.

Defne Suman: “Durmak, düşünmek, yüzleşmek, hesaplaşmak ve yas tutmak gerekli.”

İpek Bozkaya, Abdullah Ezik, Büşra Tan, Esin Hamamcı, Dilek Sarıboğa ve Bilge Sönmez, Odak Yazar dosyası konuğumuz Defne Suman ile edebiyatı ve kitapları üzerine konuştular.

Abdullah Ezik: 2007 yılında açtığınız “İnsanlık Hali” isimli blog, aslında sizin yazın serüveninizde özel bir yerde duruyor. 2000’li yılların en önemli yazınsal olaylarından birisi sanırım blog okur-yazarlığı oldu. Blog okur-yazarlığının sizin kuşağınız için özel bir yeri var mı? Okur ile buluşma sürecinde blogların yeri nedir?

İnsanlık Hali benim okurla ilk buluşmamdı. Dünyanın farklı noktalarında yaşadığım yıllardı. Genç bir kadının tek başına seyahatleri Türkiye’de ilgiyle karşılandı. Sosyolojik birikimim ve ülkemden uzaklaşmanın ürünü olan yeni perspektifler toplum ve birey hakkında ezber kalıpların dışına çıkmamı kolaylaştırdı. Okur ile doğrudan etkileşim imkânı da bana müthiş esin verdi. Yazıları dizüstü bilgisayarımda yazıp diskete atıyor Tayland’ın, Laos’un Hindistan’ın internet kahvelerinden yayınlıyordum. İnternet kafe’deki yerime oturur oturmaz önceki yazıma yapılmış okur yorumlarını heyecanla okuyordum.  Yorumlar bana yeni yazılar, yeni konular için ilham veriyordu. İştahla, heyecanla yazdığım bir dönemdi.

A.E.: Sizin yazınsal serüveninizde bu blogun nasıl bir karşılığı oldu?

Kilitli günlüklerimi okura açmak gibi bir şeydi. Cesaretimi topladım ve içimden geçenleri, filtrelemeden yazdım. Bireyin ve toplumun dinamiklerinin hayatımdaki yankılarını araştırdığım bir dönemdi. Dünyada dönüşümün benden başlayacağına inanıyordum. (Buna hâlâ inanıyorum) Yazılarımdan yayılan minicik kıvılcımların insanlara ulaştığını ve onları tutsak eden varoluş kalıplarından kurtardığını düşündükçe ruhum tatmin ve huzurla doluyordu. Okurlarım beni yüreklendirdi. Edebiyata sıçramaya da onların aşıladığı cesaretle karar verdim.

A.E.: 2011’de seyahat notlarınızdan yola çıkarak Mavi Orman’ı yayımladınız. Bu kitapta bir anlamda denemeler ve günlükleriniz bir araya geldi. Kurgu-dışı bir metin olarak Mavi Orman, nasıl gün yüzüne çıktı?

İnsanlık Hali’ni açtıktan yaklaşık üç sene sonra dostum, sadık okurum ve ilk editörüm Çağlayan Erendağ, bloglarımın hepsini kâğıda basarak Kuraldışı Yayınları’na götürdü. Ben o sırada Sırbistan’da, küçük bir köyde, yoga hocamın yanında eğitimdeydim. Çağlayan oraya telefon etti. ‘Senin yazılarından kitap yapmak istiyorlar’ diye müjdeyi verdi. Ondaki sonraki altı ay beraber çalıştık. Blog yazılarımı elden geçirdik, dilini incelttik, bir hikâyeyi takip edecek şekilde sırasını düzenledik. 2011 yılında Mavi Orman çıktı. Doğu felsefesi, sosyoloji, psikoloji, feminizm, edebiyat ve seyahat günlüklerinin karması, korkusuz bir metindi. Çok sevildi. Bilhassa genç kadınların el kitabı oldu. Bugün hâlâ Mavi Orman’ı ilk defa okuyup çok seven genç kadınlardan e-mektuplar alıyorum. 

A.E.: İlk romanınız Saklambaç 2014 yılında okurla buluştu. ABD’nin Oregon eyaletinde geçen bu kitapta yüzleşme, geçmişle ile karşılaşma ve aile içi çeşitli hesaplaşmalara yer veriyorsunuz. Bir ilk kitap olarak Saklambaç’ı neden özellikle ABD’de kurguladınız?

Saklambaç’ı yazdığım sırada, sonradan eşim olacak Konstantine ile yeni tanışmıştım ve beraber Portland’da yaşıyorduk. Bir yandan İstanbul’u özlüyordum. Diğer yandan Türkiye’ye, aileme yetiştiriliş tarzıma uzaktan bakarak, doğru bildiğim değer yargılarımı sorguladığım bir dönemdi. İlk roman olan Saklambaç bunların hepsini yansıttı sanırım.

A.E.: Bu kitabınızda 19 yaşındaki Leyla’nın baskıcı aile yapısına karşı çıkışını merkezinize alıyorsunuz. Aile, kişinin yaşamı boyunca etkilerini hep yakından hissettiği en önemli yapılardan birisi. Bir ilk kitapta, sizi böylesi derin bir konu üzerinde durmaya iten özel bir neden oldu mu?

Az önce söylediğim gibi ben evrenin de toplumun da işleyiş dinamiklerinin bireyin içinde bulunabileceğine inanıyorum. Türkiye toplumunun yapı taşlarını, Cumhuriyet’in modernleşe projesinin yankılarını, “öteki” ile kamusal ve özel alanda karşılaşmanın sancısını Leyla’nın ve Eda’nın iç dünyalarında bulmaya çalıştım. Buna ek olarak, Boğaziçi Üniversite’sinde yüksek lisans yaparken yazdığım tezim de o dönemde bana ilham verdi. Örtülü kadınların medyadaki görünürlükleri üzerine çalışmıştım. İmam nikahı konusunu ilk defa televizyona taşıyan Fadime Şahin üzerinden Türkiye’nin farklı kesimlerinin ahlak, erdem ve etik anlayışlarına bakmıştım. Saklambaç’ta da erdem nedir diye soruyor genç kadınlar. Seçkin ailesini erdemli değil iki yüzlü bulan Leyla evi terk ediyor. O cesareti gösteremeyen kuzeni Eda ise arkada kalıyor ve Hamlet’in dostu Horatio gibi Leyla’nın hikayesini anlatan ses oluyor.

