.

Behçet Çelik: “Edebiyatla, dille, metinle, kurguyla ilişkim sabit değil.”

Irmak Zileli

Behçet Çelik’le bu söyleşimizi 2016’da yapmıştık. O günden bu yana bir öykü kitabı (Yolun Gölgesi, 2017) ve bir roman daha yayınladı (Belleğin Girdapları, 2019). Yeni öykü kitabı Patikaların İyi Yanı’nın eli kulağında… Bu müjdeyi aldığımızda kitap henüz dağıtıma çıkmamıştı ama siz bu söyleşiyi okurken kitap da okurla buluşmuş olacak. Behçet Çelik’in yazı masasını kurcaladığımız 2016 yılında bize bunları söyledi, ama kendi cümleleriyle bir şerh koymak gerekiyor şimdi. Çünkü Behçet Çelik diyor ki, “Aslında belki de sürekli bir arayış okumak da, yazmak da. Dolayısıyla edebiyatla, dille, metinle, kurguyla ilişkim de sabit değil, okuduklarımla öğrendiklerimle değişiyor. Bu değişimin yazdıklarımı da etkilememesi düşünülemez.” Bu altı yıl içinde kim bilir neler okudu, neler düşündü ve yazdıklarına nasıl etkide bulundu. Bunu daha iyi görmek için söyleşimizin sonrasına denk gelen eserlerine mutlaka bakmalı. Ama yine de bu söyleşinin onun edebiyatına dair pek çok şey söylediğine inanıyorum. Aynı zamanda yazmak isteyen, edebiyata ilgi duyan okurlara da pek çok ipucu içeriyor. O ipi tutup nereye varacağınız tabii ki size kalmış.

Metnin ilk ışıdığı anla başlayalım. Her metin aynı şekilde mi ışır bilmiyorum ama, bir de senin hem öykü hem roman yazdığın düşünülürse…

Öykü ve roman için çok farklı bu ışıma ânı. Öykülerin her birinin kendine has yazılma hikâyesi var, ama çoğunlukla gündelik hayat içerisinde bir şeylerin, “Buradan bir hikâye çıkabilir,” dedirterek kendisini gösterdiğini söyleyebilirim, farklı bir ışık vuruyor o anda bir şeylerin üzerine. Bu bir duvar yazısı olabilir, bir arkadaşımın cümlesi, kulağıma çalınan bir söz, bir görüntü, bir bakış. Son yıllarda, biliyorsun, “tematik öykü kitapları” yayımlanır oldu. Bir tema baştan veriliyor, o zaman biraz daha farklı oluyor bu süreç, uzun uzadıya düşünmek gerekiyor. Onları dışta bırakırsam, pek de planlı olmayan bir süreç bu. Yani, “Dur bir şey yazayım” diyerek beyaz kâğıdın önüne ya da bilgisayar ekranının karşısına geçmiyorum. Geçtiğim zaman kafamda ufacık da olsa daha önce karşılaştığım, bana kendisini hissettirmiş bir şeyler oluyor.

Peki o ufacık da olsa olan şey oluştu diyelim ki. O beyaz ekranın karşısına geçmek için daha da dallanıp budaklanmasını bekliyor musun? Yoksa o ilhamla başlayıp yazarken de mi plansız ilerliyor ve akışa bırakıyorsun?

O da değişiyor her seferinde. Yani bazen günlerce kafamda gezdirdikten, bir parça ilerledikten sonra geçebiliyorum başına, bazen de tek bir cümleyle başladığım oluyor.

O zaman bir formülü yok.

Bu alanda bir formülü yok. Zaten aslında yazma işinin önemli kısmı yazmaya başladıktan, ilerledikten sonra bence. O haline dışarıdan bakıp onu yeniden kesip biçerek, ekleyerek düzenlemek. Bu kısmı daha çok zamanımı alıyor.

Önce döküyorsun, öyle mi?

Bir anlamda öyle denebilir. Bir süre, işte, kimi zaman bir hafta, belki daha da uzun sürüyor, ortaya bir metin çıkıyor, ama ortaya çıkan metinle olabildiğince çok uğraşmayı yeğliyorum. Karşılaştırmadım ama ilk yazılmış haliyle son yazılmış hali arasında bir hayli değişikliğe uğradığını söyleyebilirim.

Biçimsel değişiklikler mi daha çok peki?

Cümleleri düzeltmeler, paragrafı oradan alıp bu tarafa taşımalar. “A burada bitmiş,” deyip sondaki bazı kısımları atmak. Bir de mutlaka çıkış alıp okuma aşaması var. Birkaç kez ekranda zaten düzelti yapıyorum ama basılı olarak gördüğümde daha çok hata, eksiklik çarpıyor gözüme. Kötü yazılmış kitapların düzeltmen elinden geçmiş hali vardır ya, o hale geliyor sayfa, karalamalar, düzeltmeler, çıkıntılar, ekler… Bazen de öyküyü sesine dikkat ederek okuduğumda, “Olmamış, özneyi burada sona atmalıyım, daha güzel olacak,” diye düşünüp onu düzeltiyorum. Peş peşe gelen cümlelerde aynı kelimeyi iki kez kullanmışsam mesela, bunu yazarken fark etmiyorum, ekranda da kaçabiliyor gözümden, ama kâğıt üzerinde daha rahat görülüyor bu tür hatalar.

Çıkış alıp okuduğun zaman yeni bir okur gözü mü kazanıyorsun acaba metne karşı?

Zaman da önemli. Yazdıktan bir ay sonra okumakla üç gün sonra okumak çok farklı. Her durumda dışarıdan bir başkasının gördüğü gibi görebilmeyi beklemek mümkün değil, çünkü o cümleleri sana yazdıran duygu zaten senin bilgin dahilinde. Sıfırdan okuyan bir insan da senin gibi göremez… Kâğıda döküp okuyunca, ekrana göre daha mesafeli durabiliyoruz yine de. Dediğim gibi, demlenme süresi uzamışsa, o zaman da mesafe açılabiliyor.

