
Esin Hamamcı
esin.hamamci@gmail.com
Defne Suman’ın Yitik Ülke kitabı gitmek, kalmak, kayıp olanı aramak ve kadınlık hâlleri gibi konuları içeriyor. Kitapta 15 öykü var. Her birinin ortak teması ise “aramak” diyebiliriz. Kayıpları ararken açılan yollarla, yeni buluşlarla “yitik ülke”nin kapısını aralıyor bize yazar.
“Yitik ülke”deki ülke, gerçek anlamıyla da ele alınıyor tabi. Öykülerde sıkça İstanbul Rumlarının İstanbul’dan acılı ayrılış serüvenine değiniliyor. Bu konunun en detaylı olarak ele alındığı diyebileceğimiz ve kitabın da adını oluşturan “Yitik Ülke” hikâyesi ise kitabın en sonunda yer alıyor. Bir ülkeyi yitirmenin kuşaklara nasıl yansıdığı, onlarda ne izler bıraktığı anlatılıyor.
“Yitik Ülke”de yitip gitme eylemi tekrar sorgulanır. Anneannesi bir gün ortalıktan kaybolan hikâye kahramanı, Atina’dan İstanbul’a gelir. Babası ise yedi göbek Atinalıdır, İstanbul’dan korkar. Kendisinin Türkçesi diğer aile fertlerine göre daha iyi olduğu için atlayıp İstanbul’a gelir. Burada bir kayıp ve yeniden keşif yaşayacaktır. Böylece Defne Suman’ın diğer öykülerinde de sıkça rastlayacağımız kaybetme/bulma ikilemine burada da rastlarız. Kahramanımız şehri iyi bilmektedir ancak şehre iner inmez, artık İstanbul’un kendi belleğini yitirdiğini fark eder:
“İstanbul her defasında olduğu gibi beni gerçekliğiyle sarstı. Metroyla yayamın evine giderken uzaktayken hasretini duyduğum şeylere kavuşmak için İstanbul’da ne çok çaba harcamam gerektiğini hatırladım. Bu her sene böyle olurdu. Kışın İstanbul’u, vapurları, Büyükada’nın çamlarını, Beyoğlu’nun kahvelerini, Nişantaşı’nda dostlara rastlayıp hemen bir yere çöküvermeyi özlerdim. Yaz başlarında İstanbul’a vardığımda ise iki dirhem sefa ve güzellikte uğruna çektiğim zahmet ve etrafımdaki kasvet beni şaşkına çevirdi. Şehrin kendisi değil, bendeki bellek kaybıydı beni çarpan. İstanbul’dan uzaklaştığım an, gerçeğinin yerini imgesi alıyordu. Tüm seneyi bir imgeyi özleyerek geçiriyordum.”[1]

Kahramanımız belleği “yitip giden” bir İstanbul içerisinde “yaya”sını yani anneannesi İsmini’yi aramaya devam eder. Kendi ailesinin de ayağının altından çekip alınan bir İstanbul’da, onun yaşıyor olduğuna inanarak Rum ve Ermeni komşulara sorar. İsmini’nin bir cinayete kurban gittiğinden şüphelenilir. Komşusu Ani teyze, en son birlikte pazara gittiklerini söyler. Hikâyeyi anlatan anlatıcının da ismi, yayasının ismiyle aynıdır, yani onun da adı İsmini’dir. Burada hem kendi belleğini kendi “ismini” hem de anneannesini aramaktadır. Sokaklarda dolaşırken aklı, önceleri gündüz gezdiği eski Bizans tapınaklarına gider. Bir zamanlar onlar hakkında notlar alıp, gezip üzerine tez yazmak istemiştir. İsmini, kırk yıldır aynı evde yaşayan anneannesinin kim olduğunu bir türlü çıkaramayan mahalleliye, onu bulamayan komiser Murat’a sinirlenir. Bu evde aradığı şeyin artık yayası değil, aynı zamanda kendisi ve eski bir şehrin kalıntıları olduğunu fark eder:
“Onun evin yolunu bulmasını bekliyorum, diyemedim. Sadece anneannemin değil, yolun da çoktan kaybolduğunu söylemesinden korktum galiba. Köprü bile o köprü değildi artık. Telefonu kapattık. Biraz buruk. Biraz eksik. Salona dönüp yemek masasına, kâğıtlarımın başına geçtim. Eşyaların arasında ısrarcı bir hayalet beni izliyormuş gibi geldi.” (s.198)
Kitabın son öyküsünden ilk öyküsüne geçecek olursak “Çizgiler”, anlatıcının Berin Yenge’sini rüyasında daha doğrusu kâbusunda görüp onu görmeye gitmesiyle başlıyor. Berin Yenge’nin yaşayıp yaşamadığını bilmiyor ve geçmişte de gördüğü bir rüyanın iziyle onun peşinden gidiyor. Bir sonraki “Ev” öyküsünde de anlatıcı kayıp olan kediyi aramak üzere dışarı çıkıyor. Kayıp olanı arama, yitirilenin peşinde gitme, kahramanlar için yeni yeni yolculukların kapısını açıyor. Böylece “Ev” hikâyesinde de olduğu gibi “ev”in gerçekten neresi olduğu sorgulanıyor Yitik Ülke’de. Atina’dan Türkiye’ye araba kullanarak tek başına babasının köyüne gelen anlatıcının pandemiyi burada geçirrdiğini öğreniyoruz. Derslerinin hepsi çevrimiçine alınmış bir akademisyen, yolculuğa kedisiyle çıkmaya karar veriyor. Böylece babasının köyüne varıp, insansız, virüssüz, maskesiz yalnızlığına varmak üzere yola çıkıyor. Bu sırada ise yazar arkadaşı Stelyo telefon ediyor. Anlatıcının yıllar önce anlattığı, anneannesinin gençliğinde İstanbul’da bilerek kaybolması hikâyesini, yazmak istediğini söylüyor:
“ ‘Duydun mu Stelyo? Bana anneannenin öyküsünü yazabilir misin?’
Birden aklıma Küçük Prens geldi. Bana bir kuzu çiz. Hatta esprisini de yapacaktım ama o anlatmaya dalmıştı. Bir öykü seçkisi hazırlıyormuş. Şehirde yolunu yitiren insanlar, eve dönmeyen lise öğrencileri, durağı geldiği halde otobüsten inmeyen adamlar… Anneannemin öyküsü de bu kitapta yer alsın çok istermiş. Kızdım. Yazmak öyle kolay mı, hem ben yazar mıyım, yazar sensin, ben anlatayım sen yaz. İçimden geçenleri duymuş gibi hepsini yerle bir edecek kozunu oynadı.
‘Anneannenle ilgili bir şeyler yazmak istediğini sen de söylemiştin.’
Sustum. O da sessizliğimi fırsat bildi.” (s.24)
Arkadaşı için “zavallı İstanbullu Rum azınlıklar hakkında bir roman yazacaktı belki,” der ve kapatır. Anlatıcı buradan sonra asıl hikâyesi yazılması gereken kişinin anneannesi değil, dedesi olduğuna karar verir. Sonradan Atina’ya gelip yerleşen bu arkadaşına asıl dedesinin hikâyesini önermelidir ona göre. Çünkü bu arkadaşı İstanbullu Rum’lara çok meraklıdır ve onlara “nesli tükenmiş egzotik bir tür gibi” bakar. Kendi dedesinin oyuncakçı dükkânı 6-7 Eylül olayları sırasında talan edilmiştir. Böylece aileyi ikiye bölen sürgün serüveni başlamıştır. Yazar arkadaşının dirseğinin üzerinde doğrulmuş, “haydi daha da anlat,” der gibi hali, onu ağzını açtığına pişman eder. Bu “yitiklik” öyküsünde herkes kendisine bir öykü bulmaya çalışmaktadır yazara göre. Bu da onu rahatsız eder.
“Eylül Konukları” öyküsünde yine küçük bir köyde yapılan tatile kaçma söz konusu edilir. Günsar Pansiyon’un sahibi Rıza Günsar’ın üç bölümden oluşan yazısının “Eylül Konukları” bölümüyle açılır öykü. Eylül’de pansiyona gelen konukların yeri ayrıdır onun için. Yine burada da bir kaçma eylemi üzerinden bir aidiyetlik meselesine, “ev”in neresi olduğuna değinilir.