A.E.: 2016’da yayımlanan Emanet Zaman, İzmir’in 1900’lerden 1970’lere uzanan tarihiyle iç içe geçmiş bir roman. Bu oldukça uzun zamansal dilimi siz bambaşka bir formda, birçok alt hikâye ile birleştirerek okura sunuyorsunuz. Bu romana bir merkez olarak neden İzmir’i seçtiniz?

Saklambaç, ailenin çocuğa mutlak doğru diye sunduğu ezber söylemleri ve aile kurumunu sorgulamanın kitabıydı. Emanet Zaman’da aynı lensi bu defa tarihe, devletin bize sunduğu geçmişe çevirmek istedim. Devlet babanın bize öğrettiği ve sorgulamadan kabullendiğimiz, kimi zaman ezberlediğimiz tarih de bir kurgu, bir yapı değil miydi? Kozmopolit İzmir’in yok oluşu sert, çarpıcı ve dokunaklıydı. Hafızada silinen bir geçmişi ve kırılması tabu sayılan suskunları konuşabileceğimiz bir hikayeydi İzmir. Kentin yangın gibi çok agresif bir kuvvet tarafından haritadan silinmesi, Yunanistan’da “Küçük Asya Felaketi” diye bilinen bir trajedinin ülkemizde hiç konuşulmaması ve İzmir’in kozmopolit nüfusunun, estetik mimarisinin, çok sesli kültürünün bir gecede yok olması benim içimi tırmalıyordu. Emanet Zaman içimi tırmalayan bu meselelerden ve eski İzmir’i bir süreliğine yeniden yaratma ve içinde yaşama arzumdan doğdu.

A.E.: Söz konusu tüm bu alt hikâyeleri bir araya getirirken nasıl bir yol takip ettiniz?

Şöyle yaptım: Eski İzmir Smyrna’nın metaforu sayılabilecek bir kadın karakter yaratmak istiyordum. Biraz Levanten, biraz Rum, biraz Türk ve tepeden tırnağa İzmirli olsun istedim. Genlerinde tüm bu milletleri taşıyacak bir kız çocuğu 1905 yılında İzmir’de nasıl doğar diye düşünerek kurgusunu yaptım. O kız çocuğu Şehrazat oldu. Şehrazat’a kendi hikayesini taşıyan başka karakterler de yarattım. Hintli casusu Avinaş gibi. Çingene Yasemin gibi. Bilgi ağlarına sahip ve Şehrazat’ın kim olduğunu ondan daha iyi bilen kişiler suskun Şehrazat’a kapandığı kulesinde öyküler getirdiler. Bu parçalar mozaik gibi, ebru gibi birbirleri içinde eriyerek Emanet Zaman’ın çok katmanlı yapısını meydana getirdi.

A.E.: Öncelikle yüksek lisans tezinizden çıkan makaleniz “Feminizm, İslam ve Kamusal Alan”, İslam’ın Yeni Kamusal Yüzleri adlı kitapta yayımlandı. Halihazırda bu konunun hâlâ bu kadar gündemde olması, meselenin büyük oranda değişmediğinin de bir habercisi. Aradan geçen bunca yıla rağmen, bu sorunun devam etmesi üzerine, tezinizde yola çıkarak siz ne söylersiniz?

Kadının kamusal alandaki görünürlüğü hem cumhuriyet dönemindeki modernleşme projesinin hem de son yirmi otuz yılda hızını almış olan İslamcı hareketin merkezi meselelerinden biridir. Türkiye ilk yirminci yüzyılın büyük bir kısmını tek tip bir kadını kamusal alanda (kamu sektörü ve medya) görerek geçirdi. Bu kadın tipi modernleşme projesinin sembolü haline gelen Avrupai giyimli ama sade, dişiliği ya da dini kimliği ile öne çıkmayan bir kadındı. 1980’lerde bir yandan feminist hareket diğer yandan da İslami hareket başka kadın tiplerinin de bu ülkede var olduğunu bize hatırlatmak için atağa geçtiler. Bir yandan geleneksel anne/öğretmen kadın tipini aşmaya çalışan ve eşit haklar ve özgürlüklere sahip bir birey olan kadını kamusal alanda var etme mücadelesi veren feminist hareket (ki ben bu hareketin bir parçasıyım) diğer yandan örtülü kadının kamusal alanda tanınması için mücadele veren İslami hareket. İki hareketin de son otuz yılda bir miktar yol kat ettiğini, hem feminist kadının hem de örtülü kadının kamusal alanda daha fazla tanınan (ama toplumun sadece küçük bir kesimi tarafından kabul gören) bir noktaya geldiğini söyleyebiliriz. Her kesimden kadının görünürlüğü ve özgürlüğü toplumun sağlığı için kilit noktada durmaktadır. Bu konuda yeni kuşak kadınlarla verimli ve ümit vaat eden çalışmalar yapacağımıza inanıyorum.

A.E.: Uzun yıllardır yurtdışında yaşayan bir yazar olarak, Türkçe yazmak sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor? Kendinizi bu konuda nasıl tanımlarsınız?