Yazarla metin arasındaki ilişki bir yanıyla matematiği oluşturulamayacak kadar gizemli bir yanıyla da çok ortak. Sözgelimi benim kendi metnimle ilişkimde oluşan durumlar ile senin kendi metninle ilişkinde oluşan durumlar arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları neye bağlıyorsun?

Öykü yazan kişilerin kimi ritüellerinin ya da kimi çalışma biçimlerinin benzeşmesi normal. Özgün olansa tamamen bizim öyküyle, yazmakla olan kişisel ilişkimizle ilintili. Arkadaşlarımla nasıl yazdıklarını bu kadar ince ince konuşmuş değilimdir; bu yüzden başkalarının nasıl yazdığı konusunu çok bilmiyorum, ama mesela Ahmet Büke bir zamanlar öğle tatillerinde herkes yemeğe çıktığında öykü yazdığını söylemişti. Öylesine sıkışık bir zamanda yazamayacağımı düşünmüştüm. Öykü üzerinde çalışabilmek için daha geniş zamanlara ihtiyacım oluyor. Yine de nadiren de olsa akşam saat 10’dan, 11’den sonra yazmaya oturduğum olur. Genelde daha erken saatlerde başlarım ki birkaç saat çalışabileyim. Her zaman planlandığı gibi olmuyor. Herhalde koşullar da bunu belirliyor. Belki her öykünün kendi yazılma saati var.

Bu biçimler, yöntemler, yordamlar… İlk başta herhalde bunların hepsi senin cebinde değildi, yapa yapa oluştu diye tahmin ediyorum. Bir; nasıl oluştu? Mesela her deneyimde şaşırdığın oluyor muydu?

Romanlarla ilgili evet, oldu, oluyor; romanları çünkü çok daha uzun süre çalışıyoruz. Yani baştan planlamadığım yerlere gitmiş olması şaşırtıcıydı. Öyküde de kimi zaman oluyor ama daha hacimli bir metinde bu daha şaşırtıcı. Şimdi elimde başladığım, roman olabilecek bir metin var, çok yavaş ilerliyor ama. Daha önceki iki romanda daha hızlı ve seri çalışabilmiştim. Şimdi mesela niye çalışamadığımın cevabı yok. Yaşın ilerlemesi mi, gündelik hayatta daha fazla uğraşın beni engellemesi mi? Ne beklediğimi de bilmiyorum. 50-60 sayfa yazmış durumdayım, öyle tıkanmış falan da değilim, fakat önceliği ona vermiyorum. Yazarken tam bilemediğim gibi, yazmadığımda da nedenini bilemiyorum.

Ya da bildiğini bilmediğin bir şey.

Belki korkuyorum bir şey çıkmamasından, ondan çekiniyorum, bilmiyorum, bildiğimse şu; tamamlarsam öyküden farklı bir şey olacak. Aslında dedim ya başta, her metnin kendine has bir çalışma yolu, yordamı var, kendi kendisini belirliyor. Belki insanın o dönemde içinde bulunduğu durumla da ilgili bu. Memleketin hali de etkiliyor, insanın kişisel halleri de etkiliyor. Sorunun başına dönersem, hakikaten bazen insan planladığının dışında bir yere gittiğini ve bunun içine sindiğini fark ettiğinde de… İşte zaten yazmanın en keyifli yanı bu. Yani aslında bildiğin bir şeyi birine anlatmak için değil, bilmediğin bir şeyleri keşif için yazmak. Bu, benim için çok daha heyecan verici.

Üstelik bu dediğin sadece içeriğe yönelik bir şey değil. Yani yazma yordamı, tekniği açısından da yazarın kendi kendiyle aslında konuştuğu da bir süreç oluyor.

Tabii. Geçenlerde bir öykü üzerinde çalışıyordum, öykü şimdiki zamanda yarım sayfa devam ettikten sonra durup dururken di’li geçmiş zamana geçti. Eşim okudu, bu kip değişikliğinin sebebini sordu. Bilmiyorum dedim, öyle oldu. Herhalde biçim diye sorduğun buna benzer bir şey. Bana o öyküde sanki bu gerekliymiş gibi geldi, sezgisel bir şeydi o kip değişikliği. Orada bir şey var ve o “bir şey”in ifade edilmesi, işaret edilmesi yazarken gelişti, ben de sonradan yazarken fark ettim başladığım kipi devam ettirmediğimi.

Peki neden bunun öyle olduğunu kendin bir yanıt veremesen bile, o öyle çıktı deyip orada öyle bırakıyor musun, içine böylesi sindiği için nedenini tam olarak bilemesen bile?