Öykülerinde çekip gidebilmenin getirdiği özgürlükle birlikte cesarete de değiniyor Suman. Bunu yaparken ise koku ve sofra unsurlarını sıkça kullanıyor. Pek çok öyküde geçen “taze ekmek” kokusu bir eve, aidiyeti olan bir yere işaret ediyor örneğin:
“Alışkanlıkların adamıyım. Orası doğru. Yaz kış demeden sabah altıda kalkarım. Köye yürür, kahvaltı için taze ekmek, gazete alırım. Balıktan dönen balıkçılarla laflarım, taze balık varsa bir iki kilo temizlettiririm.” (s.29)
Çoğunlukla deniz kenarı mekân olarak seçilmiştir Yitik Ülke’de. Bu da her an bir yere limandan demir atmaya işaret eder niteliktedir. Yolculuklara açık bir kitapta deniz kenarı mekânların seçilmesi de tesadüf olmamalıdır. İki şehirde yolculuk hâlinde yaşayan yazarın da biyografisi, bu seyahat eder hale eklemleniyor olmalı. Daha kitabın ilk sayfalarında yer alan balıkçı takaların seslerine deniz kokusu da karışıyor ve yolculuk koku hissiyle vurgulanıyor.

Suman’ın öykülerindeki önemli unsurlardan biri de sofralar. Geleneksel sofralar, rakılı balıklı özenle hazırlanmış sofralar çok önemli, zira yazarın Kahvaltı Sofrası adlı bir kitabı da mevcut. Örneğin “Ev” öyküsündeki “evsizlik” hâli, daha doğrusu bir yere ait olamama hissi, yazar arkadaşını evine çağırmak isteyen bir akademisyenin mutfağının boşvermişliği ile gösteriliyor: “Onu buraya nasıl çağıracağımı düşünmeye dalmıştım. Ortalık dağınıktı. Makarna pişirdiğim tencereyi saymazsak bulaşıkları yıkamıyordum.” (s.24)
“Eylül Konukları” öyküsünde ise, yerleşiklik duygusu yılların alışkanlıklarıyla kurulmuş sofralarla anlatılıyor:
“Balıktan dönen balıkçılarla laflarım, taze balık varsa bir iki kilo temizlettiririm. Aysel, tekiri, barbunu pek güzel kızartır. Öğlen bir şişe birayı önceden buzlukta soğuttuğumuz bardaklarımıza bölüştürür, balıkla salata yeriz. Marulu, turpu, domatesi pansiyonun bahçesindeki küçük bostanımda yetiştiririm.” (s.29)
Sofralar aileleri bir araya getiren, tatlı anlar yaratan, olumlu atmosferler kurulması için kullanılan bir alana dönüşür:
“İnsanın kendi pansiyonunun odasında, denize nazır balkonunda, konuk gibi yemek yemesi bir tuhaf oluyor. Ben her defasında yerimi yadırgadım. Ahmet Bey sağ olsun kadehimi boş bırakmadı. Aslen öğlende rakı içmem. Aysel derseniz bir baktım, beyaz şarabı lıkır lıkır götürüyor. İyi vallahi. Afiyet olsun hanım. Sonra pişman olma da! Kadehler kalkıyor. Erkekler rakı, hanımlar beyaz şarap içiyor. Çocuklara kola, vişne suyu yetiştiremiyoruz. Bittikçe aşağıda koşuyorlar, lobideki buzdolabına bozuk para atıp yenisini alıyorlar. Birisi de demiyor, bu kadar şeker sağlığına zararlıdır çocuklar. Neyse, bize laf düşmez.” (s.53)
Yine bir sahnede güzel soslu makarnalar hazırlanırken, bir başka öykünün sofra sahnesinde ise üzüm asmasının altındaki kahvede adaçayı içenlerin mutluluğu yemek kokusu ve mutluluk hissi üzerinden anlatılır.
Defne Suman’ın Yitik Ülke’si, İstanbullu Rumların aidiyetlik duyguları üzerine yeniden düşündürtüyor. “Ülke”sizlik veya yerleşmişlik duyguların anlamlarını yeniden irdeliyor. Bunu yaparken ise güzel sofraların etrafına birleştirdiği pek çok “yaralı” ve “kaçak” karakterlerini serpiştirerek, bize onların öyküsünü anlatıyor.
[1] Defne Suman, Yitik Ülke, İstanbul, Doğan Kitap, 2021, s.188.