Yirmi yıldır yuvamı Türkiye’nin dışında, farklı ülkelerde kuruyorum. Kuruyor, yıkıyor, yol alıyor ve sonra yeniden kuruyorum. Bir ülkeye yerleştiğimde ilk işim oranın dilini öğrenmek oluyor. Bunca hareketlilik içinde esas yuvamın Türkçe olduğunu söyleyebilirim. Eşyalarımın büyük çoğunluğunu arkamda bırakarak göçsem de Türkçe kitaplarımı daima bir ülkeden diğerine taşıyorum. Türkiye’ye geldiğimde bavulları kitaplarla doldurup dönüyorum. Konuşurken dilimin ucuna gelen İngilizce kelimeleri telaffuz etmemek için çaba sarf ediyorum. Bir kelimenin (mesela challenge kelimesi) Türkçe karşılığını bulamıyorsam sözlük karıştırıyorum. İyi Türkçe konuşan insanların konuşmalarını dinliyorum. Açık Radyo daima telefonumda açık. İnsanın anadili bile olsa konuşulmadıkça, dinlenmedikçe lisanı kaybetmek çok kolay. Düzenli egzersiz yapılmadıkça pörsüyen bir kas gibidir dil. Onu işlek tutmak için ben de her gün düzenli olarak çalışıyorum. Türkçeyi yitirirsem evimi yitirmiş olacağım çünkü.

Yaz Sıcağı:

Büşra Tan: 2017 tarihli Yaz Sıcağı’nda bu kez İstanbul’da, Bizans kiliselerinin peşinde uzun soluklu bir maceraya atılan sanat tarihçisi Melike’nin hikâyesine yer veriyorsunuz. Melike ile Petro’nun tarafında şekillenen roman, zamanla tarihsel bir serüvene dönüşen, içerisinde kökü tarihin başlangıcına kadar uzanan birçok parçalanmış hikâye yer alıyor. Melike ile Petro üzerinden kurgulanan bu kitapta tarih ile nasıl bir bağ kurdunuz?

Yaz Sıcağı’nın bir kapılar kitabı olmasını istiyordum. Melike’nin hayatına bir “öteki” giriyor ve Melike onun getirdiği gerçeğe direniyor. Ezberin dışına çıkması gerek şimdi. İçindeki kopuşun ancak geçmişle yüzleşerek yatışacağını uzun süre kabul etmiyor. Kapılarını dışarıdan birine açmak ve onu içeri almak, ezber bildiği iç dünyasını değiştirmek anlamına gelecek. Bunu da biliyor. İstanbul’un Bizans kapıları böyle bir hikâye için uygun metafordu. Bu yüzden Melike’yi sanat tarihçisi, Petro’yu da belgesel yönetmeni yapmak gerekti. Acıların yaşandığı ve üzeri örtülen tarihin tanığı topraklar şifacı ikizler Kozmas ile Damianos’un yaşadığı coğrafyada yer alıyordu. Tüm bu metaforlar aracılığıyla şunu söylemenin derdindeydim: Toplumsal ve bireysel çürüme gerçekten kopuşun sonucu olarak ortaya çıkar. Gerçek, günahlarla beraber toprağın (bilincin) altına gömülmüştür. Onunla yüzleşmedikçe toplumsal ve bireysel yarık derinleşir ve iyileşme mümkün olamaz. Ezberi bir yana bırakıp tarihle yüzleşmek, bunun için de karşı yakanın hikayesini dinlemek zorundayız. Sevda bir kapıdır. Böyle bir dönüşüm için de aşk gibi çok kuvvetli bir katalizör gerekir bize. Şairin dediği gibi Bir insanı sevmekle başlayacak her şey.

B.T.: Bir sanat tarihçisi olarak Melike ile bir yönetmen olarak Petro’nun olaylara bakış açısı, tarihe ve sanata yaklaşımı da dikkat çekici. Bu anlamda, kahramanlarınızı neden özellikle sanat ile iç içe kurguladınız? Bu kişisel tercihler, ele aldığınız hikâye ve örgü içerisinde nasıl bir anlam taşıyor?

Demin de söylediğim gibi, aklımdaki çekirdek mesele yüzünden Bizans şehrinin kapılarını romanda kullanmak istiyordum. Bu çekirdeğe hizmetten Bizans’ı bilen bir karakter yaratmam gerekiyordu. Onunla bağ kuracak kişinin de Bizans kiliselerini kullanması mantıklıydı. Bir roman kurgusu matematik problemi gibidir. Çekirdek meseleye hizmet edecek unsurların nasıl bir araya gelecekleri ince bir hesapla kurulur. Melike’nin sanat tarihçiliği de çekirdeğin mecburi bir fonksiyonu olarak doğdu. Petro’nun mesleği de öyle. Bir de şöyle bir gerçek var: Sanat var olanın altına bakmaktır. Ezber kırmak, kör noktaya düşene ışık tutmaktır. Bir meseleyi o meselenin adını anmadan ifade etmenin yolunu aramaktır. Petro da Melike’nin hayatına tüm bu görevleri yerine getirmek üzere giriyor.

B.T.: Uzun bir süre Atina ile İstanbul arasında mekik dokumuş bir yazar olarak, bu iki şehir ve toplum arasında kurduğunuz bağ, romana nasıl yansıdı? Asırlar boyu bir arada yaşamış bu iki toplum, nasıl zamanla bu kadar ayrıştı ve siz bu konuya hangi noktadan yaklaşmak istediniz?

Toplum problematik bir sözcük. Özellikle Türkiye gibi, Yunanistan gibi çok katmanlı, çok nüfuslu coğrafyalardan söz ederken. Hangi toplumdan söz ediyoruz? Atina’da örneğin kalabalık bir İstanbullu Rum nüfus yaşıyor. Son elli yıldır baskılardan bunalıp İstanbul’u istemeye istemeye terk eden, terke zorlanan, sürülen, kovulan bir nüfus var Atina’da. Onların gözünden baktığımızda görünen Türkiye ile nesillerdir anakara Yunanistan’ında yaşayan Yunanlıların gördüğü Türkiye bambaşka. Öte yandan, iki ülke insanlarının kültürel olarak fazla ayrıştıklarını düşünmüyorum. Ancak tarihe bakarken takılan at gözlüğü, resmî ideolojinin körüklediği tek yönlü tarih anlayışı ve medyanın çığırtkanlığı ile güçlenen düşmanlık algısı iki ülkenin insanlarını birbirinden kopartıyor. Bu da bence yine gerçeği, tarihi, geçmişi ve şimdiki zamanı farklı açılardan ele almadığımız için, ortaklığa değil, ayrılığa odaklandığımız için oluyor. Kıbrıs bu kopuşun hem fiziki alanı hem de metaforu olarak karşımıza çıkıyor. Adanın iki yakasının birleşme ümidi ile biten Yaz Sıcağı benzerliklerin benimsendiği ve kâr amaçlı siyasete hizmet eden düşmanlık söylemlerinin sona ermesini de diliyor. 