Tam olarak bilemediğim zaman bile aslında bildiğim bir şey var. Haklısın bu noktada. Yani orada bu değiştiğine göre demek ki duygu durumum değişmiş, belki bilmediğim bir nedenle öykü kişisinin anlattığı olayla arasındaki mesafenin değişmesi gerekmiş. Bunu sezdiğim için anlatının kipi değişmiş. Sözünü ettiğim öyküyle ilgili olarak söylemiyorum, ama şöyle bir şey var: Mesela “geliyor, gidiyor”la devam ettiği anda o an yaşadıklarını daha derinden hissediyordur da insan, di’li geçmiş zamana geçtiğinde anlattıklarıyla arası daha bir mesafelidir, belki buna benzer bir noktaya işaret ediyordu o değişiklik. Bu konuda tatmin edici hiçbir yanıtım olmasa da, kesinlikle “Yazarken bu böyle oldu, öyleyse böyle olmalıdır,” diye bırakmam onu. Ben metne biraz daha hâkimim, yani öyle olma yanlısıyım. Dışarıdan birinin okuduğunda anlayabilmesini, iyi kötü, az çok anlamlandırabilmesini isterim bu gibi değişiklikleri. Kimi zaman şu da olabiliyor: Benim bildiğim, ama metnin içinde olmayan, anlatmadığım bir sebep var diyelim. Bir şeyler anlatıyorum ama bunların arkasındaki esas neden çok belirsiz. Bu nedeni metnin içine dahil etmek istiyorum, ama apaçık biçimde değil. Pek çok biçimde olabilir bu, bir sonraki paragrafta anlatılan bir başka olayla önceki arasında bir bağ olduğunu sezdirmek, belki ima etmek bir yoldur, bu bağ o anlatılmayan şeyin anahtarı olabilir. Bazen öyküde alakasız görünen bir değişiklik, bazen olayların akışının kesilmesi, anlatılanların değişmesi… Neler oluyor öyküde diye kafa yormasını sağlayacak şekilde ifade etmek gerekir diye düşünüyorum, çünkü o kadar gelişigüzel bir şey değil edebiyat, anlamı rastlantıya bırakmak istemiyorum. Her şeyi bir hap haline getirip vermek, bütün neden-sonuç ilişkilerini, alttan alta ima edilenleri bangır bangır söylemek de değil, tahmin edersin. Bir denge gözetmek gerekiyor. Kapalı olan noktalarla olmayanların birlikte nasıl bir bütün, bir denge oluşturduğunu. Ölçmek, tartmak, dışarıdan bakabilmek gerekiyor yazdığım metne, mümkün olabildiğince tabii, dengenin kefelerini bazen cümle cümle, kelime kelime değiştirmek. Başta da dediğim gibi, yazdığım metnin çıkışını alıp defalarca üzerinde çalışmanın hoşuma giden ve bana heyecan veren, beni zorlayan yanı, biraz da eskisine göre daha ayrıntıcı olarak metinle dövüşüyor olmam. Bu beni oyalıyor mu, yoksa bana keyif mi veriyor, ondan da emin değilim, ama bunu yapmaktan hoşlanıyorum. Şunu da itiraf edeyim. Bazen ipin ucunu kaçırdığımı, fazla kurcaladığım için metnin kördüğüme döndüğünü hissetmiyor değilim. Bırakmak bir çözüm o zaman. Bir zaman sonra o kördüğüme bir yabancı gibi baktığımda farklı bir gözle gördüğüm oluyor. Bir de mümkün olduğunca o metnin farklı versiyonlarını saklarım. Bazen aradığım çözümü bunlarda neleri değiştirdiğimi takip ederken buluyorum.

Okurdan da bunu bekliyor musun peki? Böyle bir okur hayalin var mı ya da öyle sorayım.

Böyle bir okur hayalim yok ama bir öykü yazdığımda kimi zaman bazı noktaların kapalı kaldığını, daha dikkatli okumaya ihtiyaç duyulacağını biliyorum. Yayımlatmadan eşime dostuma okutup onlardan fikir alırım. Bir kişi bile o metni benim kafamdan geçtiği gibi ya da ona yakın bir şekilde algılamışsa, o benim için yeterlidir. Ama okuttuğum hiç kimse anlamamışsa, o zaman bir sorun var diye düşünürüm. Hiç düşünmediğim şekillerde anlaşılıyorsa, o da başka bir sürpriz oluyor tabii.

Ama bir kişi bile anladıysa…

Demek ki bu anlaşılabilir derim. Bazen o anlayan kişi çok daha farklı metinler, çok daha yoğun biçimde öykü okuyan biri oluyor. Ya da benim tarzımı iyi bilen biri olduğu için daha rahat anlayabiliyor. Bunu da akılda tutmak iyi oluyor. Şu da sorulabilir burada: Sadece onlar için mi yazıyorsun, tek bir kişiyi önemsiyorsun diye. Değil ama zaten çok kapalı öyküler de yazmıyorum, üç sayfalık, dört sayfalık bir öyküyse söz konusu olan bunun dikkatli okunmasını, kimi bağlantıların kurulmasını istiyor insan. Her şeyi çok açık söylemek bana cazip gelmiyor, bununla birlikte şu sorunun cevabı bende de yok: Bu öykü sekiz, on yıl sonra okunduğunda anlaşılacak mı? Çünkü kimi zaman aslında yaşadığınız günlerin etkisiyle metnin içinde olmayan şeyleri de kolayca seziyor, algılıyoruz. Bu anlatılmayan, bizim sezdiğimiz hususlar başka bir zamanda da bu şekilde anlaşılacak mı? Bunu bilemiyorum, benim de cevabını bilmediğim bir şey ama o kapalılık dozu, daha doğrusu kapalılıkla açıklık dengesi içime sinmişse o şekilde kalmasını tercih ediyorum.

Zaten şöyle dedin: Bir kişi o kapalılığı anladıysa tamam ama diğerleri o kapalılığı anlamadığı halde o öyküden bir şeyler anlıyorlar. O da önemli.

Tabii, anlıyorlar. İkinci kez okuduklarında (okurlarsa) belki görecekler bazı şeyleri. Ya da onların anladığı tamamen başka bir şey de olabiliyor. Zaten mesele anlamak da değil, yüzde yüz anlamak diye bir şey hiçbir zaman mümkün değil belki, ama farklı hissedebilmek, sezebilmek. Anlamaktan çok belki “sezmeyi” kullanmak gerekiyor edebiyat metinleri üzerinde.

Bazen anlamıyorum tam olarak ya da anlıyorum ama anladığımı anlamıyorum, bu da mümkün. Yani bir şey anlıyorum ama ne anladım ben acaba?

Onu kelimelere dökemiyorsun.

Peki yazar kendi metnini tam olarak anlayabilir mi kendi yarattığı, yazdığı metni?

