Neslihan Su Aydın
Toplumu ve insanları analiz etmek oldukça zor olan şeylerden biridir. Bunun üzerine kurgusal bir metin kaleme almak ise bundan daha zordur. Defne Suman, Saklambaç’ta bunu başarılı bir şekilde okura sunuyor. Sınırları ortadan kaldırıyor ve her duyguyu olabildiğince özgür ve son derece insana ait şekilde aktarıyor.
Kitabın baş kahramanı Eda ve bir yandan da Leyla. Eda, Amerika’da bir üniversite öğrencisidir. Küçükken ailesi ile Almanya’da yaşarken, bir trafik kazası sonucu anne ve babasını kaybeder. Dayısı da onu İstanbul’daki anneannesi ve dedesinin yanına getirir. Eda’nın İstanbul’daki ailesi oldukça köklü ve geleneklerine bağlı bir ailedir. Buradaki hayata adapte olmaya çalışırken, yalıya eşinden yeni boşanmış olan teyzesi ve onun kızı yani kuzeni Leyla taşınır. Leyla, artık Eda’nın en yakın arkadaşlarından biri olmaktadır. Aralarında ara ara kıskançlıklar olsa da Eda, Leyla’yı çok sevmektedir. Çünkü baskıcı ailelerinin onlardaki yaralarını ikisi birbirinde görmektedirler ve aynı zamanda rahatça da konuşabilmektedirler. Eda ve Leyla arasındaki bu yakınlık kitapta ise şöyle aktarılır:
“Dedem öldükten sonra, artık gezip tozmalarımıza kimse karışmazken, biz Leyla ile bar taburelerine tüneyip böyle uzun uzun çok sohbet eder olduk. Konuşurken, yıllardır görüşmemiş âşıklar gibi bedenlerimizi yaklaştırıyor, birimizin ağzı ötekinin kulağında açıldıkça açılıyorduk. Yan yana geçen hayatlarımız boyunca, meğer birbirimize ne çok susamışız! O sarhoş gecelerde ben karadeliğe çekilen gök cisimleri gibi Leyla’ya doğru çekiliyor ve ondan hiç ama hiç ayrılmak istemiyordum. Anlam veremedikleri bu yakınlıktan huzursuz olan arkadaşlarımız, çoğunlukla gecenin başında benim kırıttığım erkekler, ya da Leyla’nın aşkıyla yananlar, yanımıza gelip gelip,
“Yahu ne konuşuyorsunuz böyle bu kadar saat? Siz aynı evde yaşamıyor musunuz? Hadi ayrılın biraz ya,” diyorlardı.
Aldırmıyor, ayrılmıyorduk.” (2022, s. 39)
Bu kıskançlık durumları Eda’nın psikolojik olarak tahlil edilmesinde oldukça önemli. Çünkü diğer karakterleri Eda’nın ağzından dinleyip bir fikir edinsek de Eda hakkında edindiğimiz bilgiler ancak yazarın bu psikolojik tahliller ve bilinç akışı tekniği ile mümkün. Bu kıskançlık tam anlamıyla şiddetli bir şekilde verilmez. Daha çok Eda’nın içini gıcıklayan ve pasif agresif durumdaki bir kıskançlıktır bu:
“Leyla sabahın köründe o koca Mercedes’e atlayıp nereye gitmişti ki? İki gece birden gelmeyecekmiş öyle mi? Kesin hafta sonunu geçirmeye bir yere gittiler. Bu yüzden bütün hafta eve erkenden geldi, şen şakrak konuştu durdu. Nereye gitmiş olabilirler? Polonezköy’de bir otele belki. Bir defasında Nimet Teyzem arkadaşlarıyla hafta sonunu Polonezköy’de geçirmek istedi diye anneannem dediğini bırakmamıştı. Adamların metreslerini ve fahişeleri götürdüğü bir yermiş orası, Nimet’in ne işi varmış orada? Teyzem annesine oraların artık çok değiştiğini, bir dolu butik otel, ekolojik pansiyon açıldığını anlatmaya çalışmış, sonunda ikna edemeyince de oturup sinirinden ağlamıştı. (Zaten sonra öğrendik, arkadaşlarıyla değil, Leyla’nın sınıf arkadaşının babasıyla gidecekmiş Polonezköy’e, metres olarak.)” (s. 177).
