.

Nermin Yıldırım: “Yazdığım hiçbir satıra tapmıyorum.”

Irmak Zileli

Bu ay Nermin Yıldırım’ın yazı masasını karıştırdık. Yaklaşık bundan beş sene önce karşılıklı yazışarak yapmıştık bu söyleşiyi. Emojilerin sebebi odur. Yazı masasından bir fotoğrafın olmama sebebi ise şu sıralar Nermin Yıldırım’ın evinden uzakta olması. Yine de bu söyleşinin o yazı masasının ruhunu yansıttığına emin olabilirsiniz…

İlk romandan bu yana, yazma sürecinde herhangi bir sistem, yöntem, yazma biçimi/yordamı oluştu mu, yoksa her roman kendini farklı şekilde mi yazdırıyor?

Nerdeyse en başından beri, tam olarak karar vererek değil ama sezerek oluşturduğum, daha doğrusu kendimi uygular bulduğum bir yöntem var. Nerdeyse en başından diyorum, çünkü ilk romanı bunun azıcık dışında tutuyorum. O biraz kendi yolunu çizen, zaman zaman yazara rağmen ilerleyen bir metindi. İlk romanlar genellikle bir tür dökülme, taşma duygusuyla yazıldığından böyle olması doğal sanırım. Gerçi şunu da söylemem lazım, Unutma Beni Apartmanı yayımlanmış ilk romanım olsa da yazdığım ilk roman değildi. O güne dek, başkalarıyla paylaşma gayesi gütmeden kendi kendime yazdığım romanların toplamı olan bir metindi. Romanın ana kahramanı bir hayalet yazardı ve roman içinde yazdığı romanlar benim eskiden kendi kendime yazdığım romanlardı. Ama yine de bahsettiğim o dökülme, taşma temayülü bir biçimde ağır bastı galiba. Schiller’den ve Pamuk’tan bildiğimiz tabirle, üslup ve teknik sorunlarından çok, eteğindeki taşları dökmeye odaklanmış, bir tür saf romancıydım belki de onu yazarken. Tabii bunu olumsuz anlamda söylemiyorum, düşünceli romancıyı saf olana yeğliyor filan değilim. Ben ikisinin arasında, ne yaptığını bilen ama bilmeye haddinden fazla anlam yüklemeyen bir yerde durmayı tercih ederim.

Zaten sonraki romanlarda daha kontrollüydüm. Ne yazacağımı, nasıl yazacağımı, nasıl başlayıp nasıl bitireceğimi, hangi bölümde ne olacağını en başından itibaren hep bildim. Karakterlerin dilini, romanın sesini, yazmaya başlamadan evvel kurdum. Detaylı haritalar çizip, hatta bazen karakterlere özel sözlükler oluşturup öyle oturdum masaya.

Tabii buna rağmen her defasında yazarken çok şey değişti, eksildi, arttı. Çünkü yazmanın bir matematiği olsa da, yazma eyleminin tümden bir matematik işi olduğunu düşünmüyorum. Ne yazmak mekanik bir iş, ne yazar mühendis. Metin bazen kendi sesini arar ve bunu kendince her şeyi ince ince planlamış bir yazara rağmen yapıyorsa, belki bir bildiği vardır diye düşünmek gerekir. İşte bu yüzden, evet, her şeyi planlıyorum ama, yola çıkış nedenimi sarsmadıkça, romanın ruhuna zeval gelmedikçe, gerekirse planları bozuvermekten de çekinmiyorum. Benim naçizane yöntemim bu sanırım.

Şu, ‘bilmeye haddinden fazla önem yüklemeyen’ ifadesi merakımı celp etti. Fazla bilmek, ya da öyle olduğunu düşünmek yazarın ayağına dolanır mı? Senin ayağına hiç dolandı mı?

Başta kendisi olmak üzere herhangi bir şeyi haddinden fazla önemsemek, yazarın, insanın ayağına dolanır bence. Sezgiyle birleşmeyen bilginin, yazara ve metne katabilecekleri kısıtlı. Az önce de yazarken bilgiyi sezgiden ayırmayı, ikisinin hakkını ayrı ayrı verebilmeyi kast ettim. Mesela edebiyat kuramı okumanın, kuram bilmenin faydasına kesinlikle inanıyorum ama yazarken sürekli bunu düşünmenin, bir tür hesap uydurma gayretine girmenin, metnin sahiciliğine –Bak şu lafı etmeyeyim diye düşündüm ama ettim gene. Sahicilik, samimiyet gibi güzel sözcüklerin bünyemizde alerjik reaksiyon oluşturmaya başlaması ne tuhaf. Bunu da ayrıca konuşup buna da ayrıca dertlenmeliyiz belki- gölge düşürebileceğini düşünüyorum. Yani ben yazacaklarımı baştan sona planlarım, neyi, nasıl ve neden o şekilde yazacağımı bilirim, ama bir taraftan da fazla planlanmış, daha doğrusu tümüyle planların eline bırakılmış bir metinde mühim bir şeylerin eksik kalacağına da inanıyorum. Metnin özüyle, ruhuyla ilgili bir şeylerin. Dedim ya, yazmak mekanik bir iş değil. Yazarken yoldan çıkmayı, kaybolmayı, kaybolup kaybolup yolu öyle bulmayı da bilmek gerek. Bak, aslında bu da bir çeşit bilgi. Ama böylesi daha doğru diye değil, sezgiyle yapıldığında, yazarla metin arasında daha organik bir bağ kuruluyor.

Yoksa tabii ki bilmeyi, bilgiyi küçümsüyor, hatta zamanımızın ruhuna uyarak cehalete methiye düzüyor değilim. Aksine, elbette bilmeliyiz. Sadece ne yaptığımızı anlamak için olsa bile bilmeliyiz. Ama yazarken, yeri geldiğinde bildiklerimizi unutmayı da bilmeliyiz. Yoksa evet, ayaklarımız birbirine dolanır, düşeriz. Sonra olan romana olur.

