
İrem Erdem Atak
irem.atak@sanatkritik.com
Edebiyat ve psikanaliz arasındaki bağ düşünüldüğünde bilinçdışı ikisini buluşturan en önemli kavram olarak karşımıza çıkıyor. Freud, imgesel etkinliğin yaratımlarını tartışırken, gündüz düşleri ve düşlemlerin, geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek içinden geçen dürtüyü adeta ipe dizdiğini vurguluyordu. Benim de burada yapmaya çalışacağım şey, bu iplerin ucunu tutmak; bazen yazarın bazen kahramanın düşlerinin, düşlemlerinin, arzularının, korkularının peşinden gitmek olacak. Tıpkı seans odasında aktarım-karşıaktarım ilişkisi içinde olduğu gibi….
Birey için bir yanda maddi yaşamın oluşturduğu gerçeklik diğer tarafta da kendine has düşlemlerin, bilinçdışı simge ve tasarımların oluşturduğu ruhsal gerçeklik söz konusudur. Bireyin yaratısında tekrar eden temalar, düşlemler, kullanılan dil aslında bir anlamda yaratanın iç çatışmalarının bir yansıması ve kendini yeniden gerçekleştirmesinin bir yolu olur; işte yaratıcı süreç de tıpkı rüyalar gibi bastırılmış bilinçdışından beslenmektedir.
Bilinçdışı düşünce ve istekler gizil içeriği oluşturur; yazıya dökülebilen ise neredeyse bilinçli olan yaşantılardır, yani açık olan içerik. Bu noktada rüyalar ile metinler üzerinde bir benzerlik kurmak gayet olasıdır. Belki de yaratıların gizil anlamları da yazarlarda ya da kahramanlarda saklıdır. Yazar, semboller kullanır, gerçekliğin içeriğini açıklar ve genişletir, ifadeyi dramatize eder, dürtüsel ve kültürel öğeleri iç içe sunar, dilekleri ifade eder, gerektiğinde mizaha vurgu yapar…
Yazarın konularını nereden aldığını, bu konularla bizi etkileyip duygulandırmayı, düşündürmeyi nasıl başardığını bilme isteğimizde, yazılanı yazan ya da içinde yer alanın ruhsallığı üzerinden düşünmek belki bir nebze yardımcı olabilir.
Yazmak, zihinsel karmaşayı ya da duygusal çatışmayı düzenlemek sayılabiliyorsa; buna eşlik eden okuyucu da yazarla, karakterlerle özdeşleşerek kendi zihinsel ve duygusal süreçlerini anlamlandırma konforuna erişebilir diye düşünebiliriz. Psikanalitik çalışma pratiğimizde de biri için güvenli bir atmosferde bir psikanalist ile konuşmak, kişi için önceden bilinmez olan iç dünyasına (düşünceler ve duygular, anılar, rüyalar) ilişkin yanlarına karşı farkındalığını giderek artırır, hatırlama ve bütünsel farkındalıklarla, iç dünyasında olup bitenler arasındaki bağlantıları ve bunların yaşamındaki olaylara, ilişkilere, tekrar eden sorunlara ve içinden çıkamadığı durumlara nasıl sebep olduğunu görmeye başlar; beklenense kişinin mümkün olduğunca ruhsal acıdan kurtulmasıdır.
Bu yazıya Nermin Yıldırım’ın “Dokunmadan” adlı romanını misafir etmek istedim.
“Bu, masumiyetin katledildiği bir coğrafyada süren sancılı bir adalet arayışının hikâyesi. Adalet’in adı bu anlamda sembolik elbette.” diyordu Nermin Yıldırım bir söyleşisinde. Belki de beni asıl meraklandıran bu yazarın bir psikoterapist ile birlikte çalıştığına dair duyumumdu. Kitabı okumaya başlayınca da Adalet’i neredeyse seans odasında, karşıma oturmuş, hatta divana uzanmış hikâyesini anlatıyorken buldum. Çünkü roman Adalet’in başından geçen, çocukluğunda yaşadıklarının, bu zamana kadar yaptıklarının, yapamadıklarının, işlediği suçların, çiğnediği yasakların, susmalarının, duraksamalarının, korkaklığının bedelini ödemek üzere yollara düştüğü bir içsel yolculuktu.