Ben anlayabilmiş olmak isterim. Hâkimiyeti elden kaçırmak istemiyorum. Bazı kelime seçimleri de aslında bir önceki kelimeden ötürü olabiliyor, sesin çağrısıyla, çağrışımıyla. Ama bunu ben biliyorum. Bir ses, bir müzik belki beni o cümleyi o şekilde kurmaya itmiş oluyor ama ben bunu biliyorum. Sözlüğün farklı sayfalarından sekiz tane kelime seçip onlardan bir cümle kurma yanlısı değilim, hâkimiyet bende olsun istiyorum.

Yine de burada sezgisel bir bilgiyi kabul ediyorsun sanıyorum. Ben de diyorum ki, sezgisel olarak bildiğin şeyler ama adlandıramadığın, araya zaman ve mesafe girdikten sonra dönüp baktığında “A bak bir de bu varmış” dediğin şeyler olabilir.

Yani evet, yazdığım bazı cümleleri anlamadığım oluyor.

Bir seferinde ne oldu biliyor musun? Bir arkadaş Gözlerini Kaçırma’dan alınmış bir iki cümle mesaj attı. “Aa kimin bu ya?” dedim ben de. Gerçekten tanımadım.

Evet. O bende de oluyor. Yani sosyal medyada gördüğüm bir cümle, kötü de bir cümle, altında benim imzam var. Allah’tan Google var, orada araştırdığımda, evet cümle benimmiş, diyorum. Ama tabii paragrafın içerisinde bir buçuk cümle çıkartılınca, kendi başına çok manasız oluyor, paragrafın içerisinde yine kabul edilebilir bir şeyken.

Son yıllarda aforizmanın romanın içinde çok fazla yer aldığını görebiliyoruz. Biraz sosyal medyanın falan da etkisi var. Alıntılanacak cümleler olması metnin içinde. Böyle bir çaban var mı?

Öyle bir çabaya girmiyorum. Ama yazarken öyle bir cümle çıkmışsa da, “Ay bu cümle de çok aforizmasal oldu” deyip atmıyorum. Metnin içerisinde uygun geliyorsa, onu öyle bırakıyorum ama bu yönde bir arayışım yok. Şunu da itiraf edeyim: Bir arkadaşım yazdığım bir cümle için “Bu cümleyi yazmış olmak isterdim,” dediğinde gurur duymuyor değilim. Aslında öbürü çok daha önemli, öykünün bütünü önemli, cümlenin değil. Zaten o cümle salt başına da güzel değildir çoğu zaman, bağlamıyla birlikte anlamı tam olur, güzelse de bağlamı içinde daha güzeldir.

Berlin, 2008.

Dedin ki bir ışık düşüyor, bir ilham oluyor, fikir çıkıyor ortaya. Senin dışındaki şeyler mi yazdıkların bu anlamda? Dışarıdaki bir gözlem, dış dünya mı, kendi için mi yoksa? Yahut bu ikisinin kesiştiği bir yerde mi çıkıyor öyküler?

Eskiden daha fazla içimdeki bir şeyleri anlatma ihtiyacı duyuyordum. Şimdilerde dışarı daha önde, ama dışarıyla ilişki de gözleyen-gözlemlenen ilişkisi olarak kalmıyor. Şunu yapmaya çalışıyorum galiba: O anlattığım kişinin yerine kendimi koyabilmek. Kafamda gezdirirken başlayıp yazarken de devam eden bir şey bu. Bu bir şekilde hem dışarıda hem içeride olmayı sağlayan bir hal. Zaten edebiyatın da heyecan verici yanı bu. Yani birbirine ters, çelişen şeyleri aynı anda yapma imkânı sunması. Bunun imkânsızlığını bilip de pes etmemek ya da. Bir başkasının yerine geçmek, geçememek. Kendi yerime bir başkası geçirip oradan bakmak. Onun yerine geçtiğimde de kendimden bir şeyler de mutlaka götürüyor, ekliyorum ona. Bunun da dengesi her metinde değişiyor.

Ve bu daha çok sanki yazarken çıkıyor öyle mi? Düşünerek, planlayarak, tasarlayarak değil de…

Tabii, tabii. Zaten yazmaya oturmadan önce bu kadar detaya girmiyorum kafamda, daha çok flu bir şey oluyor. O karaktere kendinden bir şeyler vermek ya da ondan kendine bir şeyler almak yazarken ortaya çıkıyor. Şu da var: Öyküde özellikle yazılmış olan kısmı çok zaman devamını belirliyor ve bunu belirledikçe elinden kaçıyor biraz. Bu noktada artık metin o dengeyi, kendimle başkası arasındaki dengeyi koşulluyor da. Bazen hâkimiyet elden kaçıyor ama az önce de konuştuğumuz gibi, heyecan verici ve keşfe imkân sağlayan da zaten o iplerin elimizden kaçabilmesi.

Peki bir öykünün yazılmaya başlanma anını ne belirliyor. Sen mi karar veriyorsun, o mu dayatıyor kendini?

Hazır bir cümleyle ekran başına geçtiğim olmuyor pek. Hazır bir duyguyla, hazır bir atmosferle, hazır bir karakterle geçiyorum ama hazır bir cümle olmuyor, başlangıç cümlesi genellikle yazmaya fiilen başladıktan sonra ortaya çıkıyor. Tabii, o cümle hep orada durmuyor, başına başka şeyler eklenebiliyor sonradan, başka bir cümle daha uygun görünüyor başlangıç için. Fakat baştaki “o cümle”nin şöyle bir önemi var. Yazının akmasını, devam etmesini sağlıyor. Daha sonra silecek, çıkaracak da olsam böyle bir iş görmüş oluyor.

Diyelim başladın bir romana; roman üzerinden konuşacaksak. Her gün yazıyor musun?

