Bilge Sönmez
Kahvaltı Sofrası, ilk kez 2018 senesinde okurla buluşan bir Defne Suman romanıdır. Roman, dört karakter tarafından anlatılır ve bizler okur olarak anlarız ki dünyaya bakışın birçok yolu var. En basit hikâyelerimiz bile yanımızdaki, önümüzdeki, ardımızdaki insanlarca farklı farklı anlamlar taşır.
Olay Büyükada’da başlar, kişiler adaya sığmaz olunca Kurtuluş, Nişantaşı, Maçka arasında gider gelirler. Bu mekânlar; karakterlerin kendilerinden, birbirlerinden kaçtıkları, ilişki kurdukları, içlerine döndükleri, velhasıl tüm yaşanmışlıklarıyla onları temsil eden yerlerdir.
Ünlü ressam Şirin Saka’nın 100. yaş dönümü dolayısıyla aile üyeleri adadaki evde toplanırlar. Nur’un dostu gazeteci Burak da Şirin Saka ile röportaj yapmak üzere Büyükada’ya davet edilir. Mükellef bir kahvaltı hazırlanır, herkes bir aradadır fakat parçalanma daha kahvaltı sofrasında irdelenen geçmiş hikâyelerle birlikte başlar. Kahvaltının ertesi günü Fikret ortadan kaybolur. Fikret’in yokluğu, Nur’un kendiyle boğuştuğu bir mesele, Selin’in yirmilik hisleri, Burak’ın Nur’a karşı bitmek bilmeyen aşkı, Sadık ve Şirin arasındaki geçmişe uzanan bağ; tüm bunlar çözülmesi gereken birer düğüm gibi ortadadır.
Selin, Fikret’in gittiğini anlar ve Burak ile beraber babasını aramak üzere evden çıkarlar. Selin karakteri yirmilerinin başlarındadır, heyecanlıdır ve Burak’a aşıktır. Babasını ararken kendi kendine bir dedektifçilik oyunu yaratır, iz sürmeye çabalar, Burak’ı da bu heyecanına ortak etmek ister. Bu sırada Fikret ailedeki tüm insanların iç sıkıntılarına sebep olan aile sorunlarını bulup huzura ermeye çalışmaktadır. Nur ise kendi dünyasındaki meselelerle boğuşur, kocasından sakladığı bir sırrın Burak’la ilgisi vardır, öte yandan abisinin çabasını önemsiz ve boşuna bulur. Sadık, Şirin’in yıllardan beri yanında bulunan hizmetkârıdır ve roman içerisinde öğrendiğimize göre şimdiki aileden daha da eskiye dayanan bir ailede birlikte yaşamışlardır. Bana göre, Sadık’ın, sırların açığa çıkma sürecindeki huzursuzluğu, birçok meselenin üstünü örtmeye çalışması roman boyunca gerilimi arttırır. Gerilim, Şirin ile Sadık’ın mutfaktaki resim çizme sahnesine kadar artar ve bu sahnede çözülür. Çizilen resim yoluyla tüm aile sırrı öğrenilmiştir. Burak’ın bu hikâyeyi bir yazıda yayımlaması ise bilinen ama konuşulamayan toplumsal bir gerçeğin tekrar yankı bulmasına, insanların söyleyemediklerini söylemesine vesile olmuştur.
Yazar romanın aslında yalnızca bir kahvaltı masası etrafında kurgulamayı düşündüğünü fakat karakterlerin bir noktadan sonra yerlerinden kalkıp hareket etmek, konuşmak istediklerini söyler.[1] Doğrusu tüm karakterlerin söyleyecek birçok şeyi var ama hepsi ürkek, çekingen. Fikret dışında hiç kimse ailenin derinlerinden gelen bir mutsuzluk dalgasının varlığına inanmıyor ya da bunu kurcalamak istemiyor.
Romanı birbirinden farklı birçok noktada değerlendirebiliriz. Tabii ki Ayfer Tunç’un “Yük” öyküsü tepe noktadır, yazar hikâyesinin çerçevesini “Yük”ten aldığı referansla çizer. Toplumsal yıkıntıların insan zihninde bıraktığı etkilerin, genetik yollarla sonraki nesillere travmalar ve mutsuzluklar aktardığını görebiliyoruz. Yakın tarih veya nispeten daha uzak tarihlerde yaşanan olaylar, insanların düşünme biçimlerini yoğun bir şekilde etkiliyor.