Fotoğraf: Ali Altuntaş

Fazla bilgi belli bir otoriter tutumu beraberinde getiriyor mu sence? Yazarın okuruyla demokratik bir ilişki kurması gerektiğine inanıyor musun? Yoksa bunlar “romantik” söylemler, metnin sahibi tabii ki yazardır ve son söz onundur mu dersin 🙂 Bunu hem metnin biçimlenişi hem de tamamlandıktan sonraki süreç için soruyorum aslında. Yani yazar metnin nereye gideceğine karar veren kişi olmak istedikçe, okurun zihninde de nerelere gideceği konusuna müdahil olmaya çalışır mı?

Bu sorunun cevabını iki bölüme ayırabilirim. Çünkü yazım süreci için ve yazdıktan sonrası için tamamen farklı düşünüyorum. Ben yazarken okuru mümkün olduğunca unutmaktan yanayım. En azından kendi adıma, böyle yapmazsam farklı kaygılara bulaşmaktan, yolumu şaşırmaktan korkarım. Metin bitip editöre teslim etme aşamasına gelinceye kadar, başkaları tarafından okunacağını bile düşünmemeye çalışırım. Editörümden en sık aldığım eleştiri, “Bunlar çok eski sözcükler, genç okur anlamayabilir”dir mesela. Ama bahsi geçen sözcükleri değiştirmeye pek yanaşmam. Bunu, genç okura eski kelime öğretme çabası gibi bir ukalalıktan değil, metnin neye ihtiyacı olduğuna inanıyorsam o şekilde yazmak adına böyle yaparım. Zaten genel olarak okurun kendisinden az bildiğine inanan yazarlardan da değilim. Neyse, diyeceğim o ki yazım sürecinde metin yazarındır bence. Ya da yazar metinindir, bilemiyorum. Ama okur yoktur henüz ortada.

Fakat dosya yayınevine teslim edildikten sonra işler değişir. Metin artık yazarın değil, okurun hakimiyetine geçer. Yazar istediği kararı versin, istediği manipülasyonu yapsın, metin yazardan çıkıp okurun eline geçtikten sonra, okuyanın bilgi ve arzusu yönünde yeniden anlam bulur. Malum, her metin her yeni okur tarafından en baştan yazılır.

Peki daha sonrasında okurun yazdığı bu yeni metinle ilgili sana bazı aktarımlar oluyordur mutlaka. O aktarımlarda kendinin bile farkında olmadığı şeylerle karşılaştın mı? Bu bağlamda okurun ya da eleştirmenin analizleri yazar için kendi metninin bilinçdışını görmesi/okuması için bir olanak olabilir mi?

Hem de nasıl! Açıkçası işin bu kısmını ilginç, eğlenceli ve ürkütücü buluyorum. Okur bazen insana kendiyle ilgili, tek başına kolay kolay keşfedemeyeceği sırlar verebiliyor, yüzleşemeyeceği şeyler söyleyebiliyor. Nihayetinde okumak, salt yazarın kurgusuna eşlik etmek değil, bilinçdışının karanlık koridorları dahil, mahremine de dalıvermek bir yerde. Metin, bizim yazarken anlatmayı planladığımızdan, anlattığımızı sandığımızdan fazlasını söylüyor çoğu zaman. Ve okur bazen bir ipucundan yola çıkarak, yazarla ilgili öyle bir yere varıyor ki, duyunca insan nereye kaçacağını şaşırıyor. Mesela benim romanlarımın temel meselelerinden olan hafıza ve aile müessesesi, bilhassa anne çocuk ilişkisi, bu anlamda biraz başımı ağrıtmıştır. Bazı romanları yazarken kendimle ilgili bu kadar çok ipucu verdiğimin farkında değildim. Bunu sonradan, okurdan öğrendim. Kendime yeni sorular sorma şansı da edindim böylece.

Bu yeniden yazım serüvenin yazarın kişiliğinden ya da psikolojisinden bağımsız, edebi boyutuna gelince; okur yine kendi bilgisi, deneyimi ve hayal gücü doğrultusunda, metne yazarın düşünmediği, aklından bile geçirmediği yeni anlamlar biçebiliyor. Yazdığınız şeyin yazdığınızı sandığınız anlamının değişmesi, özellikle de anlam size göre daralıyorsa, bazen can sıkıcı olabiliyor, bunu kabul ediyorum. Ama anlamın zenginleştiğini, derinleştiğini görmek de insana hak etmediği bir sevinç veriyor, bunu saklayacak değilim. Hatta bazen kendime acaba ben de farkında olmadan böyle düşünmüş, bunun için yazmış olabilir miyim diye soruyorum. Ama tabii bunu sormayı bilen, acaba umduğum gibi yazamamış mıyım, kafamdan geçeni istediğim şekilde yapmayı becerememiş miyim diye sormayı da bilmeli.

Peki bu kendi içine dönüş, metnin derdinin insanın bilinçdışıyla bağlantılı olması, dışarıya kapalı, fazla bireysel ya da toplumsal olandan kopuk bir edebiyata yol açıyor mu sence?