Romanda, yol her ne kadar değişik ve yaratıcı yer adları kullanımıyla, farklı mekânlar hayal ettirse de, Adalet’in yolculuğu hep “Tekinsiz” olanı düşündürdü bana. Freud, “Tekinsizlik” makalesinde şöyle der: “Almanca bir sözcük olan unheimlich, tanıdık, yerli, eve ait anlamlarına gelen heimlich, sözcüğünün zıt anlamlısıdır ve tekinsiz’in bilinmediği ve tanıdık gelmediği için korkutucu olduğu sonucunu çıkarmak bize cazip gelir. Elbette, yeni ve alışılmamış olan her şey korkutucu değildir; ancak bu ilişki tersine çevrilemez. Sadece yeni olan şeyin kolayca korkutucu ve tekinsiz hale gelebileceğini söyleyebiliriz; bazı yeni şeyler korkutucudur ama her anlamda değil. Yeninin ve yabancının tekinsiz olması için bunlara bir şeylerin eklenmesi gerekir. Evet, tekinsiz olan ne yenidir ne de yabancıdır, “tam tersine sadece bastırma sürecinin başkalaştırdığı, fakat ruhsal yaşam için öteden beri tanıdık olan şeydir”, gizlenmiştir ve tekrar ortaya çıkar. Bastırılmış çocukluk karmaşalarını içerir ve bunlar dıştan gelen herhangi bir izlenimle tekrar canlanabilirler, işte o zaman gerçek yaşamda tekinsizlik yaşantısı ortaya çıkar. Tekinsizlik yaşantısı bir anlamda bilinçdışımızın kendini bize, içimizde olan ve hem bize benzeyen hem de tuhaf bir şekilde farklı bir kişi olarak hissettirmesidir. Adalet’in anlattıkları sanki bu kavramı doğrular nitelikteydi roman boyunca.
Onu dinlerken, Adalet, 29 yıllık yaşamında bir çocukluğuna bir ergenliğine gitti geldi. Biliyoruz ki kişinin canlı, tümgüçlü, heyecanlı, meraklı hissettiği çocukluğu bir yandan da o kadar karanlıktır. Çünkü bastırılmış olandır çocukluk. Kişinin bir dürtüye bağlı olan düşünce, imge ve anılarını bilinçdışına itme ve orada tutma işlemi olarak tanımlanan bastırma; arzu edilmeyen ve mutsuzluk uyandıracak durumlardan kurtulmayı kolaylaştırır. Ama bastırılan malzeme hatırlanabilir. İlla seans odalarına gerek olmayabilir bu hatırlama için. Tıpkı Adalet’in başından geçtiği gibi. Bastırmaya çabaladığı ilk suç -mahalledeki arkadaşının oyuncağını ondan zorla alması- ölümle yüz yüze geldiğinde tekrar hatırladığı ve kurtulmak istediği bir anı olmuştur. Tabi yol boyunca hatırlanan bir yığın diğer anıyla beraber. Ama benim de içimi acıtan öyle bir anı var ki, belki de Adalet’in yolculuğunu asıl tekinsiz yapan da o anıdır.

“Eskiden yanaklarımda yumuşacık adımlarla dolaşan ince, uzun parmaklı ellerini, artık sadece evin bir yerlerini ovup parlatmak için kullanıyordu. Bir keresinde yine banyodaki görünmez lekelerle mücadeleye girişmişken, arkasından sarılıp yanağından öpüvermiştim. Oyun gibi… Hani sanki aramızda sebepsiz bir küslük vardı da ben öpünce barışacaktık. Ne var ki onun yerine çığlığa benzer tiz bir iniltiyle itmişti beni. Sonra ovmakta olduğu klozete eğilip uzun uzun kusmuştu. Biz annemle kusmuk dolu bir klozetin önünde severek ayrıldık.”
