
Dilek Sarıboğa
Mine Söğüt’ün Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey romanı, ölümle, kasvetle kan ve gerilimle yüklü anlatımıyla okuru yine karanlık dehlizlere sürüklüyor. Yazar burada farklı birtakım hikâyeleri birbirine düğümlüyor. Tek anlatının içinde mevcut olan yarım kalmış hikâyeler, kayıp akrabalar ve kayıp kimlikler ait oldukları yeri arıyor. Kara Yalı’nın hâkimi Madam Arthur Bey, eski fotoğrafların sırrını çözüp kaleme almak isteyen yazar Olcayto, çocuklarını kaybeden ve onların peşinde olan hayat kadını Nagehan, ülkesindeki savaştan kaçan ve oğlunu kaybeden Maria…
Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey’de kronolojik bir olay örgüsünden söz edemiyoruz, parçalı bir anlatım benimsenmiş durumda ve roman boyunca farklı hikâyelerin birtakım şifrelerini çözmeye ve olayları birbirleriyle ilişkilendirmeye çalışıyoruz. Ancak bu olaylar geriye dönüş tekniğiyle ele alınmış durumda bu sebeple olay örgüsünü anılar üzerinden hatta sık sık anıların karakterlere hissettirdikleri üzerinden ve zihinlerinde kalanlarla aktarılıyor. Bunların sonucunda romana dâhil olan karakterlerin perspektifinden bakmak daha doğru olacaktır çünkü romanda olaylardan ziyade karakterler ve onların bağlantıları romanın merkezine yerleşmiş durumda.
Öncelikle romanın adından da fark ettiğimiz dikkat çekici olan başkahraman Madam Arthur Bey, bir “kadınadam” olarak tasarlanmış. “Kara Yalı”sında yaşayan, artık oradan dışarı çıkmayan eskinin karanlık isimlerinden biri. Artık yaşlanmış ve geçmişinde karıştığı, faili olduğu karanlık suçları unutmuş bunlarla birlikte eski güçlü günlerine özlem duyuyor:
“Peki, Madam Arthur Bey ne istiyor? O yeniden hayal kurmak istiyor. İster gerçek ister yalan olsun. Elinden avcundan uçarak giden geçmişinin kanatlarını kırmak istiyor. Onu bir kafese koymak ve ölene kadar yaşamı boyunca unuttuğu, ona zorla unutturulan her şeyi yeniden, yeniden, yeniden hatırlamak istiyor. Gözlerini kapatmak ve hayaller kurmak istiyor. Hayallerinde cinayetler olsun istiyor. Birisi hayallerinin fotoğrafını çeksin istiyor. Geçmişi geri getirmek istiyor. Eski iktidarını istiyor.” (s.48)
“O hayallerde o kadınlar çığlık çığlığa ağlarken nasıl o kadar insafsız olabildiğini, gözleri oyulmuş bir kadına tecavüz edebilmenin, gencecik çocukların tırnaklarını sökmenin, hayallerde de olsa yaptığı, gerçekten yaptığı tüm kötülüklerin hesabı sorulacaktı.” (s.132)

Bir gün Olcayto adında bir yazar, sahaftan çeşitli fotoğraflar bulur. Bu fotoğraflar Madam Arthur Bey’e aittir, onun her anını kaydettiği kan, işkence ve cesetlerden oluşan oldukça ürkütücü bir fotoğraf arşividir. Bunlara tesadüf eden Olcayto bu fotoğrafların romanını yazmaya karar verir ve Madam Arthur Bey’le yolları burada kesişir.