Bilinçdışı, toplumsal olandan bağımsız değil ki. Bizim sınırlarımızı belirleyen de kişisel tarihimizin yanı sıra içinde yaşadığımız zaman ve coğrafya nihayetinde. Mesela şu an biz bu röportajı yaparken, memleket yerinden oynuyor. İstersen buraya naçizane bir not düşmek adına, minik bir oyun oynayalım hatta. Röportajı okuyanlar bilmiyor, ama şu an farklı ülkelerde olduğumuzdan, bu röportajı mail üzerinden yapıyoruz. Tabii senin bulduğun ve benim bayıldığım nefis çözüm sayesinde, ezberden soru cevap olmasın diye her güne bir soru, bir cevap şeklinde bir süredir online olarak sohbet ediyoruz. Başlangıçta her şey yolundaydı, eğlenceliydi ama biz sohbete başladıktan bir süre sonra Türkiye’de bir darbe girişimi oldu. İkimiz de herkes gibi fazlasıyla etkilendik bu durumdan. Yine de yaptığımızın koca bir bütünde küçük de olsa bir anlamı olduğuna inandığımızdan sohbetimizi sürdürmeye çalıştık. Ama olanlardan sonra muhtemelen ne sen aynı sendin artık, ne de ben aynı ben. Aynı konu çerçevesinde konuşmaya devam ettik, en azından şu ana kadar sohbetimizin eksenini kaydırmadık. Buna rağmen inanıyorum ki olup bitenin tortusu senin sorularına da benim cevaplarıma da bir biçimde sızmıştır. Şimdi bu röportajı okuyanlar, malum meselenin sohbetimizin hangi noktasına denk düştüğünü bir biçimde sezebilir bile belki. Belki de sezilmez, bilemiyorum; ama gel, bu da az önce konuştuklarımızın sağlaması olarak bu sayfalarda dursun.

Romana dönecek olursak, ben şimdi ne yazarsam yazayım, bir aşk romanı da yazsam,  bir cinayet romanı da, bütün bu olup bitenden tümüyle bağımsız kalabilir miyim? Emin değilim. Romanın kendi gerçekliğine, kendi dünyasına bağlı kalmak adına elimden geleni yaparım kuşkusuz. Ama kaldığımı zannettiğimde, kalmaya gayret ettiğimde bile, yaşadığımız atmosferin ruhu bir yerinden sızar o metne. Kuşatıldığımız dünyanın dışında bir psikoloji, oradan bağımsız bir ruh iklimi, bir bilinç ve bir bilinç altı yok çünkü. Benim edebiyat anlayışımda ve dünyaya bakışımda, bireysel hikâyeler de toplumsal olanla bağlantılı zaten her zaman. Bireyi içinde yaşadığı toplumdan tümüyle bağımsız düşünemiyorum.

Güzel bir bilmece oldu bu 🙂 Peki şu ana kadar biraz kendiliğinden bir yazımdan, daha sezgisel bir yazma yordamından söz ettik. Bunun yanında, çalışma ve disiplin özellikle romancı için ne ifade eder? Söz gelimi bir hikâyenin oluşumundan itibaren yazım sürecine gözden geçirdiğinde çalışma yöntemine baktığında da bu kendiliğindenlik işliyor mu? İlham mı bekliyorsun, yoksa kendini o yazı masasına oturtup kendi kendinin başında dikiliyor musun?

Yok, katiyen işlemiyor. Açıkçası sık sık söz edilen o ilham perilerinin de mucizevi özellikleri olduğuna inanmıyorum. Varsa da henüz bana göstermiş değiller. Yazmak mekanik bir iş olmasa da kesinlikle disiplin isteyen bir iş. Bahsettiğimiz o kendiliğinden ve sezgisel yordam, yazının ruhuyla ilgili benim açımdan. Yani ne yazacağımı, nasıl yazacağımı, her şeyi planlıyorum ama sezgilerimi tümüyle işin dışında tutmuyorum, yeri geldiğinde onlara kapılmaktan korkmuyorum, söylemek istediğim bu. Yoksa tümüyle yüreğimin götürdüğü yere gitmek gibi bir alışkanlığım yok.

Yazma sürecinde, kesinlikle disipline inanıyorum. Zaten tecrübelerim de, hele ki romanda, en azından benim için, başka bir yol olmadığını gösteriyor. Bu süreci temelde ikiye ayırabiliriz. Kalem-kâğıt / klavyenin başına geçmeden öncesi ve geçtikten sonrası. Öncesinde, kafamda olgunlaştırıyorum hikâyeyi. Notlarımı alıyorum, gerekli okumaları yapıyorum, gerekiyorsa danışmanlardan destek alıyorum, farklı coğrafyalarda geçen ya da tarihsel bir arka planı olan romanlarda, seyahatlere çıkıyorum, röportajlar yapıyorum filan. Yazacağım dünyayı anlamak, oradan yola çıkarak romanın dünyasını kurabilmek için elimden ne gelirse onu yapıyorum yani. Bu arada neyi, nasıl ve neden öyle yazacağım da iyice netleşiyor zaten. Ama ilk başta konuştuğumuz gibi, romanın gerçekten içine girdikten sonra, yazarken esneyebilecek bir netlik bu. İkinci adımda, yani yazmaya başladıktan sonra da o masanın başına her gün saatlerce oturuyorum. Önce bir başladım, sonra on gün yazmadım, sonra bir oturuşta bütün romanı bitirdimcilerden değilim. On gün yazmasam, romanda bir ay geriye düşüyorum. Bıraktığım noktaya dönebilmem, verdiğim aradan uzun sürüyor. Yazdığım metinle yatıp kalkmalı, araya zaman sokmamalıyım bu yüzden. Yazsam da yazmasam da o masanın başına oturup çalışıyorum yani. Bazı günler daha verimli oluyor, bazı günler daha verimsiz. Fark etmez, yazamadığım günler de evvelce yazdıklarımı okuyorum, geriye dönüp dille oynuyorum ama bir biçimde metinden hiç kopmuyorum. Öyle her yazdığına bayılan tiplerden de değilim. Her gün çalışırım, bir kelime için iki gün düşündüğüm olur, bir romanı ortalama yedi kere en baştan yazarım filan. Yani dediğim gibi, daha önce bahsettiğimiz kendiliğindencilik biraz metnin ruhuyla ilgili bir şey, yoksa saldım çayıra, ilham perileri kayıra diye düşünmüyorum. İşin doğrusu yazım süreciyle ilgili yapılan o mucizevi, ruhani tasvirler bana çok uzak. Gelen varsa bilmem ama bana hiç öyle tuhaf haller, titremeler, ani bir güçle saatlerce ve de muhteşem yazdıran vahiyler gelmiyor. Saatlerce ve sayfalarca yazabilirim ama sonra oradan çıkaracağım, yazdıklarımın küçük bir kısmı olur herhalde. Vazgeçmek de yazım sürecinin bir parçası. En azından benim için. Yazdığım hiçbir satıra tapmıyorum.

