.

Zemzem Taşgüzen Polat: “Ev, sadece ‘ev’ değil, çok boyutlu ve karmaşık bir yapı.”

Aynur Kulak

Zemzem Taşgüzen Polat, mimarlık tecrübesini ve sosyal teori bilgisini, kendi hayatından canlı gözlemlerle tartarak, ev denen koca dünyamızın önemini şu cümleleriyle anlatıyor: Bireyin nitelikli bir yaşamı kurgulayabilmesi için ev hâllerinin (öznel deneyiminin) farkına varmasını kıymetli buluyorum. Konutla ilgili tüm bu ilişkiler ağını ne kadar anlarsak, konutun “aşırı metaya” dönüştüğü bu sistem anlayışını sorgulayabilir ve yerel/merkezi aktörlerin konut üretme anlayışında söz sahibi olabiliriz.” Zemzem Taşgüzen Polat ile Aynur Kulak’ın gerçekleştirdiği kapsamlı söyleşi için buyurun lütfen.

Sohbetimize tezinizin kitaplaşma sürecinin nasıl gerçekleştiğini konuşarak başlamak istiyorum. Nelerdi sizi kitaplaştırmaya doğru götüren adımlar?

Bu sorunuzun iki hikâyesi var. Öncelikle günümüze yakın olandan başlayayım. Tezimi teslim etmemin hemen ardından (2019), Mardin’de bir mekânda meslektaşım olan iki arkadaşımla oturuyorken tezimden konu açıldı. Arkadaşlarım bir yayınevine göndermem konusunda teşvik ettiler. Gönderip göndermeme tereddütünü yaşadığım o anlarda güzel bir tesadüf olarak yayınevinde çalışmış bir arkadaşla karşılaştık ve o da sohbete dâhil olup İletişim Yayınları’na göndermem konusunda fikrini ortaya koydu. Bu birbirini destekleyen yorumlardan sonra tezimi gönderdim ve İletişim Yayınları Editörü Tanıl Bey tezimin basılabileceği konusunda hızlı bir dönüş yaptı. Tabii tezimin kitap olarak basılabilmesi için yeniden çalışmam gerekiyordu. O  dönem Covid-19 pandemisi patlak verdi ve evin gündelik hayatımız üzerindeki etkileri konuşulmaya başlandı. Böylesi yoğun dönemleri değerlendirebilmek için araya zaman girmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Herkes evi konuşurken, evi yazmak fikrinden uzaklaştım ve kitabı rafa kaldırdım. Tanıl Bey’den geçen yıl gelen hatırlatma e-postasıyla kitap birden hayatımın merkezine oturdu. Yeni okumalar yaptığım, yoğun çalıştığım bir dönemin sonunda kitabı nihayet tamamladım.

Uzak tarihli hikâyem ise ortaokulda başlayan klasik ama benim için kıymetli bir hikâye. Edebiyat öğretmenimle tanışmam; öğretmenimle birlikte duvar gazetesi, şiir okumaları, öykü yazma vb. çalışmalar bana geniş bir dünyanın kapısını araladı. Sürekli yazıyor ve yazdıklarımı öğretmenime veriyordum. Üniversiteye başladığımda yazdıklarımı dosyalaştırıp bana hediye etmesi kitap yazma fikrinin belki ilk kıvılcımı olmuştur.

Kitaba doğru adım adım gitmek istiyorum. Bu adımların ilkinde de, mesleğiniz gereği -ve bu konuları çok merak eden biri olarak- mimarlık, yaşam, ev, barınma, kent konularını içerecek şekilde “domestik yaşam” ne demek, tekabül ettiği şeyler neler, özellikle de çağımızın nüveleri söz konusu olduğunda neleri kapsıyor?

 “Domestik yaşam” yerine “barınma kültürü” ifadesinin daha çok kullanıldığı görebiliyoruz akademik metinlerde. Diğer yandan “barınma” sözcüğünün evin sahip olduğu ilişkiler dünyasını ifade etmede yetersiz kaldığını düşündüğümden “domestik” ifadesini tercih ettim. Ev, “başımızı sokacak bir barınak” fikrinden öte, içinde genişlediğimiz, düşünsel olarak zenginleştiğimiz, kentle geçirgen bir ilişki kurmaya olanak sağlayan bir mikro kozmos olmalı. Latince domesticus, “hane halkına ait” anlamına gelirken, hane üyelerinin yaşamının her boyutunu kapsayan bir anlatıma bürünüyor; evden dışarı adım atıp sokağa, mahalleye ve kente uzanıyor…

İnsan varlığı söz konusu oldu olalı insanın beş temel yaşam gereksiniminden biri olan barınmak hep çok önemli bir unsur olageldi. Son beş yıl içerisinde pandemi ile birlikte yaşadıklarımızı da bu önemli unsurun içine eklersek evi anladık mı, anlayabildik mi ya da her zaman olduğu gibi ihtiyaçlarımıza binaen anlamak istediğimizi mi anladık?

