan önemli konulardan. Peki bir metafor olarak ada, sizin için nasıl bir anlama sahip?

Adalara boşluğun içine bırakılmış kendinden bağımsız bir ara yer olarak bakabiliriz.  Kaçış, sürgün ve hep gitme arzusu taşıyan, belki de yeniden başlamak için rasyonaliteden uzaklaşmadır. Benim için yüklerimi boşaltıp kendimi daha özgür ve sahici hissettiğim bir yer. Yabanıl ve hep çekip gitme dürtüsü uyandıran, zamansız, telaşsız ve sessizliktir.

Dünya da Türkiye de oldukça zorlu ve karanlık bir süreçten geçiyor. Bu noktada “Bul Beni”de sizin de içerisinde bulunduğumuz “distopik” düzenden kaçarak “ütopik” bir dünya geliştirmeye çalıştığınız, distopy aile ütopya arasında bir geçişkenlik sağladığınız düşünülebilir. Karanlık ile aydınlık, distopya ile ütopya arasındaki bu ilişki sizde ve sergide kendisine nasıl bir karşılık buldu?

Trajik bir dönem diye nitelendirebiliriz yeni dünya düzenini. Neoliberal sistemin egemenliğinde, özellikle metropol şehirlerdeki yaşamın gönüllü tutsaklığında hız, yetişme telaşı, gürültü ve tüketim öznesine dönüşmüş ve teslim olmuş ya da kaybolmuş bireyin -ben’in kendisini bulmak için distopyaya ve yüzyıllar içinde bozulan ütopyaya karşı yeniden ütopya kurabilir mi? Düşüncesiyle “Bul Beni” kavramını oluşturdum.

“Kendini bulma”, “uzaklaşma”, “yeni bir yer” ve “yaratma”, sizin düşünce ve üretim pratiğinizi şekillendiren temel kavramlar olarak görülebilir. Tüm bu kavramların karşılıkları ise sergide yer alan işlerinizde açıkça görülebilir. Sanatın da merkezinde yer alan bu kavramları sizde ve sanatınızda bu kadar önemli yapan nedir? Sanatçı içerisinde bulunduğumuz bu zor çağda nasıl bir “uzaklaşma” ile nasıl “kendini bulur”?

Kendi yaşam ve uğraşımızın nedenselliği içinde egemen sisteme teslim olabiliyoruz. Ne demek istiyorum, sanat pazarının bir çarkı oluyoruz. Fuarlara süslü iş yetiştirme telaşında özerkliğimizi yitirip burjuva estetiğine uygun işler üretiliyor. Beğeni toplumunda kabulleniş ve teslim oluştan başka bir şey değil. Eleştiri ve sanat üzerine düşünce oluşturma yok denecek kadar az. Benim sergimdeki sorgulama bunlar üzerine ben kimim en temel soru. Bu sisteme teslim olmadan özerk bir birey olarak kendimizi koruyabilir miyiz? İşte bu nedenle uzaklaşma ve kendimizi yeniden bulma ve gerçekleştirmek için bul beni diye sesleniyorum.

“Bul Beni”, kitap sayfalarına çizdiğiniz ada resimleri, kâğıt üzerine çini mürekkebiyle yaptığınız “yalnızlık haritaları” resimleri ve pişmiş topraktan oluşan “Göç Portreleri” başlıklı büst serisinden meydana geliyor. Tüm bu üretim pratikleri ve ele aldığınız konular nasıl iç içe geçti? Temsil ile içerik sizde nasıl birleşti?

Kitap sayfalarına günlük yazar gibi yaptığım ada resimleri ve onunla konuşan poetik ada resimleri ki temsile dayanmayan ve adadan gidenler ve sonrasında gelenlerin hayalimden yaptığım yüzleri; yani denizin içine bırakılmış bir ada imgesi olan göç portreleri. Hepsinin kavramsal olan birlikteliğini mekân içinde geçişlerle düzenledim. Benim kendi sanat pratiğim ve deneyimimle parçalı ama bir bütünsellik içinde yerini aldı.

Son olarak serginin başlığı ile içeriği arasındaki ilişkiye değinmek istiyorum. Tüm bu düşsel adalarda sanatçıyı izleyici ile buluşturan temel motivasyon nedir? Bütün bir sergiyi bir nevi düşsel bir arayış olarak görebilir miyiz?

Kesinlikle düşsel bir arayış diyebiliriz, kendi yolumuzu bulmak için yürüdüğümüz uzun bir yol zaman zaman engellere, tuzaklara yakalanıp düşsek de sabırla yolumuza devam etmeliyiz ki sahici ben’e ulaşmak için.