Bu iki kuzenin yakınlığı ise Leyla’nın ortadan kaybolması ile sekteye uğrar. Romanın esrarengiz kısımlarından bu durum aslında çerçeve hikâyelerden birini oluşturuyor. Eda, yılın ilk günü Amerika’daki yurdunda tuvalette kilitli kalır ve bunun üzerine kâğıt havlulara yaşam öyküsünü yazmaya başlar. Romanın girift yapısı bu hikâyelerle katmanlanırken bir yandan da Eda’nın babasının ona yazdığı mektupları okuruz.
Defne Suman bu mektuplar, Eda’nın ağzından hikâye dinlememiz ile bile her karakteri tanıma fırsatı veriyor. Hem Eda’yı hem Leyla’yı hem ikisinin ebeveynlerini, köklü ailelerini tanıyoruz. Hemen her karakteri Eda’nın ağzından dinlememize rağmen, Eda’nın babasının mektupları esere başka bir perspektif katıyor. Biz Eda dışında da birilerinin ağzından hikâyeyi okumuş oluyoruz.
Her tez kendi antitezini yarattığı gibi her etki de kendi tepkisini doğurur. Yani radikal olsun veya olmasın her görüş ve tutum zıttıyla mümkündür. Defne Suman, Saklambaç’ta bu konuya Leyla üzerinden eğilmiştir. Osmanlı Dönemi’nden kalan geleneklere sahip, köklü bir aile olan anneanne ve dedenin, Cumhuriyet’ten sonra daha farklı bir yaşam tarzını benimsemesi yine de ailede bir özgürlük havası yaratmamıştır. Özellikle dedenin varlığı baskı durumunu azaltmamaktadır. Bu da Eda ve Leyla üzerinde çeşitli etkiler bırakır. Yazar, bu radikalliklerin bıraktığı etkileri daha çok Leyla üzerinden vermektedir. İnanç durumuna karşı olan antipatikliğin Leyla’nın üzerinden nasıl bir hale geldiği romanda aktarılmaktadır. Hatta öyle ki Eda, Leyla’nın biriyle cinsel bir ilişkiye girmesine, Leyla’nın türban taktığını görmesi kadar şaşırmaz ve tepki vermez:
“Neden türban taktın Leyla? Tamam ilahi olana hasretini, namaz kılmanı, camilere gitmeni anlıyorum. İbadet sırasında başını örtmeni de anlıyorum ama bu ne şimdi? Bu başörtüsü değil ki, türban! Biz o insanlardan değiliz ki. Biz, Doktor Nedim’in, Mihrünisa Hanım’ın, Şevket Sami Paşa’nın torunları… Biz İstanbulluyuz Leyla. Bizim öyle insanlarla ne işimiz olur? Bu adam onlardan mı? Yoksa bu adam mı seni kapanmaya zorladı Leyla? Yok olamaz. Onlardan olsa Leyla’yı beğenmez ki. Yoksa yine de yatar mı Leyla’yla? Kolay kız diye? Ama yok canım, zaten sakalı yok. Şarap da içmiyor muydu geçen gün ben bu ikisini dikizlerken? Yoksa şalgam suyu muydu? Hem İslamcı adamın Levent’te evi olur mu? Levent bizim buralar sayılır.” (s. 190).
Eda’nın babasının mektupları, Eda’nın ve Leyla’nın kendi hikâyeleri, ikisinin hikâyesinin birleşmesi, Leyla’nın sırra kadem basması gibi türlü hikâyeleri bir arada okuyoruz bu romanda. Özellikle Leyla ve Eda arasındaki bağın anlatılışı gerçekçi ve sağlam aktarılmış. Birilerini çok sevebiliriz, onlar hayatımızın çok önemli bir konumunda olabilir. Ama bu demek değildir ki insani duygularımız gün olsun ortaya çıkmasın. Çok sevdiğimiz bir insanın başından geçen güzel bir olaya ya da kendisindeki hoş bir şeye kıskançlık duyabiliriz. Bu bizi ne çok kötü biri yapar ne de karşımızdaki insanı daha az sevdiğimizi gösterir. Bazı kıskançlıklar kötü niyet içermeyebilir. Çünkü en nihayetinde insan olmak böyle bir şey. Duygularımızın sınırları yok ve ne zaman ne hissedeceğimizi de tahmin edemeyiz. Defne Suman, romanında bu duygu aktarımlarını öyle gerçekçi yazmış ki bazen Leyla ve bazen de Eda gibi hissedebiliyor okur. Gerçeklikten kopuk, aşırı dramatize edilmiş karakterler yerine hayatımızda muhakkak karşılaştığımız ve anlayabildiğimiz karakter çıkmış ortaya.