B.T.: Yaz Sıcağı’nın en önemli noktalarından birisi de tarihsel ortaklıkların, birlikte yaşama duyusunun nasıl bir kötülük ile yok edildiği, bu kötülüğün kendisine zaman içerisinde nasıl bir yer bulduğu. Bu anlamda Türk-Yunan mücadelesi, karşıtlığı ve bunun tam aksine ortaklığı oldukça önemli bir konu: “Belki de vatan denen şey buydu. Ortak kaderi ve kederi paylaşan büyük bir aile.” (s. 321) Siz bu romana zemin olarak bu ilişkiyi seçerken kendinize nasıl bir alt zemin kurdunuz? Yaz Sıcağı’nda iyilikle kötülük arasındaki “denge” unsuru ne oldu sizin için?

Etrafımızda çok kötülük var. Genç kadınlar, çocuklar güç sahibi erkeklerin tecavüzüne uğruyorlar. Erkekler aklanıyor, kadınlar öldürülüyor, çocuklar intihar ediyor. İktidar sahiplerinin iktidarı katmerlenirken, ezilenler büsbütün un ufak oluyor. Böylesine adaletsiz bir dünyada iyilikten söz etmek anlamlı mı? İyi nedir? Bir seçim midir? Cesaret midir? Öyleyse kötülük derin bir korkunun çok kollu uzantısı mıdır? Kendinden emin ve hayatından memnun bir insan ötekinin canını yakar mı? Ötekinin canını yakarak, ezerek, tecavüz ederek, öldürerek kendine ne katmaya çalışmaktadır? Kötülüğü anlamaya çalışırken bunları düşündüm. İnsanın doğasında üretmek ve korumak kadar yıkmak ve yok etmek güdüsü de var. Bu ikinci güdüyü pompalayarak insanı kötülüğe itmek çok kolay. Toprak/kaynak paylaşımlarını yukarıdan yöneten mekanizma insanın (erkeğin mi demeliyim acaba?) yıkma ve yok etmeye duyduğu zaafı bildiği için, erkeği (evet öyle demeliyim) bu yöne doğru motive ediyor. Eksikliğini ezerek telafi etme ihtiyacında olan herkes bu oyunda piyon olarak harcanıyor.

B.T.: “İnsan toprağa değil hafızaya gömülüyordu çünkü.” (s. 369). Hafıza, kişisel ve toplumsal yaşantımız arasında nasıl bir yerde duruyor? Melike ile Petro’nun hafızası bireysel noktalarda bunca kesişirken toplumsal düzeyde nasıl bu kadar farklı noktalara açılabildi?

Burada şunu demeye çalışıyordum: Birisi sizi hatırlamazsa ölürsünüz. İnsan ardında onu hatırlatacak bir şey bırakmaya çalışır. Zamanın enginliği karşısında yaşam çok küçüktür. Hafızada muhafaza edilenler yaşamın zamana karşı kazandığı ufacık zaferlerdir. Petro ile Melike onlara okullarda öğretilen resmi tarihin yüzde yüz doğru olduğuna inansalardı belki hiçbir zaman bir araya gelemezlerdi. Ancak ikisi de onlara öğretileni sorgulayan, yaşadıkları topluma, doğru bildikleri söylemlere eleştirel bakmayı bilen kişiler. Bu anlamda farklı noktalardan geldikleri halde birleşiyorlar.

Kahvaltı Sofrası:

Bilge Sönmez: Ayfer Tunç’un “Yük” öyküsünden hareketle Kahvaltı Sofrası’nı yazmayı düşündünüz. Siz de öyküde olduğu gibi bu soykırımı gerçekleştiren ya da buna maruz kalan insanlarla, onların çocukları, torunlarıyla görüştünüz mü?

Ben “Yük” öyküsündeki gazetecinin yaptığı gibi kıyıma tanıklık etmiş insanların torunlarıyla yüz yüze görüşmedim. Zaten Karadeniz bölgesinde yaşayan gizli Hristiyanlar, ya da gizli Rumlar ve hatta Romeika konuşan Müslüman halk bile kendini ifşa etmekten özellikle kaçınıyor. Buna rağmen epeyce kişiye sosyal medya aracılığıyla ulaştım. Bana doğrudan öyküsünü anlatan olmadı ama “bir tanıdığın başından geçmiş” diye başlayan nice eposta aldım. Büyük çoğunluk Şirin Saka’nın ailesi gibi Topal Osman çetesinin gerçekleştirdiği Pontus Rum kıyımından canlı çıkmak için veya daha sonra mübadeleden kaçmak için Rum kimliğini gizleyip Müslüman olan ailelerin hikayeleriydi. Aralarında gerçeği öğrendikten sonra mahkemeye başvurup isimlerini değiştiren, Rumca isimler alanlar da vardı. Bu insanlarla uzaktan iletişim kurdum, özel hayatlarına müdahale etmeden öykülerini dinledim.

B.S.: Roman dört farklı kişinin gözünden anlatılıyor: Burak, Selin, Nur ve Sadık. Anlatıcı kadrosunda kendinizi en çok rahat hissettiğiniz, kendinizi bulduğunuz karakter hangisi oldu? En çok kimi konuştururken zorlandınız?