Yazar, romanını kurarken karakterlerinin hepsinde ayrı ayrı iz bırakan toplumsal olaylara değinir. Kurtuluş Savaşı yıllarından başlayarak mübadele, 80 Darbesi, “Hayata Dönüş Projesi”, kentsel dönüşümler ve yıkılan evler, Büyük Marmara depremi, Gezi Parkı; hepsi karakterlerin zihninde yerlerini almış, unuttuklarını zannetsek bile her an hatırlamaya hazırlar.
Şirin Saka’nın ressamlığından yola çıkarak romana çok gerilerden kocaman bir tabloya bakar gibi baktığımızda toplumsal bir olay ve bütün bir aileyi mutsuzluğa sevk eden aile sırrını görürüz. Resme yakınlaştıkça aile netleşir, kişiler görünmeye başlar. Bu sefer de hepsinin kendine ait görülmeyi bekleyen sırları, düşünceleri vardır. Romanın dört farklı karakter tarafından anlatılması, bu sırların çözülmesini mümkün kılıyor.
Anlatıcılarımız Burak, Selin, Nur ve Sadık’tır. Tüm bu karakterler, aslında birer aracıdır. Yazarın, kendi yaşamında kayıtsız kalmadığı tüm meselelere romanda da bu kişiler vasıtasıyla yer vermesini ve bunu yaparken her bir karaktere kendi toplumsal dikkatlerinden bir parça bırakmasını büyük bir incelik olarak görüyorum.
Nur’un hayalet yazarlığını yaptığı, kurumsal hayattan sıkılan Metin’in tarihi bir roman yazma fikri vardır. Roman içerisinde yüksek dozda şiddet ve cinsellik sahnesi olsun ister. Yani “tecavüz”. Fakat bunu anlatırken Nur’a “erotik sahneleri ustaca kurguladığını” söyler, istediği sahneyi bu şekilde tarif eder. Durumun ne kadar absürt ve sapkınca olduğunu biz okuyucular Nur’un bu anlatımıyla daha iyi kavrayabiliriz. Hayalet yazarlığın farklı bir boyutunu Nur bize şu sözlerle anlatır:
“Müşteri, yani kurumsal hayattan bıkmış, bunalmış ama istifa etmeye de cesareti olmayan otuzlarının ikinci yarısındaki kadınlar grubu, ufuk ne derse kabule hazırdı. İliklerini, kemiklerini kurutan iş düzeninde yaratıcılıklarını yitirmediklerini etraflarına ve en çok kendilerine kanıtlama derdindeydiler. Yaratıcılık dedikleri akıllarına gelen harika fikirdi. O fikri kâğıda dökmek sadece bir ayrıntıydı. İşçilikti. Gece gördükleri rüyalardan bile kısır hayalleriyle bize geldiklerinde sanatçı havalarına girmeleri bundandı. Kitap fuarında bizim stantta oturup eşe dosta kitap imzalarken o kitabın sahiden de kendi eserleri olduğuna inanırlardı. O yüzden de imza sırasında çektikleri fotoğraflarını Instagram’a koyup, kazandıkları her bir kalple doyuma erişiyorlardı.” (sf. 190)
Günümüzde kendilerini sosyal medya ile görünür kılan, çok mühim fikirlerinden ilhamla(!) ortaya ürün koyduğunu düşünen birçok insanın varlığına romanın bu satırlarında değiniliyor. Yalnızca yazar olduğu sanrısına kapılan değil, kendisini sosyal medyada tatmin edebilmiş diğer birçok insanın da aynı şekilde var olduğunu görüyoruz.
Romanı şekillendiren mekân çoğunlukla Büyükada’dır ve aile üyelerinin adaya gelen turistlere bakışıyla Burak’ın bakışı farklıdır. Saka ailesi toplumun daha üst tabakasında yer almasına karşın Burak kendi yaşantısına yakın daha alt tabakadan insanlar arasında yaşamakta ve çalışmakta, onların hikayesini yazmaktadır. Adalılar, gelen turistlerden hazzetmezler. Bunu Selin’in anlatılarında görebiliriz. Sadık ise adanın ve ada halkının geçmişten günümüze dönüşümünü çok iyi gözlemlemiştir. Sadık, bu mekânsal dönüşüm içerisinde yine de kendi alışkanlıklarından ödün vermeyen bir karakterdir. Özenli ve düzenlidir.
