
Abdullah Ezik
abdullah.ezik@sanatkritik.com
Can Gürses’in ilk kez 2017 yılında yayımlanan romanı Ölüyordum, Geçerken Uğradım, bir yandan aşkın ne derece politik olabileceğini, diğer yandan bir anlatının nasıl zaman ve coğrafyalar aşabileceğini örnekleyen özel bir kitap. Kitap boyunca her bir adımda giderek değişen, farklı bir yöne evrilen, zenginleşen hikâye bir yandan oldukça kişisel, diğer yandan oldukça toplumsal bir serüveni de okurla buluşturuyor.
Ölüyordum, Geçerken Uğradım, her şeyden önce bir aşk romanı olarak değerlendirilebilir, çünkü kitabın merkezinde yatan temel duygulanım/düşünce aşk üzerine kurulmuştur. Mahur ve Nafiz, birbirlerine tutku ile bağlı, birbirleri olmadan yapamayacak veya düşünülemeyecek kadar iç içe geçmiş iki karakter olarak ön plana çıkar. Birini diğeri olmadan düşünmek, ötekinden bağımsız bir şekilde tahayyül etmek mümkün değildir. Bu anlamda onları hem salt kendileri, kendi kimlikleri; hem de birbirleri için ifade ettiği değer/anlam üzerinden ele almak anlamlı olur.
Romanın ana kahramanlarından Mahur, “değişim” düşüncesi ile birlikte hareket eden, hayatının hemen her alanına birtakım farklılıkları sığdırabilmiş bir yapıya sahiptir. Şair olmak, kendi değerini kendi inşa eden şiirler yazmak onun için en önemli arzulardan birisidir. Hayatının aşktan geriye kalan bölümü, onun için şiirle, dolayısıyla edebiyatla donatılmış gibidir. Kitaplar, şiirler, şairler, söylem onun için oldukça önemli bir yerde durur. O bütün şahsiyetini, kadınlığın, arzularını, edim ve yönelimleri bu iki temel üzerine inşa etmiştir.

Nafiz ise Mahur’a nazaran daha farklı bir kişilik olarak ön plana çıkar. Münzevi bir hayat tercih eden Nafiz, büyük sorunlarla, meselelerle, dünyayı değiştirme idealleriyle uğraşmaktan, kavga etmekten ziyade eve sığınmayı tercih eder. Onun için her şey evin içerisinde olup biter. Ev, onun için koruyucu bir örtü gibidir, her şeyi sarıp sarmalar, onu dış dünyadan ayırır. B. S. Pierre’in “Her şey bir yana, toplumun ne düşündüğü ev içindeki mutluluğu ne kadar etkileyebilir ki?” deyişi gibi (B. S. Pierre, B. S. Pierre, s. 8) Nafiz de her şeyi ev düşüncesi, evde olma durumu ve hâli üzerine kurgulamış gibidir. Evden uzaklaşmak onun için bütün mutluluklardan uzaklaşmaya benzer bir durum olarak nitelenebilir. Tam da bu noktada Nafiz, kendi içerisinde bir çatışmaya yol açar, çünkü o bir ressamdır. Malzemesi, konusu, ilgisi dünyayadır. Modern zamanlarda ressam, dışa yönelik/dönük kişidir. Onun için insan kadar dünya da, dünya ile ilgili meseleler de, dünyada olup bitenler de resmin bir parçasıdır. Bu kimi zaman doğrudan resme/üretime yansır, kimi zamansa o resme/üretime biçim veren elin sahibinin zihin dünyasına; ancak nihayetinde bir şekilde muhakkak tabloya yansır. Zira ressam ile resim arasındaki ilişki her zaman birbirine oldukça yakın ve paralel bir şekilde gelişmiştir.
Bir ressam olarak Nafiz’in ev tutkusu, sürekli olarak evde olmayı istemesi kendi içerisinde bir çatışma zemini meydana getirir. Bu bağlamda Mahur ile ilişkisi de ortaya farklı bir gelişim çizgisi çıkarır. Mahur, Nafiz’in aksine alabildiğine hareketli, dünyayı önce keşfetmek, ardından kuşatmak isteyen bir karakter olarak ön plana çıkar. Böylelikle iki zıt kutup olarak nitelenebilecek Nafiz ve Mahur, aşkın kendilerine bahşettiği bir tutku ile birbirlerini tamamlarlar. Başlangıçta birbirlerine aykırı gibi görünen onca şey bir süre sonra onları, onların duygularını ve dünyalarını perçinleyen birer unsura dönüşür. Böylelikle atılan aşk tohumları, zamanla ortaya birbirinden ayrılması mümkün olmayan bir çift çıkarır. Bu duruma paralel bir şekilde sanatçı ruhları ve sanat ile iştigal eden bir yapıya sahip olmaları onları birbirlerine yakınlaştıran bir diğer unsur olarak değerlendirilebilir. Tüm bu meseleler Mahur ile Nafiz’in kişilik özellikleriyle ilgilidir. Son noktada ise “devrimci ruhlar”ı onları birbirlerine bağlayan en temel faktörlerden birisi olur. Her ikisi de içlerinde bir devrim ruhu taşırlar ve bu ruh ile hareket ederler. On yıllar sürecek serüvenleri boyunca girişecekleri onca eylem, bu ruhun bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Nihayetinde devrim, onları kuşatan ve salt kişisel değil, toplumsal/sosyal tutum bağlamında da birleştiren son halka olarak ön plana çıkar.
Mahur ile Nafiz arasındaki aşk birçok açıdan dikkat çekicidir. Bunlardan ilki zaman, ikincisi ise dil ile bağlantılı bir şekilde gelişir. Öncelikle zaman, Ölüyordum, Geçerken Uğradım’a biçim veren en temel unsurlardan birisi olarak değerlendirilebilir. Bu noktada Gürses’in romanda ele aldığı zaman mefhumu iki farklı cepheden değerlendirmek mümkün. Bunlardan ilki “aktüel zaman”dır, ikincisi ise “muhtemel zaman”. Aktüel zaman, Mahur ile Nafiz’in gerçekte yaşadığı ve ana hikâyenin parçası olan zamansal bölümdür. Bu da 1932 Ekim’inin on gününe denk gelir. Dolayısıyla romandaki ana zamansal süreç bu on günü kapsar. Ancak bütün bir romanın anlatı dünyasına bakıldığında çok daha uzun soluklu bir hikâyenin söz konusu olduğu görülebilir.

