Deniz Poyraz
Eser Gürson, kendisinin de içinde bulunduğu 60 Kuşağı’nın “nitelikli bir edebiyat kuşağı” olarak kadrolaşıp gelişmesi yolunda ciddi çabalar gösteren önemli bir eleştirmen ve akademisyendi. Edebiyat dünyasında “60 Kuşağı’nın eleştirmeni” olarak tanındı. Yazdıklarından da kolayca anlaşılacağı üzere, 1960’ların edebiyatını bazen kuşaklara ayırarak, bazen de bu kuşaklara mensup sanatçıların eserlerini bir bir inceleyerek, okurlarını daima “edebiyattan yana” durmaya davet etti.
Geçtiğimiz ay Ketebe etiketiyle yayımlanan Edebiyattan Yana ve Diğer Yazılar adlı derleme, aynı zamanda Gürson’un tamamlaya ömrünün vefa etmediği İlhan Berk’i Derleyip Toplama Denemesi adlı eserlerinden ve son yıllarında Atlılar dergisinde yayımlanan bazı metinlerinin, belirli bir bütünlük gözetilerek hazırlanmış hâli. Gürson, geçmişte olduğu gibi bu yazılarında da Hüseyin Cöntürk ve Asım Bezirci gibi isimlerin öncülüğünü yaptıkları nesnel ve bilimsel eleştiriye yakın düşen bir anlayış sergiliyor.
Derlemenin ilk ve en büyük bölümü olan Edebiyattan Yana’da, 60’ların yeniliğinin ve “deviniminin” şiir, öykü ve romandaki yansımalarına bakılıyor. Birinci ve İkinci Yeni şiiriyle beraber ara kuşaktan şairlerin, yarının şiirini bina ederlerken, dünün şiirinden ne yönde etkilendikleri üzerinde duruluyor sıkça. “Şiirde geçmişe hiçbir şey borçlu olmayan tam bir yenilik yoktur,” diyen ve hatta “Salt orijinal olan, salt kötüdür” anlayışıyla üreten T. S. Eliot’u hatırlatarak, akımların yalınlaşmalarını sıfıra indirgemelerinin olanaksız olduğunu ifade ediyor.
Yine de, kendinden önce işlenmiş olanakların içinde tutsak kalış bir talihsizliktir Gürson’a göre. Edebiyat evrimi yıllanmış şarapla doğru orantılı olamayacağı için, aşındırılmış eşikler üzerinde uyuşup kalmanın; yeni değerlere, özgünlüklere, başarılı özelliklere uzak düşmesi doğaldır. “Birinci Yeni, on yıl boyunca öncülerine ulaşamayan çömez şairlerin elinde soysuzlaşıp gitmişti.” Bu akımın da en büyük şairleri yine o akımın öncüleri olmuştu. Ardından gelen Mavi kuşağı, “soysuzlaşmaya başkaldırmakla birlikte” ancak Birinci ile İkinci Yeni arasında bir ara kuşak tahtına oturabilmişti. Ayrıca, “İyi bir sanatçının yetişmesinde ortam uygunluğunun önemi yadsınamaz,” diyor Gürson. Fakat iyi sanatçının da kuşağından bağımsız olarak her durumda kendini kurtarabileceğini söylüyor. Beş Hececiler sonrasının A. H. Tanpınar’ı; Birinci Yeni sonrasının M. Eloğlu’su; Mavicilerin A. İlhan’ı özel yerleri olan bu tip şairlerdendir, diyor.
Günümüz okuru, Eser Gürson’un kendi devrinin öyküsü üzerine yazdıklarını okurken, şimdinin öyküsünden de pek çok şey bularak gülümseyecektir. Zira, sanatın diğer dallarına pek benzemeyen, talihsiz bir yazgısı var öykünün. Gürson, bu türün gereğince önemsenmediğinin, istenilen ölçüde ilgi görmediğinin altını çizmiş o vakitler. Hatta başlı başına bir edebiyat türü olarak benimsenmediğini iddia etmiş. Bunu okur için söylemiyor elbette. Söz ettiği ilgisizliğin yazarlardan ileri geldiğini düşünüyor. Yazarların öyküyü bir üslup deneyinin, roman yazarlığının ilk ve gerekli adımı olarak görmelerinden yakınıyor. Bu hususta Yaşar Nabi’nin Erdal Öz ile öykü üzerine giriştiği bir tartışmayı hatırlatıyor.
Tanzimat’tan günümüze değin, kendini eleştiriye adamış yazarlarımızın sayısı bir elin parmaklarını ancak geçiyor. Ortaya koyduğu görüşlere katılalım veya itiraz edip karşı çıkalım, Eser Gürson gibi eleştirmenlerin kıymeti her geçen günle beraber biraz daha artıyor. Dileyelim ki “hırsa kapılarını kapayarak ve alçakgönüllülükle” eserler üreten, eleştirinin yazgısındaki talihsizliğe karşı direnen eleştirmenler, edebiyatın karanlık noktalarına ışık tutmaya devam etsin. Umalım ki Eser Gürson gibi saf ve nitelikli eleştirmenlerin yazdıkları, geçmişin kıymetli hatıraları olarak bir köşede durmak yerine gelecekte eleştiri türüne eğilecek yeni yeni edebiyatçılar için birer aydınlık olsun.