“Bahçe kapısını açarlarken Selin kapıya asılı çanın başını tuttu ki ses etmesin. O çanı oraya ben asmıştım. Geleni gideni bilelim. Malum, ada eskisi gibi değil. Vapurlar mütemadiyen haydut sürüleri taşıyor.” (sf. 27)
“Niko’nun gelini tezgâhın berisinden şarkıya türküye katılıyor. İçim buruluyor. Anacığımın sesini işitiyorum. Deli bir deniz hayalime geliyor. İçinde bir gemi. Hanımım ile bendenizi bindirip yolcu ettikleri gemidir bu.” (sf. 28)
Fakat bu haydut sürüsünün, çalışmaktan perişan olan zavallı insanların, kısacık bir an bile olsa kendilerine farlılık yaratma çabasıdır bu adaya akın. Yazar, konuya bu açıdan değinmeyi ihmal etmez.
Romanın çekirdek hikâyesini oluşturan mekân ise Trabzon’dur. Burada Maçkalı Haralambos ile Espiyeli Yoannis yaşar. Yazar, çekirdekteki hikâyede kilise bahçesini, sesleri, sırları iki küçük çocuğun gözünden birleştirerek gerçeği adım adım okura sezdirir.
Yazar şimdiki zamandan geçmişe uzanan anları bir ses, bir koku, bir resim ya da bir nesne ile sıkıca bağlıyor. Özellikle romanın iskeletini oluşturan felaket, aile boyu süregelen mutsuzluk dalgasının başlangıcı, Fikret’in bulmaya çabaladığı o güçlü kötülük Şirin’in resimlerinde aslında romanın başından beri gözümüzün önünde duruyor fakat konuşulmadığı için biz okur olarak bunları Sadık’ın ufak anımsamalarından ve en nihayetinde kahvaltı sofrasının ardına çizilen resimden öğreniyoruz.
“Şirin Saka imzalı bir yağlıboya. Açıklı koyulu mavi gölgeler içinde bir gemi. Güvertedeki ince siyah silüetler geminin oransızca büyük çizilmiş bacalarından çıkan dumana karışıyor. Yüzleri yok, ellerinde beyaz mendiller. Fonda yeşil dağlar, dağlara oyulmuş taş binalar. Belki kaya mezarlar… Zirveden eteklere sis iniyor, geminin burnu o sisin içinde yitmiş.”
“Deniz ile dağların arasına sıkışmış pek bereketli topraklarda yaşayan iki delikanlı varmış. Siyahı ver. Temiz ince fırça. Selin nerede?” (sf. 288) Selin burada biz okurlara hakikati gösterecek olan aracıdır.
Sanatın, insanın ne kadar başkalarından saklanırsa saklansın yine de kendini ele veren bir tarafı vardır. Romanda Şirin’in yaşı itibarıyla zihnindeki anıların bulanıklaştığını düşünsek de sanat ile beraber bilinçaltındaki tüm sırlar ortaya çıkıyor. Başka bir sahnede fotoğraflara bakarken gördüğü şeyleri hatırlamıyor ama “babasıyla ilgili” yaşananları biliveriyor. Selin bana kalırsa Şirin’in babasıyla ilgili gerçeğin insanlar tarafından öğrenilmesi ve resmin içine girerek diğer sırları göstermesi için yaratılmış bir karakter. Burak ise, üzeri canhıraş bir şekilde örtülen bir toplum felaketini sadece bu insanların değil, birçok insanın yaşadığını bizlere gösteriyor. Tabii ki Fikret genetik hafızanın insanın ruhsal yapısını nasıl etkilediğini görmemiz için bir vesile. Ufuk ve Nur arasındaki ilişkiyle yayıncı dünyasında az bilinen gerçekleri görebiliyoruz. Sadık ile Şirin ise sırrın bugüne kadar gelebilmesine yardımcı iki ana karakter.
Kahvaltı Sofrası’nda hiç kimse dekor olarak kullanılmıyor, dil ve üslup her karaktere göre tekrar tekrar yaratılıyor ve bu çok gerçek bir biçimde yapılıyor. Örneğin Sadık’ı 90 yaşında, Selin’i 20 yaşında başka başka kişilerin yazdığı hissi, roman boyu dikkatimi çeken bir noktaydı.
En önemli nokta ise kendi benliğinden kopmaya mecbur kalan, -aslında kopmayan- ama yaşayabilmek adına hayatını dönüştürmek zorunda kalan birçok azınlık-olmayan insanın romanı; kısaca, görmek isteyen gözler için okunması gereken bir aile ve toplum gerçeği.
[1] https://acikradyo.com.tr/gunun-ve-guncelin-edebiyati/defne-suman-ile-soylesi-kahvalti-sofrasi