Yazmaya çalışıyorum. Benim çalışma yöntemim şöyle oluyor genelde: Gündüz başka bir işte çalıştığım için ara vermek durumunda kalıyorum. Dolayısıyla akşam yazmaya oturduğumda genellikle bir gün önce yazdıklarımı okuyup, düzelterek başlarım. Bu hazırlık oluyor, metnin diline, atmosferine giriş imkânı sağlıyor, sonra kaldığı yerden eğer zaten kafamda bir şeyler, devam edecek bir şeyler varsa, oradan sürüyor. Ama bütün bunları yapıp, yok bugün bir şey çıkmıyor dediğim de çok olmuştur, bir hafta, on gün hiçbir şey yazmadığım, daha uzun aralar verdiğim de oluyor.

Bu sende gerilim yaratıyor mu? Kaygı ve gerilim düzeyin ne yazarken?

Öykü ve roman yazarken mutlaka yazmalıyım, bunu birileri bekliyor duygusu içerisinde olmadığım için rahatım. Ben daha çok dergilere yazdığım yazıları dergi matbaaya gitmeden yetiştirmek gibi bir durum olduğunda stresli oluyorum. Bu stresi öyküde, romanda pek yaşamıyorum. O yüzden de mümkün mertebe hani işte şu kitabı şu zamana yetiştiririm vesaire gibi taahhütler altına girmiyorum, girmemeye çalışıyorum.

Şöyle bir huzursuzluğun oluyor mu: Yazdın ve o gün yazdığın şeyin içine sinmesi ya da sinmemesi diye bir şey var sonuçta. Mesela ben bazen bugün çok iyi hissediyor oluyorum yazdığımdan ötürü. Bir sayfa yazmışım ve su gibi aktı diyorum, çok da içime siniyor. Bazen de “çok kötü oldu” diyorum. O “çok kötü oldu” duygusu oluyor mu? Bir de o duyguyla nasıl baş ediyorsun? O seni ele geçiriyor mu mesela?

O duyguyla baş etmenin ilk yolu, bilgisayarı kapatmak, o dosyayı kapatmak, oradan uzaklaşmak, arkada delil bırakmadan. Başka uygun bir zamanda devam etmek için güç toplamak. Metin iyi kötü ortaya çıktıktan sonra metinle savaşmayı seviyorum ama metnin o aktığı, durduğu zamanlarda çok savaşmıyorum; oluyorsa oluyor, olmuyorsa olmuyor.

Yıpratıcı bir hırsın yok demek ki. Kendine zarar veren bir hırsın yok ya da.

Bu anlamda yok demek ki. Ama dediğim gibi metin ortaya çıktıktan sonra metni daha iyi, daha anlaşılır olması konusunda kendimle de, metinle de dövüşüyorum.

Yazmak için disiplinli çalışmak gerekiyor. Dolayısıyla bazı şeylerden vazgeçmek gerekiyor gibi geliyor bana. Yani o da olsun, şöyle de sosyal olayım, şurada da görüneyim, burada da gezeyim demek, hele böyle bir kentte yaşıyorsan, bir ailen varsa…

Tabii böyle kentte yaşıyorsan, işin varsa, ailen varsa zaman giderek daha azalıyor ve giderek sosyal hayattan çekilmek zorunda kalıyorsun. Bir yandan da şöyle düşünüyorum: Çok fazla zamanı çarçur etmişiz, ediyoruz. Yani aslında insan kendisini biraz disipline edince, gerekli olan zamanını yaratıyor… Televizyondaki aptal bir diziyi takip etmeye çok gerek yok aslında, kimi çok sıkıldığımız sosyal ortamlarda bulunmamız gerekmiyor ama işte bunlar da hep anlık kararlar ve bir denge meselesi. Kendimi çok çalışmaya kaptırdığımda uzun süredir görmediğim bir arkadaşım arayıp da, “Çay içelim mi?” dediğinde arkadaşımla buluşmayı tercih ediyorum, “Bugün çalışıyorum, bugün olmaz” demiyorum. Ama yaş ilerledikçe zaman konusu daha karmaşık hale gelebiliyor.

Peki zaman demişken, aslında disiplin meselesini de konuşalım istiyorum. Her yerde gördüğümüz spot bir cümle, yani özellikle roman yazmak işi bir disiplin işidir, çalışmak gerekir, bir sistemin, rutinin olması gerekir. Bu tür gereklilikler gerekir mi yoksa yazma arzusu duyan birisi kendiliğinden bir şekilde kendini onun akışında bulur mu? Yani kendini zaten metinden koparamaz ve yazar bir şekilde diyebilir miyiz? Yoksa insan denen varlık tembelliğe mi yatkındır?

Dikkatimizi, algımızı çok çabuk dağıtabilen bir yaşam tarzı içerisindeyiz. Oturduğumuz mahallede ciddi bir kentsel dönüşüm var, tam çalışmaya başlamışken yoğun bir matkap sesiyle birdenbire dikkatim dağılabiliyor, benim elimde olan bir şey değil. Cep telefonu çalar, memleket öyle bir halde ki, son bir saat içerisinde acaba tuhaf bir şey oldu mu olmadı mı diye merak edip internette bir şeylere bakma ihtiyacı duyarım. Algımız dağılmaya çok müsait. O yüzden bir disiplin şart gibi geliyor ama bu yıpratıcı bir disiplin olmak durumunda değil ve her insan aslında bunun dengesini kendi pratiği içerisinde bulabiliyor. Yani bu birisine dikte edilebilecek, öğretilebilecek bir şey değil. İnsan yaşadıkça öğreniyor, insan yaşadıkça neyi daha çok önemsediğini de daha iyi bilebiliyor. Çalışmak için ayırdığım zamanın yerine başka bir şey koyup koymama konusunda yıllar içinde seçimlerimin değiştiğinin farkındayım.