Hikâyenin zaman açısında da girift olması ve birden fazla hikâyenin anlatılması okura hem her karakteri daha iyi anlamak için alan tanıyor hem de yazının ve zamanın sınırsızlığını ortaya koyuyor. Amerika’da bir tuvalette kilitli kalan Eda’nın havlu kâğıtlara yazarak anlattığı koskoca bir zaman var ki bu zaman da kendi içinde kırılmaktadır. Yine de bu zor anlatım ve yapının bir sonucu olarak okunması zor bir metin ortaya çıkmıyor. Aksine Saklambaç, akıcı ve sürükleyen bir metin.
Son olarak Defne Suman’ın toplumsal eleştirileri ve hepimizin ortak dertlerine de yer vermesi ayrı bir bağ kurmasını sağlıyor okuyucu ile. Her insanın hayatındaki sorunları, her insanın düşündüklerini ve kaygılarını bulabilmek mümkün romanda. Biz; Eda, Leyla, Ege (Eda’nın babası), Saliha Hanım (anneanne), Nimet Teyze ve diğer bütün karakterler ile hem toplumun bir yansımasını okuyoruz hem de yer yer bireysel sorunlarımıza ortak buluyoruz. Örneğin, tekdüze yaşam ve bu yaşam için çalışmanın gerekliliği ile ilgili kitapta şunlar geçmektedir ki Eda bu durumdan sıkıntı yaşamakta ve kendi kendine sorgulamalara girmektedir:
“İnsanlar kısıtlı hayatlarına böyle alışıyorlar demek. Bir noktadan sonra dışarı çıkma ihtimalini unutuyorlar. İçine tıkıldıkları dört duvarı kabullenip, onun içinde azami mutluluğu arıyorlar. Pencereleri açılmayan, floresan ışıklı o şirketlerde sabah sekiz, akşam altı arası, sanki dünyaya çarpacak bir meteoru kurtaracaklar mış gibi ciddiyet ve telaşla bütün gün çalışan o insanların başına gelen de bu olmalı. Tutsaklığa, tutsaklığı unutacak kadar alışmak.
Ben de onlardan biri olacak mıyım? Hafta sonlarını ve on günlük yıllık iznimi hayal ederek mi geçecek günlerim? Bir gün beni mutlu edecek başka bir işe gireceğimi düşünerek, bütün ömrümü sırf para kazanmak uğruna bir ofiste mi harcayacağım? Gerçek kendimin aslında başka arzuları olduğunu bilerek, kendimin kötü bir taklidiyle mi yetineceğim? Akşamları işten, trafikten, içi boş mücadeleden yorgun argın (ama tatminsiz) evime dönüp, televizyonlarda başkalarının hayatlarını seyredip “rahatlayacak” mıyım?
Allahım, sen büyüksün, beni böyle bir çarka girmekten koru. Geçici diye başladığım bir hapishane süreci, bir ömrü alıp götürmesin benden… Rahat değil, mutlu olmak için çalışayım.” (s.197-198).
Aslında hem sınırlarla dolu ve bu sınırlarının sonucunun nereye vardığını gösteren hem de bu sınırlarının imkânsızlığını gösteren bir eser Saklambaç. Yarattığı gizem, bireysel ve toplumsal analizlerle de insanlığın sınırlarını ortadan kaldıran ve saklambaç ne olduğu ile ilgili düşündüren eser. Bu saklambacı kimler oynuyor, neyden ya da kimden saklanılıyor… Bu soruların tek bir cevabının olmadığını eseriyle okura gösteriyor Defne Suman.