Bir yandan Madam Arthur Bey’in dilsiz hizmetçisi Maria da bu ilişkiler ağında önemli bir isimdir. Asıl ismi Olga’dır ancak dilsiz olduğu için bu ismi ona Madam Arthur Bey vermiştir. Slav kökenli ancak memleketinin adı verilmeyen Maria, gençliğinde doğurduğu çocuğunu İstanbul’da terk edip ülkesine geri döner. Ancak ülkesinde de savaş çıkmış ve orada çeşitli işkencelere maruz kaldıktan sonra çocuklarını bırakıp yeniden İstanbul’a kaçar. Maria da Madam Arthur Bey’in aksine geçmişini, savaşı hayatındaki her şeyi unutmak ister. Acıyla ve pişmanlıkla yoğrulmuş olan hayatını terk edip yeni bir kimlik edinmiştir:
“Yeni, yepyeni bir hayat istiyordu. İçinde savaş anıları olmayan. Her şeyi unuttuğu. Geçmişini kaybettiği. Hiç çocuk doğurmadığı. Yeni, yepyeni bir hayat.” (s.125)
Fotoğraflarla ortaya çıkan bir diğer karakter de Keşşaf Hanuman’dır. Kendisi Madam Arthur Bey’in işlediği tüm suçları fotoğraflayan en büyük suç ortağıdır. Romanda tam olarak dillendirilmese de aralarında özel bir bağ vardır. Bu sebeple ileride başka bir erkeğe, Ruhan’a aşık olduktan sonra Keşşaf hayatını kaybeder. Ve erkekler arasında geçen bu aşk üçgeni bir noktada da iktidar savaşına dönmüştür:
“Erkeklerle erkeklerin aşkı, kadınlarla erkeklerin aşkına benzemez. Bir iktidar büyüsüdür onlarınki. Hele kadınadam kadından çok erkekse, dünyayı yönetebileceklerine inanırlar birlikte. Her şeyi değiştirebileceklerine ve her şeye hükmedebileceklerine. Onlar bunun için bir araya gelmişlerdi. Dünyayı yerinden oynatmak için.” (s. 45)
Romanın devamında ortaya çıkan annesi ve babası tarafından terk edilerek büyümüş olan Şehnaz, bir başka kadınadam olan ve ailesinden kaçmak zorunda olan Deniz ve yine anne babası tarafından terk edilmiş sonra evlat edinilerek büyüdüğünü öğrenen Olcayto’nun hayatındaki birtakım gizemler Madam Arthur Bey’in fotoğraf arşivinde ve hayatında parça parça karşılık bulacaktır.
Romanın yapısında dikkat çeken en önemli unsur, gerçeklik algısının esnekliğidir. Bu bahsettiğimiz olay örgüsü, romanda kronolojik bir biçimde sunulmamakla birlikte tam olarak ne kadarının gerçekleşip gerçekleşmediği net bir biçimde tespit edilemez. Zira roman boyunca gerçek-gerçeküstü, rüya ve sanrılar iç içe bulunur ve bunun neticesinde romanda “yaşananlar” değil, “yaşandığı düşünülenler” üzerinden akış ilerler. Burada romanı okurken ipuçlarını takip edip çözülecek bir bütün hikâye beklenmemelidir zira roman okuyucuya eksik bıraktığı tüm parçalar için net bir gerçeklik sunmadığı gibi zaman zaman aynı meseleye denk düşecek birden çok alternatif gerçeklik de sunuyor.


“İzini sürdüğü hayat upuzun bir koridor gibi. Arada kapılar var. Hangi kapıyı açsa karşısında bir koridor daha. Kapılardan odalara geçse, her oda içinde bir oda, her oda dışında bir oda daha. Manasız bir labirentin tuzağında kıvranıyor. Hiçbir yere varmayan upuzun ve amaçsız bir hayatın peşine düştü. Böyle bir hayat mümkün mü?” (s.114)
Yine Madam Arthur Bey’in hikâyesini kaleme almak isteyen Olcayto’nun da yazar kimliğiyle tasarladığı ihtimaller üzerine kurulu çıkarımlar da gerçekliğinden emin olunamayacak ipuçları olarak romanda yerini alır. Ve yine bu noktada roman Olcayto üzerinden sık sık yazma hâlleri sık sık sorgular, yazarın aslında kim olduğuna ilişkin sorular sorar:
“Kendisi de Madam Arthur Bey diye bir kahraman yaratmış olabilirdi. O kahramanın Keşşaf isminde bir sevgilisi olurdu. Keşşaf Madam Arthur Bey’in devamlı fotoğraflarını çekerdi.”
“Bir hırsız gibi düşünmeye başladığı anda tüm bunlardan kurtulacak. Bir hırsız gibi davranmak üzere. Yazarlık bir nevi hırsızlık mıdır? Masallar ve hayaller ve gerçekler kimin malıdır? Yaşayanın? Yaratanın? Çalanın? Belki de erken davrananın. (s.93)
Romanın gerçeklik zeminini kaygan hâle getiren bir diğer durum da iç seslerin karakterlerin anılarından beslenmesidir. Anlatıcının üçüncü şahıs olmasına karşın, anlatım hangi karakterin hikâyesine yönelirse o karakterin perspektifinden anılarını dinleriz. Oysaki anılar yanıltıcıdır çünkü salt yaşananlardan değil, yaşayanın duygularından da beslenir ve bunların kişi zihninde oluşan bir harmanıdır. Aynı şekilde bir başkasından duyduğumuz hikâye de gerçeğiyle aynı değildir çünkü her zihin duyduğunu, öğrendiğini kendine özgü olacak biçimde inşa eder.