Elbette ki bu ilişkinin öncesi vardı. Adalet’in bu anısını dinlerken onun erken dönem nesne ilişkilerini düşünmeden edemedim. Bir bebeğin anneyle erken dönem ilişkisi, onun kendilik algısını, sonraki nesne ilişkilerini ve hem kendi annesi hakkında hem de genel olarak kadınlar hakkındaki duygularını etkilemektedir. Annenin çocuğuyla kurduğu ilişki en güçlü narsisistik aşkın göstergesidir. Özne olan anneyle nesne olan çocuk arasında hiçbir ayrılma çizgisi yoktur. Bebeğin anneyle ilişkisinde devamlılık söz konusuysa, bebek hem duygusal hem yapısal olarak benliğin farklı yanlarını, annesinin içselleştirdiği temsillerine ve annesinin bakımının kalitesine göre tanımlayacaktır. Anne yeterince iyi olmalı ve bu yeterince iyi olma hâli bebeğin iyi bir ruh-beden bütünleşmesine, Winnicott’ın deyimiyle bireyleşmeye zemin hazırlamalıdır. Tabii Adalet’in annesiyle oynayamadığı oyun da çok önemlidir çocuğun büyüyebilmesinde. Winnicott’a göre, bebek ancak annenin bakımının yetersizliğinin farkına varır. Yani çok yetersiz bakımdan kaynaklanan aşırı ihmalleri ya da çok yoğun bakımdan kaynaklanan otonomi eksikliğini fark edebilir.
Belki de Adalet’in şu cümleleri bunu işaret ediyordu: “Çünkü siz tek birinin sıcaklığının peşindeyseniz koca dünya da sarıp sarmalasa ne fayda.. Üşümekten kurtulamazsınız. Psikoloji ve matematik bilimleri hiç birbirine benzemiyor.”
Adalet seanslara gelip uzun, yorucu, sancılı ve yüzleştirici yolculuğunu tüm detaylarıyla anlatmaya devam etti. Hep çok yalnız olduğunu hissettim. Çünkü kendi başına olma kapasitesi, bir iyi nesnenin bireyin ruhsal gerçekliğinde bulunmasına bağlıdır. Kendi başına olma kapasitesinin temeli başka birinin yanında kendi başına olma yaşantısıdır. Belki de Adalet bu nesneyi aramaktadır ve yol çok uzun zamandır sürmektedir.
Adalet, yol boyunca hem içeriye hem dışarıya bakmaktadır. Sophie de Mjolla’nın belirttiği gibi, bakışlarımız ile, etrafımızdaki dünyayı düzenler, ona yakın veya uzak, çekici veya itici, yararlı veya tehlikeli gibi tanımlamalar atfederiz. Ötekinin bakışlarının etkisinde olmak üzerimizde bir sarsıntı yaratır çünkü öteki bizimle aynı derecede güçle kuşanmış olduğu ölçüde, diğerleri arasında bir nesne olarak onun dünyasına gireriz. Belki de bakılmak bazen ölüme eşdeğerdir.
Evet başlangıçtan itibaren hayat ve ölüm iç içedir; Dokunmadan’da da bu iç içelik oldukça çarpıcıdır. Yaşam dürtüsü bağları güçlendirmeyi, sürekli heyecan ve zevk almayı isterken, ölüm dürtüsü, yaşamsal enerjiyi sıfıra indirme, sakinliğe ve hareketsizliğe geri dönüş yapmak isteyerek tüm gerilimlerin yok edilmesini hedeflemektedir.
Yaşarken tanımak ve tanışmak gerekir, ötekinin eşliğinde yola devam etmek belki de en koruyucu, en dinginleştirici olandır. Bizler, bize anlatılanları dinlerken tanışmış oluruz odamızdaki öteki ile…
Adalet şöyle soruyordu: “Biri hakkında ne bilirsek onu sahiden tanımış sayılırız? Zaman geçirmek için mi tanışıyoruz yoksa tanışmak için mi zaman geçiriyoruz? İki insan neden tanışmak ister? Yakınlaşmak için ve uzaklaşmak pahasına tanışıyorduk işte.”
Evet biz tanıştık Adalet, iyi ki de tanıştık…