Son zamanlarda ülke siyaseti şunu düşündürdü bana: aslında müdahil olamadığımız bir şey var orada. Ülke siyasetine benim birey olarak; bırak yazar, edebiyatçı, gazeteciyi, birey olarak hiçbir şekilde katkım olamıyor. Benim dışımda gelişen bir şey var. Bunlara yoğun bir kafa yormaya kalktığın zaman hiçbir şey yapamıyorsun ama bütün zamanın heba oluyor gibi bir hissediyorum. Bu şu hissi doğuruyor: Ben artık oraya bakmayayım da, şurada oturup romanımı yazayım, biraz kapanayım… Roman yazmanın kendisi, reel politik bir hikâye anlatmasan da politik bir şey. Senin için de böyle bir anlamı var mı diye merak ettim. Bu okurluk için de geçerli aslında.

Okuma anlamında bunu yaptığım dönemler oldu; özellikle geçen yaz (2015 yazını kast ediyor) 7 Haziran seçimlerini takiben savaş yeniden başlatıldı. Yapacak bir şey yoktu, ya da benim çok yapabileceğim bir şey yoktu; ben de son yıllarda okumadığım yoğunlukta kitaplar okudum bu dönemde. Aslında bu bir kaçış, kendini koruma, yani bir şeyler yazacak bir ruh durumunda da değildim ama okumak iyi geldi o dönemde. O anlamda edebiyat, okur olarak zaman zaman benim kaçıp sığındığım şey oluyor ama ben “memlekette neler olup bitiyor”a kulağımı, gözümü kapatıp “burada kendi romanımı yazacağım” diyemiyorum, dememek gerektiğini de düşünüyorum. Roman yazan kişi de o toplumun, o siyasal yapının, o coğrafyada olup bitenlerden etkileniyor. Dolayısıyla bunlara kafa yormanın çok dolaylı olarak edebi metne de bir etkisi var. Son bir ayda neler oldu? Bu soru insanın aklına geliyor. Sadece arkadaş ortamlarında birisinin “sen ne düşünüyorsun?” demesine gerek yok, insan kendi kendine merak ediyor… Üç gün önce sarmaş dolaş olan insanların birbirlerini boğazlayacak hale gelmiş olması, ne olup bitti acaba diye sormaya neden oluyor. Sonra da buna yanıt arayan makaleler okumak gerekiyor. Ben en azından okumadan duramıyorum. Hiçbir şekilde bunlar benim doğrudan yazacağım şeyler değil, ama o olaylara kayıtsız kalıp yazıya kapanmak benim yapabildiğim bir şey değil.

Aslında daha aktif bir pozisyondan, Twitter’da, Facebook’ta, orada, burada bir şeyler yayınlamak, enerjini buralarda söz söylemeye harcamaktan uzaklaşıp ya da ne bileyim katıldığın bir örgütlenme varsa oralardan biraz daha mesafe alıp, daha yaptığın işle uğraşmak gibi bir şeyden bahsettim. Yoksa tabii ki okuyoruz, izliyoruz, bakıyoruz.

Genelde dar anlamıyla siyasi denebilecek çalışmalar içerisinde hiçbir zaman olmadım, olamadım. Bunun sebebi yazmaya daha çok zaman ayırabilmek ihtiyacı olmaktan çok belki mizacıma uygun değildi. O mizaç sanırım yazma tutkusunun da nedeniydi ama.

Ne tür bir mizaç o? Seni oraya sokmayıp da edebiyata sokan mizacı biraz anlatabilir misin?

Öğrencilik yıllarımda katıldığım siyasi toplantılardaki o laf yarıştırma halleri hiç hazzetmediğim, beni çok boğan bir şeydi. Bir şeyleri belki okuyarak öğrenmeye daha yatkın olmam, ya da bir asosyallik hali yahut medeni cesaret yoksunluğu da olabilir bilemiyorum. Bir de insan zamanla insanların bu sözleri niye söylediklerini az çok kavrıyor. Siyasi amacın ötesinde oradaki birkaç kişiyi sözüyle ezme çabasını gözlemliyor. Bunlar da uzak durmamın nedeni olmuştur.

Peki o siyasetin içinde gördüğün karşısındakini ezmek isteyen, laf yarıştırmak isteyen söylem, o tarzın edebiyatta da yazar yordamı açısından, yazar dili açısından bir karşılığı olduğunu düşünüyor musun? Yani okurunu ezen yazar? Ya da başka yazarları?

İnsanların yazdıklarıyla, röportaj verme ya da başka şekillerde kendini ifade etme biçimlerini bir tutmamak gerekiyor. Tabii, bazı metinlerin daha kibirli bir dili olduğunu insan hissedebiliyor. Toplumun başka kesimlerini hor gören bir dil de karşınıza çıkıyor. Orada da bir eskilerin deyişiyle “mütekebbir” bir yan var. Yayın dünyasında nicelik niteliğin önüne geçer oldu. Böyle bir ortamda bazı metinlerin, özellikle popüler metinlerin aslında okuru tavlamaya yönelik kimi küçük numaralara yaslandığını da insan fark ediyor. Uzak olsun onlar benden diyorum.