“İnsanlar gerçekleri ne kadar hatırlar, ne kadar birebir nakledebilirler? Her gerçek her zihinde yeni bir gerçekliğe bürünür. Kimse kimsenin hikâyesini anlatamaz. Herkes herkesin hikâyesini yeniden yazar. Anılar izafi. Tıpkı zaman gibi. “ (s.86)

Romanın odağında fotoğraflar olduğundan bahsetmiştik. Madam Arthur Bey’in fotoğraf arşivindeki gizemler dışında romanın anlatımı da bir fotoğraf makinesinin olanaklarını kullanır niteliktedir. Roman boyunca sabaha karşı alacakaranlık betimlemelere uygun çizilen gerilim yüklü ambians, romanın sonunda şafak vakti gelmiş sırlar çözülmeye ve yeni bir gün doğmaya başlamışçasına değişime uğrar. Artık gerilim azalır, neredeyse boyut değişir:
“Oda bir anda gün ışığından daha parlak bir ışıkla aydınlanıyor. Her şey. Bir sürü şey. Aydınlanıyor. Madam Arthur Bey’in hayatındaki her şey. Olcayto’nun hayatındaki her şey.”
Fotoğraflar anıları durduğu gibi zamanı da durduracak güce sahiptir. Yine romanda zaman tıpkı fotoğraf karelerinde sıkışıp kalmış gibidir, akmaz, bekler. Yerini bulmayı bekleyen “an”lar, sahneler sıralanır ve puzzle’ın parçaları karışık bir biçimde serilir. Fotoğrafların sahibi olan Madam Arthur Bey’in evinde de zamanı durduran olağanüstü bir etki olduğundan söz edilir:
“Zaman var mı ki? Madam Arthur Bey’in evine ne zaman gitse kolundaki saat çalışmaz olurdu. Onun evinde zaman dururdu. Evden çıktığında sanki içerde zaman geçmiş gibi, akreple yelkovan göstermesi gereken zamanı yeniden gösterir, hayat vardığı yerden devam ederdi. Ama içerde. İçerde kocaman bir kara delik. Zamanı yutan. Hayalleri yutan. Ve sadece hayallerle ilerleyen.” (s.133)
Romanda Madam Arthur Bey’le birlikte Deniz, Keşşaf ve Ruhat da “kadınadam” olarak yer alır. Burada karakterler üzerinden cinsel kimliğin, kimliksizliğin; fahişelik yapan Nagehan ve Deniz’in acı tecrübeleri üzerinden kadınlık hâllerinin, mücadelenin; savaştan ve işkenceden kaçan, kendine yeni bir hayat kurmaya çalışan Maria ile iktidarın ve zulmün boyutlarını görmekteyiz:
“Kadınadamların eksiği sanıldığı gibi rahimleri değildir. Onların kadınsı eğretilemeleri eksiktir. O yüzden sokakta avaz avaz bağıran bir kadınadam gördüğünüzde hiç yadırgamazsınız ama avaz avaz bağıran bir kadın herkese dudak ısırtır. Kadınlar sokakta avaz avaz bağırmazlar. Hele bu ülkede. Kadınlar ölürken bile etekleri açılmasın diye uğraşır ve evde yapayalnızken bile sutyen takarlar. Kusursuz bir kadınadamı gerçeğinden ayırmanın tek yolu hareketlerindeki rahatlıktır. Orospuluğun bile bir edebi vardır. Kadınadamlığın yoktur.” (s.128)
Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey’de, başta romanın antikahramanı olan Madam Arthur Bey olmak üzere toplumun en uç noktalarından gelen, yer yer dışlanan, eziyete uğrayan ve eziyet eden kimliklere sahip karakterler tek bir hikâyede toplanıyor. Romanın olağanüstülüklere, rastlantılara yer veren, zaman zaman fantastik unsurlara başvuran masalsı anlatımı ile varlığını kabul etmekten kaçındığımız dünyanın tekinsiz yüzünü de görebilmekle birlikte; zalimin-mazlumun, iyinin-kötünün, hayalin-gerçeğin, kadının-erkeğin nasıl belirsiz çizgilerle ayrılan kavramlar olduğunu keşfedebiliyoruz.