Bu kitaba başlarken tüm hikâyeyi Burak’a anlattırmayı planlamıştım. Çeyreğine geldiğim bir yerde anlatı tıkandı. Bana bir egzersiz olsun, aynı sabahı bir de Selin’e dinleyelim diye düşündüm. Kalemim birden açıldı. Eh, bir de Sadık’ı deneyeyim madem, dedim. O da iyi gitti. Oradan Nur’a geçtim. Aklımdaki kurgunun ancak bu dört kişi artı Şirin’in duvar resmi ile ilerleyebileceğini o zaman anladım. Sadık bölümlerini çok rahat yazdım. Sadık Usta sanki kulağıma konuşuyordu. Selin’de zorlandım biraz. Genç dostum Leyla Borovalı’dan yardım istedim. Onun yardımıyla Selin’in dili oluştu. Nur ve Burak’ın sesleri benzerdi. Aynı geçmişten geliyorlardı ve bana en yakın olan iki karakterdi. Onların dilleri de beni zorlamadı. Sanırım bir karakterden diğerine geçmek elimi rahatlattı bu romanda. Ailenin sırrının duvar resmi ile anlatılabileceğini akıl ettikten sonra takılmadan ilerledim.

B.S.: Romanda Şirin’i konuşturmak yerine resimle kendini ifade etmesini sağladınız. Çevrenizde resimle ilgilenen birileri var mı ya da siz ilgilenir misiniz? Bu fikir ne şekilde ortaya çıktı?

Kurgunun o kısmının üstesinden nasıl geleceğim başından beri aklıma takılıyordu. Şirin’in bile hatırlamayacağı kadar geçmişte bir olay yaşanmış ve Fikret’in ortadan kayboluşu da ailenin üzerinde kara bulut gibi gezinen o meşhur lanet de bu olayla bağlantılı. Ama bunu bize kim anlatacak? Olaylara doğrudan tanıklık eden kimseler ölmüş. Şirin ve Sadık’ın belleği kilitli. Rüya gibi bir şeyle verilebilirdi. Bilinçaltının sızabileceği, Şirin’in bildiğini bile bilmediği bir gerçeği aktaracağı bir araç arıyordum. Onu ressam da yapmam bu yüzden. Böylece kahvaltı sofrasının arkasına düşen duvara, silinen belleğin resmini yaptırdım ona. Şirin Saka karakterine ilham veren iki ressam var: Şükriye Dikmen ve Tiraje Dikmen. Onların eserlerini çok severim. Evimizin duvarlarında da asılıdır. Genetik hafızanın nasıl çalıştığını gösterebilmek için ninesinin çizdiği duvar resmine bakan kafası dumanlı bir Selin bana yetti.

B.S.: Pontus Rumlarının kıyımından başlayarak birçok toplumsal/politik olaya; 80 Darbesi, “Hayata Dönüş Operasyonu” adı altında yaşananlar, Gezi Parkı olayları, hatta Büyük Marmara Depremi ve günümüzde yaşanan ekonomik sıkıntılara dek görünür kılmaya çalıştığınız birçok mesele var. Tüm bu sorunlara değinirken kendinizi nasıl hissettiniz?

Geçmişte yaşanmış kıyımları yazarken bunların bir defalık şeyler olmadığını hatırlatmak istedim. Pontus Rumlarının çektiği eziyet, Ermeni kıyımı, Dersim, Küçük Asya Felaketi, Maraş olayları, Kanlı 1 Mayıs, Hayata Dönüş Operasyonu… Bunlar bir zamanlar yaşanmış, bitmiş acı olaylar değildir. Zulüm bu coğrafyada devam etti ve ediyor. Odağını değiştirse de ezen ve ezilenin hikayesi aynı kalıyor. Ve bir çoğumuz hâlâ bize okulların, medyanın ya da muktedirin dikte ettiği geçmişi/ şimdiyi/ gerçeği sorgulamadan ezbere kabul ediyoruz. Buna işaret etmek istedim. Özellikle Nur’un gazeteciliği bıraktığı anda düşündükleri aracılığıyla.

B.S.: Ben romanı bitirdiğimde, Şirin’in gözünden tüm bu anlatılanları geçmişiyle ve bugünüyle tekrar okumak istedim. Var mı böyle bir düşünceniz?

Bu soruyu öyle çok kişi sordu ki! Doğrusu, hayır böyle bir niyetim yok. Ama şunu söyleyebilirim: Edebiyat bir kuledir. Şirin’den ilham alan ve onun hikayesini merak eden biri onun öyküsünü yazmakta serbesttir. O kuleye bir taş da diğer yazarların kaleminden çıkan bir Şirin öyküsü olarak eklenir.

Yitik Ülke:

Esin Hamamcı: Yitik Ülke kitabınızda -içindeki aynı adlı öyküde de- “yitip giden”, kaybolan pek çok değerin altını çiziyorsunuz. Sizin için bu değerleri kaleme almanın önemi nedir?

Hayatın çok hızlandığı ve birçok yaşantının yüzeysel gelip geçtiği çağımızda yitirdiklerimizin farkına varmak akıl sağlığımız için önemli. Yasını tutmadan toprağa, geçmişe gömdüklerimiz bilincimizde ciddi bir yarık açıyor. Bu da bireysel ve toplumsal düzeyde bir şizofreniye yol açıyor. Durmak, düşünmek, yüzleşmek, hesaplaşmak ve yas tutmak gerekli. Bunlara vaktimiz kalmadığında sadece yüzey duygular en kaba halleriyle hayata hâkim oluyor ve öfkenin, korkunun, doymayan arzunun başı çektiği bir toplum ortaya çıkıyor. Bu yüzden kaybolan değerleri, yası tutulmamış kayıpları kaleme alıyorum.

E.H.: Sizin için, Yunanistan ve Türkiye’yi sayarsak iki ülkeniz ve iki kimliğiniz var diyebiliriz. “Ülke” ve “kimlik” kavramları sizin için ne ifade ediyor?