Yazdıklarına tapmamak, hayran olmamak, neden gerekli? Bu bağlamda yazma eylemi huzursuz bir eylem midir? Öyleyse de huzursuzluk şart mıdır?

Her şeyden evvel, insanın kendine hayran olması, başına gelebilecek en acıklı durumlardan biri çünkü. Kendinden nefret etmesi kadar yıkıcı. Yazarın kendini değil,  hatta bir noktaya kadar belki yazdıklarını bile değil, ama yazma eylemini ciddiye alması gerektiğine inanıyorum. Son dönemde yazarlar da kolayca birer popüler kültür ürününe dönüşebildiğinden, o kantarın topuzu biraz kaçtı ve yazma eylemiyle kurulan ilişki bir parça aşındı gibi geliyor bana. Vitrinle barıştığımız noktada bile, bir kitapçının vitrininde durması gereken kitaptır oysa, yazar değil. Bunu unutan ya da yeteneklerine yazı işçiliğinden fazla güvenen biri, ister istemez yoldan sapabiliyor.

Ben kendi adıma kitabın bittiği anla değil, yazıldığı süreçle ilgilenenlerdenim. Son noktayı koyduğumda elbette büyük bir coşku duyuyorum ama asıl yazma motivasyonum, onaya ve beğeniye sunulacak bir ürün elde etmekten ziyade,  bizatihi o süreci yaşayabilmekle ilgili zaten. Bir derde binaen yazanlar için çoğu zaman metin bir neden değil, bir sonuç. Böyle bakınca yazı, daha iyisini arayarak, yeni yollar keşfetmeye çalışarak, bulmak için kaybederek, bile isteye labirentlere girerek, pek de ulaşılamayacak bir huzur uğruna huzursuzluktan geçerek ve her şey bittikten sonra bile şüphe duymaktan vazgeçemeyerek eşelendiğimiz bir oyun alanı. Belki hayatta bana en iyi gelen şey yazmak ama gene de bunun huzurlu ve neşe ihtiva eden bir eylem olduğunu katiyen iddia edemem.  

O halde yazıyla çareler ürettiğini ya da sorulara yanıtlar bulduğunu düşünen yazarlardan değil de, soruların ve sorunların içinde oyalanan yazarlardan mısın? Bir de tabii böyle bir kategorileştirmenin problemleri üzerine de konuşabiliriz… Mesela bir soruya verilen yanıt nihai bir yanıt olmak zorunda mıdır, yanıtın kendisi bazen yeni sorular için üretilemez mi gibi…

Oyalanmak biraz ağır oldu Irmak! 🙂 Ama evet, aslında sanırım öyle yapıyorum. Ben anlatmak değil, anlamak için yazanlardanım. Doğru cevapları bulmaktan çok doğru soruları sormakla ilgileniyorum. Bu arada insanın kendisini ben şugillerdenim bugillerdenim diye tanımlayıp tasnif etmesi de biraz utanç verici ama neyse, kategorilerle ilgili fikrimi en son söyleyeceğim.

Çareler üretme konusunda doğru insan olmayabilirim. Yani edebiyatın üreteceği en temel çare, okumanın kendi şifası dışında bir de birbirimizi anlamanın şifasıyla ilgili olabilir bence. Onun dışında ne biliyorum ki ne anlatayım. Çok çok anlamaya çalışabilirim.

Hayatta genellikle cevaplar değişir, ama sorular aynı kalır. Varoluş serüvenimizde cevap aradığımız bilmece hep aynı bilmece çünkü. Bu yüzden ağırlığı kati bir cevap bulmaya değil, doğru soruları aramaya vermek de bir yöntem olabilir belki. Ben yazarak dünyayı kurtaramayacağımın farkındayım. Ama doğru soruların peşine düştüğümde, çözümün küçük de olsa bir parçasına yaklaşmış gibi hissedebiliyorum kendimi. Gene de anlamaya çalışmak yeterince büyük bir erek bence, gözüm çözümde değil. Ve sohbetin ilerleyen kısmında çapraz bir soruyla bana bunun tam tersini de söyletebilirsin. Çünkü cevaplar, sorunun soruluş biçimine, yerine, zamanına, cevap verenin anlık psikolojisine, o sırada karnının aç olup olmadığından, aşk acısı çekip çekmediğine kadar bir sürü şeye göre değişebilir. Velhasıl belki de bir soru üzerine kafa yormak, bir cevaba gönülden bağlanmaktan daha akıllıca olabilir.

Kategorize etme meselesine gelince, bence her tür kategori problemlidir. Yani her kategorideki kategori. Sohbetimiz boyunca benim yaptıklarım da dahil. 🙂

Anlamaya çalışmak, anlamanın mümkün olduğuna inancın da bir işareti midir? Daha direkt sorayım, anlamak mümkün müdür, kendini, başkalarını, dünyayı?