Ölüyordum, Geçerken Uğradım bağlamında bir de “muhtemel zaman”dan söz edilebilir. Bu süreç ise 1932 Ekim’ini değil, bu tarihten sonra yaşanan olayları ve ana toplamda 100 yıllık bir süreci kapsar. 2020’lerde sona eren roman, böylelikle ana zaman çizgisini aşarak ortaya daha geniş bir ağ çıkarır. Roman kahramanları olan Mahur ve Nafiz, başka bir zamanın/çağın/sürecin insanları, karakterleri, figürleridir. Zamansal sıçramalarla tarih içerisinde dolanıp dururlar. Mahur ve Nafiz’in zaman çizelgesinde yaptıkları bu adımlamalar temelinde bütün hikâyeyi bir aşk anlatısı olmaktan çıkarır. Onun kişisel yönünü hızla toplumsal bir değer ile iç içe geçirir. Öyle ki bir süre onlara türlü karakter, tarihi şahsiyet ve figür de dâhil olur. Birlikte vakit geçirilen kişiler, girişilen mücadeleler, verilen sözler, kavgalar, tahayyüller romanın akışını hızla değiştirir.
Can Gürses, Ölüyordum, Geçerken Uğradım’ın hemen hemen 100 yıllık serüveni boyunca Türkiye ile ilgili birçok meseleyi de işin içerisine dâhil eder. Öyle ki 6-7 Eylül Olayları’ndan ’60 Hareketi’ne, 80 Darbesi’nden Gezi Olayları’na kadar birçok tarihsel gelişme romanın bir parçası olur. Mahur ve Nafiz, özellikle de Mahur, tüm bu olaylar karşısında bir hareketlilik, bir devinim içerisindedir. Toplumun yaşadığı değişimi yakından takip eder. Darbeye, toplumsal baskıya, dayatılan erklere, eril duruma isyan eder. Onun bu inatçı tavrı, mücadelesi, devrimci, kavgacı hâli her şeyi etkisi altına alır ve hemen her daim olayların içerisinde yer almasını sağlar. Nafiz ise kimi yerde onunla beraber, kimi yerde arka planda sürekli olarak Mahur ile iç içedir. Öyle ki 2010’larda Gezi Olayları ile hızlanan son süreç, onlar için bir isyan, yıllar sonra şiddetli bir karşı koyuş olarak ifade edilebilir.
Gürses’in roman boyunca inşa ettiği dil de oldukça dikkat çekicidir; çünkü burada tek bir anlatıcı değil, birbirlerine paralel bir şekilde hikâyeyi sürükleyen iki anlatıcı söz konusudur. Üstelik birbirlerinden alabildiğine farklı karakter yapısına sahip bu iki anlatıcı, dil konusunda da birbirlerinden farklı bir anlayışa sahiptirler. Mahur’un dili zamanla değişir, meselelerini ele aldığı on yıla, o yılların insanına, genel eğilimine göre yeniden biçimlenir. Söylem sürekli olarak güncellenir. Bu durum bir yandan onun günü ile ne derece sıkı ilişkiler geliştirdiğini ortaya koyarken öte taraftan ne derece dışa dönük ve yenilikçi olduğunun da altını çizer. Nafiz ise yine birçok konuda olduğu gibi burada da farklı bir profil çizer. O, daha kalılaşmış, kendi yaşadığı çağı içerisine alan bir anlatı dünyasının parçasıdır. Anlatı dili de ona göre gelişir, belirli yapılar üzerinden devam eder. Nihayetinde Mahur, yaşadığı, bir parçası olduğu, içerisinde bulunduğu zamana, çağ ve coğrafyaya göre kendisini, dünyasını ve dilini değiştirir/dönüştürür. Buna karşılık Nafiz, aynı üslup ve anlatı dünyasıyla dünyaya bakmayı sürdürür. Gürses, Ölüyordum, Geçerken Uğradım boyunca ele aldığı karakterlerini romanın dili bağlamında da farklı yerlere yönlendirir. Bu durum da hem romanın zengin bir anlatı dünyası olmasını sağlar, hem de farklı yapısal değerdeki iki farklı dilin ön plana çıkmasına zemin hazırlar.

Can Gürses’in 2017 yılında yayımlanan romanı Ölüyordum, Geçerken Uğradım, gerek Mahur ve Nafiz üzerinden geliştirdiği tutkulu aşk anlatısı, gerek 1930’lardan 2020’lere Türkiye’deki dönüşümü içerisine alarak toplumsal bir hikâyeye zemin hazırlamasıyla dikkat çeken bir kitap. Belirli noktalarda Gürses’in diğer romanlarıyla da paralellikler kuran roman, bireyin toplumdan ayrı düşünülemeyeceğini, buna karşılık toplumun da tüm bu bireyler toplamından vücuda geldiğinin altını çizer.
“Bir insanı beklemek, sosyalizmden hatta anarşizmden bile ütopiktir. İki aşığın buluşması, tüm ütopyaların ümididir.” (Gürses, 2017: 227)