Milliyetçilik ideolojisiyle aram asla iyi olmadı. Kendimi bir millete ait hissetmiyorum. Ülkem için İstanbul diyebilirim. Yuvam için ise Türkçe. Kimlik bir yapıdır. Üzerimize geçirdiğimiz bir giysidir. Kriz anlarında ondan sıyrılır, insan oluruz. Hatta kimi varoluş mücadelesinde artık insan bile değil canlı olduğumuzu hatırlarız. Can taşıyan tüm bedenlerle bir görüyorum kendimi. Yaşamaya, hayatta kalmaya, üremeye, üretmeye hayatını vakfetmiş bir canlı. 

E.H.: Pek çok dilde okunan bir yazarsınız. Okurunuzu geniş bir alanda yakalamak size nasıl hissettiriyor? 

Beni öncelikle Türkçe okurlar ilgilendiriyor. Ben Türkçe yazıyorum ve Türkçe edebiyatın bir parçasıyım. İç dünyamı, hayal gücümü, yüreğimi yakan meseleleri ifade edecek sözcükleri, metaforları Türkçede arıyorum. Orada buluyorum. Diğer dillerde eserlerimi okuyan okurla aramızda ister istemez bir bariyer var. Çeviri bariyeri. Dili, anlatımı, ritmi önemseyen bir yazar olarak eserlerimi tercümeden okuyan bir okurla kolay kolay gönül bağı kuramıyorum. Belki zamanla olur o da. Şu anda üzerine titrediğim okurum beni Türkçe okuyanlar. Öte yandan kitaplarımın İngilizce dahil dünyanın pek çok dilinde çıkması beni mutlu ediyor. Yıllardır benden kitap bekleyen yurt dışındaki dostlarım, eşim, Yunanistan’daki ailem nihayet kurgu dünyama dahil olabiliyorlar. Onlarla, ortak dostlarımızmış gibi romanlarımın karakterlerinden söz etmek hoşuma gidiyor.

E.H.: Yitik Ülke, ismiyle birlikte bir yok-yere işaret ediyor. Örneğin, İstanbul eserlerinizde nostaljik açıdan da ele alınıp inceleniyor. Geçmişle şimdi arasında bağlantılar kurarak bugün şehirde olanlara ve olmayanlara, hatta olamayanlara göz gezdiriyor. Sizin için İstanbul’da “yitip giden”lere bakmanın karşılığı nedir?

Kozmopolit İstanbul’un yok oluşudur. Yetmiş sene öncesine kadar Levantenleri, Beyaz Rusları, Rumları, Ermenileri, Yahudileri, Kürtleri, Türkleri, Müslümanları ile bir kozmopolit bir demografiye sahip olan İstanbul’un bugün tek dilli, tek dinli, tek milletli, üreten değil tüketen bir alana dönüşmesine bakmaktır. Kentsel dönüşüme bakmaktır. İnce detaylarla süslenmiş, ferforjesinden melek heykellerine, zemin mozaiklerinden renkli vitraylarına kadar her ayrıntısına özenilmiş yapıların renovasyon adı altında plastiğe dönüşmesinin yasını tutmak, isyan etmek ve kurtarılabilecek tüm güzellikleri kurtarabilmek gayesiyle dayanışmaktır.

E.H.: Öykülerinizde kadınların yazma eylemi üzerine özellikle değiniyorsunuz. Onlar bir nevi yazarak var oluyorlar. Buralardaki yazar imgesi üzerine ne söylemek istersiniz? Örneğin Suat Derviş gibi hayatını yazmaya adamış bir kadına da gönderme yapıyorsunuz… 

Suat Derviş biz kadın yazarlara ilham veren, örnek teşkil eden bir kadın. Yılmıyor. Yazıyor. Sizin de dediğiniz gibi yazarak var oluyor. Bir erkek hayatını yazmaya adadığında, meslek sahibi bir insan olarak algılanıyor. Oysa bunu bir kadın yaptığında, yazarlık asla tam zamanlı bir iş olarak görülmüyor. Parmakla sayılacak kadar az sayıda kadın yazarın kocasının ve çocuklarının içinde yaşadığı meskenden ayrı bir yazı evi tutma ayrıcalığına sahip örneğin. Payımıza düşen yazma vakti (ve hakkı) ancak çocuklarımız okuldayken, bakıma muhtaç hastalarımız dinlenirken veya akşam herkes odasına çekildikten sonra… Bu konuda bir fark yaratabilmek gerçekten mücadele. Ortalık dağınıkken, evin komuta etmeniz için gözünüzün içine bakılırken defterinizi, bilgisayarınızı sırtlayıp hadi ben yazmaya gidiyorum, diyebilmek. Her gün, her an verilen bir mücadele çünkü dün kazanılan zaferler ertesi güne silinmiş olarak uyanıyoruz. Ama biz kalabalığız. Birbirimizden destek alabiliyor, birbirimizde moral bulabiliyoruz. Suat Derviş ise yalnız bir kadın. Bu mücadeleyi tek başına veriyor. İçim daraldığında onu düşünüyorum. O bir yolunu bulduysa ben de bulurum diye düşünüyorum. Bu yüzden de ona birçok öykümde ve en son çıkan romanım Çember Apartmanı’nda selam çakıyorum. Yazan karakter yaratmayı seviyorum çünkü yazarlık hakkında düşünmeme olanak veriyor. Benim karakterlerim de çoğunlukla kadın oldukları için yazan kadınlar ortaya çıkıyor. Ama yazan erkeklerim de var. Yitik Ülke kitabımdaki Ev öyküsündeki Stelyo gibi. Çember Apartmanı’nda Periklis. Saklambaç’ta Eda’nın babası Ege. Yazarken, yaşam hakkında olduğu kadar yazmak hakkında da düşünüyorlar. Sözcük seçimlerinin bile politik bir tarafı olduğunu anlıyorlar.