İşin doğrusu anlayabileceğimize dair umudumuz olmasa bile anlamaya çalışmaya mecburuz. Çünkü Jung’un dediği gibi, varlığımızın temel amacı varoluş karanlığına bir anlam ışığı yakabilmek. Üstelik bence bir bakıma bunu başarabiliriz de. Ama anlam sabit ve biricik olmadığından, bizimle birlikte sürekli değişecektir. O yüzden anlamak da tıpkı yine hep peşinde dolaştığımız bir başka imkânsızlık olan mutluluk gibi, anlık bir sıçrayıştan ibaret kalabilir. Yekpare bir zaman, sonsuz bir kavrayış hali değil yani. Anlam, bulunup sonraki nesillere sağ salim devredilebilseydi, bugün sağlıklı, memnun, huzurlu insanlar olurduk. Oysa devredilebilen hatta uzun süre muhafaza edilebilen bir şey değil. Tabii, çaresiz, aramaya, bulduğumuza ikna olmaya, yeniden kaybedip, yeniden keşfe koyulmaya devam edeceğiz. Boşlukta sallanıp durmamak için, daha doğrusu sallandığımızda yaşadığımız sarsıntıyı daha az hissetmek için şart bu.

Jung deyince, edebiyat dışı beslenme kaynaklarını sormak istedim. Bireyin edebiyatı denilen roman sözkonusu madem, bireyi derinliğine keşfetmek için psikoloji ya da farklı alanlarda okumalar yapıyor musun? Bu soruyu sadece okuma eylemiyle de sınırlamamız gerekmiyor. Ve hatta sanatla, bilimle de sınırlamamız gerekmiyor, hayatın başka başka mecralarında yazarlığını besleyen uğraşların var mı?

Tabii. Diyetisyenler bile tek yönlü beslenmeyi sağlıksız buluyor. Yazdığım için değil ama hayatta olduğum için, mümkün olduğunca çok kaynaktan beslenmeye çalışıyorum. Bu da öğrenme aşkından çok, ruhu doyurma ve oradaki boşluğu doldurma arzusundan kaynaklanıyor sanırım. İnsan yaşama coşkusunu ve yazma ilhamını bazen güzel bir tablodan alır, bazen iyi müzikten. Okumalara gelince, özellikle psikolojiyle ilgili olduğumu söyleyebilirim. Felsefe, tarih, iletişim kuramları ve kadın çalışmaları alanındaki eserler de ayrıca ilgimi çekiyor. Ve tabii bunlar hep anlama çabası. Yazmaktan, okumaya, bende her şey hep anlama çabası galiba zaten. Ve bütün bunların dışında, belki de en başa yerleştirmem gereken şiir var bir de tabii. Yazarken şiir okurum. Yazmazken de öyle. Kelimelere değil, şiire inanıyorum.

Bu arada, sahi, sen beni neden bireyin edebiyatı kategorisine yerleştirdin şimdi? Kategorilerle yollarımızı ayırmamış mıydık? Hem bir anlamda toplumun yoğurduğu hamur olarak baktığımızda, iç dünyalardan bahsettiğimizde bile, birey toplumdan tümüyle bağımsız düşünülebilir mi? Onun karanlığı, kusurları yahut kurtuluşu, toplumunkinden tümüyle bağımsız mı gerçekten? Esasen tanımına itiraz etmiyorum ama bireyle ilgilenmemin bir sebebinin de toplumu anlamak, daha dorusu işin içine coğrafya ve zamanı da katarak bunlar arasındaki etkileşimi görmeye çalışmak olduğunu not düşmüş olayım.

Beslenme alışkanlıklarına dönecek olursak, okumanın ve sanatın dışında, yaşım ilerledikçe bende daha ilgimi çekmeyen şeylere karşı tuhaf meraklar oluştu. Entelektüel bir çabadan değil, günlük, sıradan ilgilerden bahsediyorum. Paten kaymaktan, toprak çapalamaktan, alet tamir etmekten, badana yapmaktan filan.  Bak, bu da yaşla birlikte ruhtaki boşluğun da büyümesinden ve çaresizce, olmayacak şeylerden çıkar yol aramaktan kaynaklanıyor olabilir. Ama nihayetinde bunların da temas etme, anlama yolunda başka türlü bir okumaya tekabül ettiğini görüyorum. Okumadan da okunabiliyormuş bazen.

Ha bir de, entelektüel faaliyet olarak yaptığım en radikal şey yürümek. Günde neredeyse üç saat filan yürüyorum. Spor olsun diye değil, aklımı havalandırmak için. Murakami gibi koşamıyorum ama her gün mutlaka yürüyorum, düşünüyorum, o gün yazacaklarımı da kafamın içinde netleştirip, bilgisayarımın önüne öyle geçiyorum.

Yürümek ile yazmak. Bu iki eylem arasında bir benzerlik var mı sence?

Olmaz mı? İkisi de tekinsiz eylemler. 🙂

İkisini de bir tür sağaltım aracı olarak görmek mümkün. Ama en nihayet bulmakla değil aramakla meşgul olduklarından, sağaltırken hasta edecekler. Yine de ikisinden de umutsuzca umut dileneceğiz.

Benim kafam en iyi yürürken ve yazarken işliyor. Üstelik tuhaf biçimde, iki eylemi arka arkaya yapma ihtiyacı duyuyorum. Biri, öbürüne kapı açıyor. Yürürken her şeyi daha net kavradığımı, anladığımı hissediyorum. Yazarken de öyle. İkisinde de varacağım yerden çok, o hareket halini ve o hal içindeki konsantrasyonu önemsiyorum. İkisinden de öğreniyorum.  

Bir Zen hikâyesi geldi aklıma. Özündeki fikir şuydu: Yürüdüğünü düşünürsen ayakların birbirine dolanır. Roman yazdığını düşünürsen de öyle gibi geliyor bana. Bunu konuştuk zaten ama söylemeden edemedim. Kendine özgü bir metin yaratmak, üslup sahibi bir yazar olmak, önemli mi senin için?