Edebiyat kibrinden uzak görünüp, çok fazla kitleyi kucaklayan ve aslında hiç edebiyat okuru olmayan kişilerin de kendini okur hissetmesini sağlayan daha eşitlikçi gibi gözüken bir yaklaşım var. Bir de bunun karşısında zor diller kuranlar var. Okuru terleten metinler, sonunda da yıldıran… Bunun çok iyi örnekleri var, onları bir yana koyalım. Ama pek çoğunun yarattığı his şu; beni diliyle dövüyor, marifet gösterisi yapıyor. Dar bir kitleye seslenip kendini edebiyat hiyerarşisinde belli bir yerde konumlandıran. Hesap kitap yapmadan, ne çok satar olmaya çalışarak, ne elitist olmaya çalışarak, çok saf, safi bir şekilde içimden geldiği gibi yazarak ne çıkıyorsa o çıksın ve böylece okurla aynı masada oturalım biz. Böyle bir edebiyat arzumdan dolayı soruyorum senin yaklaşımını…

Senin olmak istediğin şey en güzel hali ama işte bunun imkânlarına sahip miyiz onu bilmiyorum. Yani zaten senin yazdığın kitabı birileri okuyorsa ister istemez bir hiyerarşi kuruluyor yazarla okur arasında. Gerçi günümüzde durum biraz değişti. Okurun yazarı azarlama imkânı da var artık. Yunus Emre’nin “Yanlış söz söyleme. Seni sigaya çekecek bir Molla Kasım gelir” sözü gibi yazarı edebe çağıran bir yan da var. Dediğine gelince, yani çok farklı saiklerle insanlar kitaplar yazıyorlar. Belki bunlara çok odaklanmayıp insanın kendi işini yapması, dediğin anlamda sakin bir şekilde kendi kafasındaki hiyerarşik olmayan ilişkiyi hayata geçirmenin yollarını araması yeterli. Bu imkânsız dedim, ama her imkânsızlık için bizim de harcayacağımız emek, çaba olacaktır.

Senin dilin üzerine biraz konuşalım. Hani her metnin kendi getirdiği bir dil mi vardır? Dil ve üslup birbirinden farklı mıdır?

Son yıllarda şunu çok duyuyoruz; “kendine has bir öykü dili kurmuş yazar”. Kimi zaman gerçekten öyle. Bazı yazarların bir metnini okuduğumda ya şunundur ya bunundur diyebiliyorum bazen. Benim metinlerimde de bir şekilde zaman zaman benim imzamı ele veren bir eda, bir üslup, tarz var gibi geliyor; hatta yazdığım kimi metinlerde beni tatmin etmeyen bir duygu var: “Gene aynı şeyi yaptım.” Bu duyguyu veren aslında üslup. Bizim her yeni metne başlarken çabamız biraz da bunu esnetmek, öncekinin az daha değişiğini yapma çabasıdır, çünkü aynı öyküyü sekiz on kez yazarsa insanın kendisi de tatmin olmaz. Bazı ısrarlar hoştur, iyidir, belki bende de var öyle ısrarlar. Metnin diliyle anlatılan dünya arasında bir denge var, bu denge yazardan yazara değişiyor ve o dengeyi sezebildiğiniz zaman “işte falancanın dengesi” deyip oradan onun imzasını teşhis ediyoruz gibi geliyor bana. Bunu yapabilmek için o yazarın hem daha önceki eserlerindeki dil ve yapıyı, tarzı, üslubu hem de genel olarak dünyaya bakışını bilmek de önemli, böyle olduğunda biraz daha net görülebiliyor.

Daha önce hiç yazmadığım tarzda öyküler yazmak gibi bir hayalim var. Zaman zaman küçük denemeler de yapıyorum ama nasıl diyeyim, yazmadığım tarzda bir öykü yazayım düşüncesi, hissiyatı bir metni ortaya çıkarmak için yeterli değil, aynı zamanda o yeni üslubu getirecek bir hikâye, içerik de gerekiyor. Öyle olduğu zaman mümkün olabiliyor.

O arayışın nedeni nedir?

Bugünden sıkılmış olmak. Sonuçta hikâye yazmak olay anlatmanın dışında başka bir şey. Bu olayı farklı şekillerde anlatmak, aynı şekilde anlatmamak… Örneğin, öykünün ilerleyip bir yerde birinin ters ama hoş bir lafıyla sona ermesi. Bilmiyorum, bu örnek ne kadar uydu ama… Böyle bir şeyi birkaç kez yaptıktan sonra artık daha önce yaptığın şeyi yapmışlık duygusu veriyor. İçine sinmekten söz ettik ya. İçine sinmiyorsa esnetmek gerekiyor. Roman bu anlamda daha yeni bir şeyi denemek için daha zor sanki. Öykü bu anlamda bana daha zengin egzersiz imkânı veriyor.

Bu dediğin buluşçuluk değil ama öyle değil mi?

Yazmaya ilk başladığım yıllarda birkaç arkadaşımla anlaşamazdık. Çok erken zamanlardı, yani kendi kendimize yazıp birbirimize okuttuğumuz. Arkadaşlarım ısrarla böyle kurgu oyunları, üç tane Borges okumuşlarsa onu andıran şeyler yazmaya çalışırlardı. Ben önce klasik öykü yazmayı öğrenelim diyordum ve onların bu farklı şeyler deneme istek ve çabaları bana çok telaşlı gelirdi. Yani buluşçuluk denince, benim aklıma biraz o geliyor. Kimsenin yapmadığı bir şeyi yapma telaşı. Edebiyat, ne sadece kimsenin anlatmadığı hikâyeyi anlatmak, ne kimsenin anlatmadığı biçimde anlatmak. Çok özel bir şekilde bu ikisinin bileşimini bulmak gibi geliyor bana; ama bir yandan da bunu dediğim zaman az önce dediklerimle çelişiyorum: Yeni bir şeyler yapmak istiyorum sözüyle. Şöyle mi demeli, bilemiyorum. Buluş olsun, farklı olsun, özgün olsun diye değil, ama bulunca, yolun yeni bir anlatıma, biçime çıktığında da ondan çekinmemek. Aslında okuma alışkanlıklarım da değişiyor. Yani on yıl öncesine göre çok daha farklı yazarlardan daha farklı edebi tatlar aldığımı düşünüyorum. Aslında belki de sürekli bir arayış okumak da, yazmak da. Dolayısıyla edebiyatla, dille, metinle, kurguyla ilişkim de sabit değil, okuduklarımla öğrendiklerimle değişiyor. Bu değişimin yazdıklarımı da etkilememesi düşünülemez.