Emanet Zaman:

Dilek Sarıboğa: Emanet Zaman konusu ve karakterleri açısından 20. yüzyılın başlarındaki İzmir’in -o dönemki ismiyle Smyrna’nın- farklı milletlerden oluşan kimliğini temsil ediyor. Tarihi ve çok dilli/milletli bir şehri kurguya yerleştirmek için nasıl bir hazırlık süreci yürüttünüz?

Emanet Zaman’ı iki senede yazdım. Bu iki sene boyunda ABD, Yunanistan ve Türkiye’de çok kapsamlı bir araştırma yürüttüm. Dönemin moda dergilerinden gazetelerine, mutfak araç gereçlerinden kıyafetlere, sinemalara, tiyatrolara kadar her bir ayrıntıyı ince ince araştırdım. Siyasi tarihi sular seller gibi öğrendim. Dönemin savaşlarının arka planındaki siyasi, ekonomik stratejileri okudum. Büyük devletlerin aralarındaki pazarlığın Anadolu coğrafyasında yaşayan insanların ilişkilerine nasıl yansıdığını iyice kavramaya çalıştım. O dönem yazılmış romanları, öyküleri, günlükleri okudum. Kartpostallar, fotoğraflar ve çok az da olsa bulunabilen film kayıtlarını izledim. Emanet Zaman’ı yazdığım yıllarda aklımın bir tarafı daima yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde dolanıyordu. O kadar ki Panayota’nın saten pabuçlarını bir antikacıdan satın aldım. Yazarken bilgisayarımın yanında tutuyordum. Yüz yıl önceki dünyaya açılan bir geçit gibiydi o pabuçlar. Hâlâ çalışma odamda tutuyorum onları.

D.S.: Emanet Zaman’da Rum, Ermeni, Levanten (Fransız, İngiliz) Türk, Hintli; zengin, orta sınıf, alt sınıf çeşitli milletlerden ve sosyal sınıflardan kimselerin bir arada bulunduğu, oldukça geniş bir karakter kadrosu göze çarpıyor. Sizin için roman bu bağlamda bir temsil aracı olabilir mi?

Evet. Elbette. Emanet Zaman’a başlarken eski (19. Yüzyıl) kozmopolit İzmir’i her yönüyle yansıtmak isteği ve niyeti ile yola çıkmıştım. 19. Yüzyıl İzmir’i zengin, neşeli, çok dilli, çok dinli ve çok milletli, Doğu’nun İncisi diye bilinen güzel bir kent. Hemen her kesiminde eğitime, kültüre, edebiyata değer verilen bir hayat sürülüyor. Kadınlar kamusal yaşama rahatlıkla dahil oluyor. Şehrin güneyinde ve Kadife Kale civarındaki Türk mahallerinde yaşan kadınlar bile Osmanlı’nın diğer kentlerine kıyasla rahatlar. Üst sınıf kadınlar eğitim alıyor. İzmir’in (Smyrna’nın) bir zamanlar sahip olduğu maddi ve manevi zenginliğini vurgulayabildiğim ölçüde vurguladım. Büyük devletlerin güç oyunları yüzünden kültürel, demografik ve estetik anlamda ne denli zengin bir coğrafyanın yok edildiğini göstermek istedim. Eski İzmir’in katmanları belirginleştikçe onu yok eden tek millet/ tek dil/ tek din ideolojisinin İzmir’e verdiği zarar da o denli o ortaya çıkacak, kaybımız bizi o denli çarpacak diye umdum.

D.S.: Roman bir doğum sahnesiyle başlıyor; yine romanın devamında aynı doğum sahnesi dikkatli ve detaylı biçimde işleniyor. Doğumun “Emanet Zaman” içerisinde temsil ettiği özel bir anlam var mı?

20. yüzyıl başı, savaşlar çağı başlamak üzere, Jön Türk hareketi güç kazanmış, İttihat ve Terakki yönetimi ele almış, Osmanlı’nın kaderi değişmiş… Çok şeyin doğmakta olduğu bir çağda Şehrazat dünyaya geliyor. Sonraki yüz yıl boyunca da hayatta kalacak, sessizliğini korusa da bize hikayesini anlatmayı başaracak. Başka doğumlar da var Emanet Zaman’da. Katina’nın doğumu, Eylül 1922’de rıhtıma yığılmış Rum mültecilerden genç Maria’nın doğurması, ebe Meline’nin doğurttuğu bebekler. Kadınlar arasındaki ağdan oluşan bir kurguda doğumların olması kaçınılmazdı. Ayrıca Şehrazat’ın esrarı da bu ilk doğumda gizli. Kurgu hep bu soru etrafında dolanıyor. Suskun Şehrazat, bize anlattığı karakterlerin hangisidir? Başına ne gelmiştir de adı Şehrazat olmuş, dili tutulmuştur? Onun sözü doğurtması da bir doğumdur aslında. Çember tamamlanıyor ve romanın sonunda karanlıkta, kuytuda kalmış bir hikaye doğuyor. Doğum, bir kitabın okuruyla buluşması da sayılır.

D.S.: Romanın anlatımında sahnelerin ve diyalogların yoğun olarak kullanıldığını bu sebeple sahnelenmeye müsait olduğunu görüyoruz. Hatta romanın Yunanca tanıtımı için bir kısa film de çekilmişti; sizce Emanet Zaman’ın senaryo metni olarak bir uyarlaması yapılabilir mi?

Bu soruyu soran da çok oldu. Ben kitaplarımı film sanayine kaptırmaktan ürküyorum. Yazarlar, kitaplarından yapılan filmlerden çoğunlukla memnun kalmazlar. Milan Kundera’ya Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği filme çekilirken, ne hissediyorsunuz diye sormuşlar. “Gözümün önünde kızıma tecavüz ediliyormuş gibi” diye yanıt vermiş. Öte yandan, günümüzde dijital teknolojiyle öyle güzel işler yapılıyor ki, Emanet Zaman’ı yazdığım yıllar boyunca hayalimde canlandırdığım dünyayı beyaz perdede görmeyi istiyorum. Bir yandan şu da var: Emanet Zaman siyasi bir kitap. Devletlerin hoşuna gitmeyecek derecede “doğrucu” bir hikâye. Onu bir milleti diğerinden üstün göstermeyecek biçimde filmleştirecek bir yapım ekibi ortaya çıkarsa ve senaryolaştırma esnasında son sözü benim söylememe izin verirlerse olabilir.