Ne güzelmiş. Evet, düşeriz! Mesela ben nefes aldığımı düşündüğümde de nefes alamıyorum, ritmim allak bullak oluyor. İşte bu yüzden belki de yürürken yürüdüğünü değil yolculuğu düşünmek daha iyi olabilir. Adımlar birbirini sezgiyle takip eder zaten. Yani o bilgi varsa, bilgi hakkında düşünmeye lüzum yok. Gerisini nefese bırakmak gerekebilir. Derin, ferah ve kendi yolunu kendi bulan nefeslere…

Soruya gelince, bir metin okuduğumda, yazarını tahmin edebilmek benim için kıymetli bir şey. Aynı durum kendi metinlerim için de geçerli. İşin bir de tema boyutu var. Her defasında başka bir hikâye anlatsam da belli dertlerin etrafında dönüp durduğumun farkındayım. Bunu yadırgamıyorum, aksine bazen onlarca kitabın tek bir cümleyi kurabilmek için yazıldığına inanıyorum. Bir derde binaen yazmak da bu aslında. Üslup ise derdin yolu. Benim bir üslubum var, ona sadık kalmalıyım, o imzayı buraya atmalıyım diye düşünerek girişilen bir çaba değil. Bilgisi var ve gerisi bir parça kendiliğinden, sezgiyle, yani tümüyle öyle olması gerektiğinden değil, biraz da zaten öyle olduğu için geliyor. Yine yolda yürümek gibi.

Fotoğraf: Ali Altuntaş

Öyleyse özgün bir dil yakalamanın, üslup sahibi olmak için yazarın bilinçle yapabileceği bir şey yok mudur, bu anlamda üslup yetenekle mi ilişkilidir, pratik ya da çalışmadan çok?

Yok, kesinlikle bunu kastetmiyorum. Çalışmak, hem de çok çalışmak, her koşulda şart. Her yazdığını beğenmemek dediğimiz lüzumlu derdin ilacı, yazmak, hep yazmak, daha çok yazmak zaten. Sohbetimiz boyunca söylediğim her şeyi, önce öğrenmek ve sonra öğrendiklerini unutmayı denemek şartıyla söylüyorum. Salt bilincin yeterli olmayacağını düşündüğüm için, sezgiye kıymet veriyorum ama bu çalışmayı ikinci plana attığım anlamına gelmiyor. Onu zaten yolun başına  koyuyorum. Ha, tümüyle ve sadece yeteneğine güvenen yazarlar yok mudur? Vardır elbet. Ama ben kendi adıma o kadar dahi değilim. Çalışmaya ihtiyacım var.  Daha iyi yazmanın yolu daha çok yazmaktan geçiyor bence. Yazdığınız her şeyi ortaya çıkarmanız da gerekmiyor. Mesela ben yayımlanmış ilk romanımı yayımlatmaya karar verene dek pek çok roman yazdım. Onlarla bir şey yapmayı planladığım için değil, yazmayı öğrenmek için, yazmayı sevdiğim için. Çünkü bence yazmak, okumaktan sonra en çok, yazarak öğrenilir.

Okumaktan sonra, dedin… Okumak üzerine de konuşalım öyleyse. Okumak nasıl olur da yazmayı öğretir?

Her şeyden çok o öğretir. Yazmak içten gelen bir istek olduğu kadar, daha evvel yazılmış metinlere bakarak duyulan iştahın da bir sonucudur. Pek çok şey sizde yazma duygusu, ihtiyacı oluşturabilir ama hiçbir şey iyi bir kitap okumanın verdiği yazma iştahını vermez. Sevdiğiniz yazarlar gibi yazmayabilirsiniz ama nasıl yazılacağını onlardan öğrenirsiniz. Ve nasıl yazılmayacağını da yine başka yazarlardan.

Misal, edebiyatta insanı anlamak için topluma, toplumu anlamak için insana bakmak gerektiğini düşünüyorum. En azından kendi metinlerimde yapmaya çalıştığım şey bu. Ve ben bunu birinden öğrendim. Daha doğrusu bunun böyle olması gerektiğini sezmemi sağlayan kitaplar oldu. Adalet Ağaoğlu’nun Dar Zamanlar Üçlemesi, özellikle Bir Düğün Gecesi ve Ölmeye Yatmak, beni bu konuda ayıltan romanlardır. Lise yıllarımda okuduğum vakit, bu konuda bende bir bakış açısı, bir algı oluşturduklarını net biçimde hatırlıyorum. Kendi yolumu çizerken ışık tuttular. Böyle başka bir sürü örnek sayabilirim.

İyi bir okur olmadan iyi bir yazar olunabileceğine inanmıyorum. Vasat bir yazar olunabileceğine de inanmıyorum.

“Böyle başka bir sürü örnek sayabilirim” dedikten sonra kurtulabileceğini mi sandın? Say hadi 🙂

Bu soru en sevdiğim yazarları saymaya gideceği için tehlikeli, çünkü liste yapmak hiç bana göre bir iş değil. O listeler ruh halime ve hafızamın o anki durumuna göre habire değişir. Ama yine de kimden ne öğrendiğime ya da öğrenmeye çalıştığıma birkaç örnek daha vereyim.

Mesela çocukken çok Aziz Nesin okurdum. Bu toplumu anlamaya ve anlatmaya çalışmanın en münasip yollarından birinin mizah olacağına onun sayesinde ikna oldum bence. Üniversite yıllarımda Tanpınar’la tanıştım. Onun ironisi de daima çok ilham verici oldu.