Genellikle duyduğumuz şey de şudur: Ben okumak istediğim şeyleri, okumaktan haz aldığım şeyi yazmak isterim. Senin açından nedir? Yani okurluğunla yazarlığın arasında böyle bir benzeşme, örtüşme var mı?

Biraz obur bir okurum. Yani çok farklı şeyleri de okumak istiyorum, zaman ayırıp okuyorum da iyi kötü, ama bir de her yeni kitabını çıkar çıkmaz aldığım yazarlar var, onların yeri ayrı. Özellikle son yıllarda bizim yaşımızın kuşağından dünyanın farklı ülkelerinde kimlerin ne yazdığını daha çok merak ediyorum. Şanslıyız, özellikle küçük ve butik yayınevleri bunları takip edip çeviriyorlar. Çok bahsi geçen kitapları okumaktan uzak durmuyorum, onları da okumaya çalışıyorum. Yani dediğim gibi okumak konusunda obur bir yanım var ama başucu yazarlarım da var. O başucu yazarlarımın hepsi de aynı tarzda yazmadıkları gibi, çoğunun yazı tarzı benimkiyle aynı değil, aynı olması gerektiğini de düşünmüyorum.

Mesela yazarken ya da yazmadan önce bir şey var kafanda bir öykü ya da roman. Dilini daha bulamadın, bir şey okuduğunda onun dili, hani onun dilini uygulamaktan bahsetmiyorum ama o dil sana ilham verir ve birdenbire bir sesle birlikte sen kendi yazdığın metnin dilini bulduğunu hissedersin?

Buna benzer şeyler oldu diyeyim, yani her zaman değil. Bana kalsın ama bir iki metnimde böyle okurken çakan ışıklar oldu.

Virginia Woolf şiir okurmuş; Shakespeare okurmuş yazdığı zamanlarda, bir şey yazıyorsa. Ben yazıyorsam, roman okumam, şiir okurum gibi belirlenmiş kuralların var mı yazıyorken?

Yok, öyle bir yanım yok. Bir de uzunca bir süredir kitaplar üzerine yazılar yazıyorum. Dolayısıyla her zaman okumam gereken kitaplar oluyor. Onları da genellikle ben seçiyorum, ama günceli de takip etmeye çalışıyorum. Bu yazıları yazdığım dönemde bir öykü kitabı ya da bir roman hazırlıyor da olabiliyorum. Çok eskiden, yazarken tıkandığımda yirmi yıl önce, açıp Sait Faik’i okumak iyi gelirdi; dil temizliği. Bilmiyorum hani uygun bir benzetme olur mu ama, Fransız mutfağında iki yemek arasında ağzı temizlemek için sorbe yenirmiş.  Öyle bir etkisi mi vardı, bir güç alma mıydı, bir destek arayışı mıydı ama o yıllarda bunu birkaç kez yaptığımı hatırlıyorum. Ama şimdi yazarken tıkandığımda o sırada okumakta olduğum kitap neyse ona dönüyorum, şöyle diyorum: “Hemen yazmak zorunda değilim, bari bir şeyler okuyayım.” Bazen de okurken bir ışık çakabiliyor, çünkü yazmakta olduğum metinde tıkandığım yer, oradaki krizi bir yandan düşünüyor oluyorum zihnimin gerilerinde ve başka bir metnin içerisinde bir çözüm olasılığı çıkabiliyor. Bazen de çözüm sadece uzaklaşmakta, mesafe koymakta. Soluk Bir An’ı yazarken çözümü kan verirken buldum. Bir saat kımıldamadan yatmam gerekiyordu, bir akrabama trombosit veriyordum. Gecenin ikisi, üçü gibi bir saatte, hastanede yalnızken, bir saat hiç kımıldamadan… Kitapta tıkandığım noktanın çözümü ben öyle yatarken geldi aklıma.

Rutinin dışına çıkmanın verdiği bir şey olmuş olabilir, farklı bir şey yapmak.

Tabii olabilir. Farklı bir yer, farklı bir zaman, farklı bir şey, yapacak başka bir şey yok ya da belki zaten çıkacaktı ona denk geldi bilemiyorum ama işte bazen de bir kitabı okurken o ışık parlayıveriyor.

Bir kadın yazarın bir erkeği yazması ya da bir erkeğin bir kadını yazması büyük problem gibi gelmiyor bana. Çünkü Jung’un dediği şey, senin de içinde bir dişil taraf var, benim de içimde bir eril taraf var. Kadın karakterler yazmak kendinde de yeni bir keşfe yol açtı mı, kendindeki dişil tarafı keşfetmeye yaradı mı mesela?

Bende mekanizma biraz daha farklı oluyor. Kadın karakterlerle ilgili yazdığımda kadınların bana anlaşılmaz gelen, daha doğrusu benim anlayamadığım kimi yanlarını anlayabilirmişim gibi bir hisse kapılıyorum.

Yazarlık senin için meslek midir? Meslek kavramı ve meslek olması ve yazarlıktan para kazanma meselesindeki dengeyi nasıl görüyorsun?

Gerçeküstücülük Manifestosunda Troçki ve Riviera’nın Marx’tan yaptıkları bir alıntı var: “Yazar elbette yazdığı için para kazanmalıdır ama para kazanmak için yazmamalıdır.” Yazmaya çok erken başladığım dönemlerden beri olması gereken düstur buymuş gibi geliyor bana. Gene aynı yerde Marx şöyle diyor galiba: “Basın özgürlüğünün ilk şartı meslek olmamasıdır.” Belki bir önceki cümlenin önceleyen bir cümle. Edebiyat bana biraz böyle bir şey gibi geliyor. Yazıyorsan elbette o emeğinin karşılığını alacaksın ama para kazanmak için de yazmayacaksın. Dolayısıyla da bir meslek olmamalı gibi geliyor. Meslek olmasının karşıtı nedir? Benim aklıma ilk amatörlük geliyor. Amatörlüğün korumak lazım.