D.S.: Romanda milli mücadele yılları ve Türk-Yunan Savaşı’nın Türklerle birlikte Osmanlı Devleti tebaasında bulunan Rumlar ve Levantenlerin bakış açısından yansıtıldığına şahit oluyoruz, bunun bir “yüzleşme” biçiminde olduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzleşmenin Türk okurlar tarafından tepki toplayabileceği konusunda bir çekinceniz oldu mu? Romanın bu yönü Türk okurlar tarafından nasıl karşılandı?

Böyle bir çekincem olmadı. Artık Türkiye insanı da tarihiyle yüzleşmeye hazır sanırım. Hiçbir savaş günahsız olmaz. Kurtuluş Savaşı da buna dahildir. Askerlerin kimisi düşmandan saydığı sivil halka saldırır, kadınlara tecavüz eder. Yunan ordusundan kimi asker de yapar bunu, Türk ordusundan askerler de. Bu İzmir’de de böyle olmuştur, Kıbrıs’ta da. Taraflar acılarını yüceltip, ettikleri zulümleri ortak hafızadan silmek için çeşitli stratejiler geliştirirler, ulusal belleğe yerleştirmek üzere anlatılar üretirler. Hikâyenin içeriği hep aynıdır. Oyuncular değişir. Koyu Atatürkçü kimi okurlardan bazı tepkiler aldım. Ama çok nadiren. Okurlardan genellikle şunu duydum: İçin için doğru olduğunu bildiğimiz ama bildiğimizi bile bilmediğimiz bir gerçeğe gözümüzü açtığınız için teşekkür ederiz.

Yağmur’dan Sonra:

İpek Bozkaya: Yağmur’dan Sonra’da Vedik kültürün ve Budizm’in düşünme şekillerinin yansımaları var. Hatha Yoga eğitmeni olduğunuzu biliyoruz. Ben bir okur olarak Yağmur’dan Sonra’da duyguların ve düşüncelerin böyle iyi verilmesini yoga pratiğiyle paralel düşündüm. Siz katılır mısınız?  

Evet doğru. Yağmur’dan Sonra’yı yazdığım sıralarda Dr. Robert Svoboda’nın vedik kozmoloji derslerine giriyordum. Orada insanlığı en eski mistik sistemi olan vedalarda evrenin nasıl tahayyül edildiğini öğreniyorduk. Yağmur’dan Sonra’yı uzunca bir öykü olarak tasarlamıştım. Vedalara dair bilgiler, yaşam ve ölümü sorgulayan bir öyküye uygundu. Oraya iyi yerleşti.

İ.B.: Yağmur’dan Sonra’da sadece kadim doğunun değil Antik Yunan ve Orta Asya kültürlerinin de esintileri var. İnsanlığın sonunu anlatan bir romanda, bu şekilde bir kültür yelpazesiyle bir metin oluşturmayı insanlığın paletini göstermek için mi tercih ettiniz? 

Yağmur’dan Sonra’nın anlatıcısı Kaya’nın hikayesini aktardığı yıllarda, yeryüzündeki insan nüfusu iyice azalmış. Savaş, salgınlar, doğurganlığın azalması, iklim felakatinin kaçınılmaz sonucu olan kuraklık ve yangınlardan geriye bir avuç insan kalmış. Gezegenin uzak noktalarına dağılmış olan insan toplulukları ayrılıkların değil benzerliklerin farkına varmış. Örneğin Muhtar ile Kaya, dünyanın iki ayrı ucundan gelen iki erkek olarak birbirlerini anlıyorlar. Oysa Kaya Muhtar’ın dilini bile doğru dürüst konuşamıyor. Yağmur’dan Sonra’da kültürün dünyayı saran çok renkli bir kuşak gibi insanlığın ortak eseri olduğunu ve yine insanın eliyle parçalanıp gittiğini anlatmak istedim. Antik Yunan, Orta Asya, Tasavvuf, Vedalar ve hatta modern bilim evrenin ana maddesi hakkında hep aynı şeyi söylüyorlar aslında: Zerrede bütünü görürsün, bütünde zerreyi. Yağmur’dan Sonra bu fikrin içinden çıktı.

İ.B.: Yağmur’dan Sonra’yı yazmanızda ve insanlığın sonu fikrinin bir kurgu malzemesi olarak şekillenmesinde neler etkili oldu?  

Margaret Atwood’un Antilop ve Flurya kitabıyla konuşan bir hikâye yazmaktı amacım. O kitapta, insan icadı bir virüsün yaydığı salgın sonucunda dünya yüzündeki insanların hemen hepsi ölüyor. Doğrusunu isterseniz bu fikir bana hiç de karamsar gelmiyor. Aksine gezegendeki diğer canlılarının nasıl bayram edeceğini düşündükçe mutlu oluyorum. Denizlerin temizleneceğini, göklerin açılacağını, arıların tekrar bal yapacağını… Yağmur’dan Sonra’da da Krundep gibi bir metropolü (ki Tayland’da bir süre yaşamış herkes Bangkok’un Tai dilindeki karşılığının Krundep olduğunu bilir!) doğanın geri alışına dair sahneler var. Ağaçlar terk edilmiş binaların arasından boy veriyor. Krundep yeniden cangıla dönüşüyor. İnsan türü yaşamını sürdürdükçe iklim felaketinin önüne geçemeyeceğimizi, gezegeni kurtarmak için üremekten topluca vazgeçmemiz gerektiğinin altını çizen bir öyküdür Yağmur’dan Sonra.