Sonra mesela Sevgi Soysal. Bir dönemin o döneme rağmen nasıl anlatılabileceği bilgisi bana onun romanlarıyla geldi. Antikahramanları sevmeyi Yusuf Atılgan’la,  boşlukların tarifinin boşluklardan geçtiğini Camus’yla, kelimelerin kendilerinden büyük anlamları olduğunu Anday’dan Zarifoğlu’na; Cummings’den Lorca’ya, şairlerle öğrendim. Tabii sadece metnin kendisini öğretmez yazarlar insana.  Nasıl yazılacağını da öğretir. Mesela yazarken ve yaşarken kendine ait bir odaya sahip olmanın neden gerekli olduğunu Wirginia Woolf’dan, ama gerekirse mutfak masasında da yazılabileceğini de Ursula Le Guin’den öğrendim. Kısacası bildiklerimin çoğunu benden önce yazan yazarlardan, yazılan kitaplardan öğrendim. Tabii sadece yazarlardan da değil. Ressam Chagall’dan acıyı neşeyle anlatmanın mümkün olduğunu, mimar Gaudi’den masalların farklı formları olabileceğini öğrendim. İnsan yeterince dikkatli bakarsa sadece metinleri değil, pek çok şeyi, hatta belki her şeyi okuyabilir ve her okuduğundan bir şey öğrenir. Yazarken de yaşarken de lazım bu dikkat.

Çağdaşın yazarları takip eder misin? Aynı çağın ve belki sorunun ikinci bölümü olarak düşünerek aynı coğrafyanın yazarları birbirlerini okumalı mıdır? Sen kendi üzerinde böyle bir sorumluluk hissediyor musun ya da çağdaşı olduğun yazarların metinlerinden öğrendiğini düşünüyor musun?

Hah, bunu iyi ki sordun. Az evvelki cevabı verirken benden önceki kuşaklardan örnekler verdim hep. Onları daha bir hoca gibi görmem normal sanırım. Ama sadece başka coğrafyalarda yaşayan ve mümkünse artık hayatta olmayan yazarları sevenlerden değilim. Kendi kuşağımı okurum, benimserim de. Zira aynı dilde, aynı zamanda yazılmış romanların bir parça hepimize ait olduğuna inanıyorum sanırım. Çok severek takip ettiğim ve ufkumu açan bir çok çağdaşım var. Aynı toprağın, aynı zamanın ve aynı dertlerin çocukları olarak bir biçimde etkileşim halindeyiz zaten. Birlikte, el ele yürüdüğümüz bir yol bu. Ben öyle bakıyorum.

Birbirimizin metinlerini okumak ve eleştirmek konusunda eksiklerimiz ya da yanlış giden bir şeyler olduğunu düşünüyor musun?

Düşünüyorum. Aslında az evvel verdiğim cevapta bile yanlış bir şeyler olduğunu düşünüyorum, yine bu soruya vereceğim cevaptan ötürü. Mesela günümüz yazarlarında birbirinin isimlerini zikretmekle ilgili bir sorun olduğunu düşünürüm hep. Bu mümkünse ölmüş ya da dünyanın öbür ucunda yaşayan yazarları anma eğiliminden o yüzden bahsettim az evvel. Kendimce de çağdaşım yazarların adını anmaktan gocunmadığım için övünürüm hep için için. Ama mesela az evvel sana yuvarlak bir cevap verirken yakaladım kendimi. Bir süredir isim verirken çekinmeye başladığımı fark etmeme neden oldu bu da şimdi. Çünkü zaman geçip de yazar arkadaşlarınız çoğalınca, garip bir huzursuzlukla tanışıyorsunuz. Birini arkadaş olarak çok benimsiyorsunuz ama yazdıklarını o kadar da iyi bulmuyorsunuz mesela. Bu tür sorularda adını zikretmediğinizde kırgınlıklar oluşabiliyor. Bu çok tuhaf. Belki de bugüne dek eleştirdiğim şeyin, yani yazarların birbirinin ismini vermekten çekinmesinin bir sebebi de bu kimseyi incitmeme arzusudur. Bilemiyorum. Ama onun dışında da genel olarak herkesin birbirini çok okuduğunu sanmıyorum. Okunmayan ya da okunup da beğenilmeyen kitaplar için yazarıyla karşılaşıldığında okudum, çok beğendim dendiğine de defalarca şahit oldum. Nezaketle dürüstlüğün dengesini iyi kurmak lazım diye düşünüyorum.

Ben şahsen yapıcı olduğu müddetçe eleştiriden çok faydalanabileceğime inanıyorum. Fikrine, yazıyla kurduğu ilişkiye güvendiğim birinin beni eleştirmesi, eksiklerimi, fazlalarımı söylemesi her zaman işime yarar. İlk etapta hoşlanmasam, kabullenmekte zorlansam bile işime yarar; yeni bir bakış açısı kazandırır. Ama genel olarak eleştiri kültürünü özümsemiş bir toplum değiliz. Altında hemen bir düşmanlık arıyoruz. Bunun da geçmiş pratiklerle ilgisi var elbette. Zira bizde istisnalar hariç, genel olarak eleştiriden anlaşılan, çoğu zaman kitabı bile okumadan basın bülteninden apartma yazılar yazmak, eşe dosta destek olmak ya da hoşlanılmayan birini yerden yere vurmak. Elbette çok iyi eleştirmenler ve eleştiri yazıları var ama, o istisnaları kenara ayırıp genele baktığımda durum böyle gibi. Bunu biraz hüzünlü buluyorum.

Bence yanıtın şu açıdan çok önemli. Sadece eleştirmek konusunda değil, eleştirilmek konusunda da zaafımız var. Eleştirilmeyi bir saldırı olarak algılıyoruz ve belki bu da aslında eleştiriyi yapılamaz kılan etkilerden biri. Söyleşimizin bir yerinde “samimiyet” kelimesini kullanmaktan imtina etmiştin, günümüzde çok fazla kullanıldığı için. Eksikliğini duyduğumuz şeyler dilimizde neden bu kadar fazla yer alıyor?

Bilmem, belki de öldürmeye en sevdiklerimizden başlıyoruz. Öldürmenin birçok yolu var. İçini boşaltıp anlamsızlaştırmak, bunların başında geliyor.

Samimiyet kelimesiyle arama giren mesafe, Che’nin üstüne fiyatı basılmış tişörtlerde bir figüre dönüşmesine benziyor biraz. Che’yi seviyorum ama tişörtünü giyemiyorum. Samimiyeti seviyorum ama tuhaf bağlamlarda tekrarlandıkça anlamı aşındığı ve hatta yepyeni bir anlam paketine tıkıştırıldığı için, adını anarken kendimi tuhaf hissediyorum. En nihayet Che’ye de samimiyete de küsecek değilim. Bu teraziyi kurarken, zaman içinde kendimizce doğru yolu bulacağımıza inanıyorum. En azından aramayı sürdüreceğiz.

Eleştiriyi karşılamaktaki beceriksizliğimiz konusunda da kesinlikle haklısın. Eleştiri kültürünün cılızlığından bahsederken, bunu çift yönlü kullandım zaten. Olumlu eleştiri herkesi memnun ediyor da, olumsuz bir eleştiriden faydalanmak pek kimsenin aklına gelmiyor. Dediğin gibi hemen kişiselleştirip saldırı olarak görmeye eğilimliyiz. Oysa eleştirmenin görevi yazarı memnun etmek değil, metni gerekirse otopsi masasına yatırmak. İnsanın yazdığı, emek verdiği, hemhal olduğu metinle ilgili olumsuz bir laf işitmesi ilk etapta neşe ihtiva eden bir durum değil. Ama bunun öğretici, ilerletici bir yanı olduğunu muhakkak görmek lazım. Kaldı ki başkalarıyla paylaşmaya karar verdiğiniz andan itibaren, o metin beğeniye olduğu kadar beğenilmemeye de adaydır. Üstelik olumsuz eleştiri olumlu olandan daha çok şey öğretir insana. Fakat eleştirinin dili ve niyeti de bu noktada yeniden önem kazanıyor. Eleştirmen değilim, iyi bir eleştiri metnini nasıl yazılması gerektiği konusunda canla başla savunabileceğim net bir fikrim yok, ama en azından bir eleştirinin hangi motivasyonla kaleme alındığını sezebildiğimi sanıyorum. Metinle eleştirmen ve yazarla eleştirmen arasında sağlıklı bir mesafe olması lazım sanırım. Herkesin her şeyle arasında sağlıklı bir mesafe olmalı aslında. O zaman samimiyet bile yeniden hakiki anlamına kavuşabilir belki! 🙂

Verilen emekle alınan karşılık arasındaki uçurumun en fazla olduğu mesleklerden biri yazarlık. Yazarın, birinci işi kuşkusuz yazmak. Peki mesleki meselelerle; kitap piyasasında sürüp giden dertlerle; yazar, çevirmen, editör haklarıyla ilgilenmek, bunlar arasındaki ilişkiye dair söz söylemek gibi bir sorumluluğu da olduğunu düşünüyor musun, sen böyle bir sorumluluk duyuyor musun? Aynı çağın ve coğrafyanın yazarları arasındaki diyalogu bu bağlamda da değerlendirebilir misin?

İşin doğrusu işin sektörel kısmından, yani kitap piyasası tabir edilen şeyden mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyorum. Verili koşullar da bu imkânı sağlıyor bana. Biliyorsun, Barselona’da yaşıyorum. İlk kitabımı yayınevine teslim ettikten hemen sonra geldim buraya, kitap çıktığında İstanbul’da bile değildim. Senede birkaç kere geliyorum İstanbul’a. Kitapla ilgili yapılacak işleri kitabın çıkışının ertesine sıkıştırıp sonra hızla gene günlük hayatıma dönüyorum. Günlük hayattan anladığım şey de temelde yazmak; eskisi gibi, yani kitaplarımın yayımlanmaya başlanmasından evvelki gibi, diğer tarafın bileşenlerini, dinamiklerini düşünmeden, umursamadan yazmaya çalışmak. Yani, ben kendimi bildim bileli yazan biriyim ama Barselona’da çevremdeki çoğu insan basılmış romanlarım olduğunu bile bilmez. Bunu bile isteye seçtim. Oradan bir persona yaratmak istemedim çünkü. Yazmakla ilgili bir sorunum yok ama yazarlıkla ilgili biraz var sanırım. Hayatımı ikiye böldüm aslında bir nevi. Böyle olduğunda kendime ait daha geniş bir hareket alanım kalıyormuş ve yazıyla arama daha az şey giriyormuş gibi hissediyorum.

Fakat hak hukuk meselesinde iş değişir tabii. Yazar olmasaydım da yakın çevremde ve becerebildiğim kadar uzağımda da dünyanın daha adil dönmesine  naçizane katkımı sunabilmek için elimden geleni yapardım. Şimdi tam olarak merkezinde olmasam da kıyısından köşesinden bulaştığım bu kitap dünyasında, söylenecek bir söz, üzerime düşen bir iş olursa, geri durmamaya, dayanışmanın parçası olmaya çalışıyorum. Ama bunu yapmayan, yapmamayı seçenleri de yargılayacak değilim. Hepimizin dünyaya bakışı farklı. Bu, yazarlıktan bağımsız, hayattaki duruşumuzla ilgili bir tutum. Yazar olmak beraberinde politize olmayı ya da belli konularda duyarlı olmayı getirmiyor. Getirse, ezen ezilen ilişkisinin hüküm sürdüğü bir dünyada insan olmak getirirdi. Ama ne yazık ki o bile getirmiyor. Bunlar yazarın edebiyatçılığıyla değil, kişiliğiyle, dünyayı algılayışıyla, gezegende kendini konumlandırışıyla ilgili seçimler.