Evin anlamı sabit değil, koşullarımıza ve önceliklerimize göre değişiyor sürekli. Covid-19 sürecinde herkes belki ilk kez evin ne kadar bağlayıcı olduğunu fark etti. Birçok boyutu olan ev sadece ev-sağlık ilişkisi merkezinde tartışıldı. Elbette bir farkındalık oluştu ama yeterli olduğu kanaatini taşımıyorum. Ev, sadece “ev” değil çünkü, çok boyutlu ve karmaşık bir yapı. Evi zor ve dinamik bir kavram/olgu yapan da bu aslında. Bireyin nitelikli bir yaşamı kurgulayabilmesi için ev hallerinin (öznel deneyiminin) farkına varmasını kıymetli buluyorum. Konutla ilgili tüm bu ilişkiler ağını ne kadar anlarsak, konutun “aşırı metaya” dönüştüğü bu sistem anlayışını sorgulayabilir ve yerel/merkezi aktörlerin konut üretme anlayışında söz sahibi olabiliriz. Uzun vadeli çalışma, farklı ev deneyimlerini kucaklayan çok yönlü ve çok sesli bir yaklaşım yeni bir konut anlayışının ortaya çıkmasını sağlar çünkü nasıl konut üretiyorsak öyle kentler ortaya çıkarıyoruz. Bu noktada bazı ihtiyaçlarımız kapsamında ve konut sektörünün manipülasyonlarının ötesinde bireyin “evi anlama sorumluluğu” var.

Eve dair insanın ihtiyaçlarını, anlamayı ve anlam arayışını konuşmuşken dedenizin inşa ettiği evin tanımı için kullandığınız “Hayatlı (avlulu)” bir evde doğduğunuz tespitinizi konuşabilir miyiz? Çünkü birkaç önemli noktasından kurgulansa çok güzel edebi bir metin de olabilecek bu avlulu ev ile içinde yaşayan insanların hayatının inşası tezinizin (kitabınızın) en önemli kilometre taşı sanki, ne dersiniz?

Evet, tezimin çıkış noktalarından biriydi. Geçmişin bilinmeyen aktörlerinden birini, bilinir kılmaktı amacım. Dedem Urfa’nın önemli camilerinin onarımını yapmış ve o dönemin ilk apartmanları da diyebileceğimiz iki katlı taş konutlarını inşa etmiş, Türkiye’nin sayısını tam bilmediğimiz yapı ustalarından biriydi. Egemen tarih anlatısının dışında kalan dedem gibi birçok aktörün isminin bilinmiyor oluşu beni hüzünlendirmiştir her zaman. Geçmişte de günümüzde de her alandan adını sanını bilmediğimiz üreten, çabalayan, emekleriyle dünyaya katkıda bulunan insanlar var. Bu noktada alternatif tarih anlatılarıyla araştırmaların yapılmasını önemsiyorum. Sezgisel olarak eve karşı ilgimin bundan hareketle oluştuğunu düşünüyorum. Bir arkadaşımın dediği gibi, “yaşadığımız evler bizi biz yaptı aslında.” Geleceğin ilmeklerini atarken geçmişin aksayan yönlerini sorgulayıp, güzel taraflarını yaşatarak geçmişin zenginliğini onurlandırmalıyız.

Bir yandan da bir ev inşasıyla kaç hayat birden inşa ediliyor, mimarinin -özellikle geleneksel mimarinin- ve evin hayata ve hikâyelere kattığı anlam çok önemli. Buradan el alarak evin nasıl bir “iç” olduğunu ve nasıl bir avludan veya pencereden, apartman kapılarından “dış”a açıldığını konuşabilir miyiz? Evi anlamaya dair bu “iç” ve “dış” oluşumlar nereden nereye geldi?

Ev, kazandıkları ve kaybettikleriyle farklı bir yer bugün. Bunun içine evin uzantıları, ara ve ortak alanlar, sokaklar da giriyor. Günümüz konut üretiminde bu ortak alanlar, neredeyse yok oldu. Gündelik hayatın doğal akışı içinde bir araya gelmemizi destekleyen mekânlar yerine bizi yalnızlaştıran, yaşamımıza ‘dışarıdan’ empoze edilen tüketim mekânları ön plana çıkarılıp pazarlanıyor. Böylesi bir yaşama her alanda güzelleme yapılıyor. Bunun önüne geçilebilmesi için insanların şu soruları sorması gerekiyor: “Nasıl bir ev istiyoruz?”, “Pazarlanan konut benim ihtiyacım ve beklentilerime uygun mu?”, “Ev kentle ilişkimi nasıl etkiliyor?”

Yüksek kâr beklentisine kurban edilmemiş, ışık/hava giren tuvalet ve banyolar, annelerimizin komşularıyla oturduğu, çocukların oyun oynadıkları ortak ve yeşil alanlara yer verilen, bir araya gelmemizi destekleyen konut ve yaşam çevreleri kurgulayabilmemiz zor ama mümkün.

Kitabın en uzun bölümü olan “Nesilden Nesile Bağlanmanın Yeri Olarak Ev” bölümü önemli. Nesillerin/kuşakların evle olan ilişkisi nasıl bir seyir izledi, evlerle en kuvvetli bağı hangi neslin kurabildiği sorularına yönelik tespitleriniz daha çok hangi konuyu öne çıkardı veya etkili kıldı?

Her nesil kendi dilini ve kendi mimarisini inşa eder. Bu oluşum gerçekleşirken iletişim araçları, ev eşyaları, aletler elbette çok önemlidir. “Nesilden Nesile Bağlanmanın Yeri Olarak Ev” bölümünde, odaların isimlerinden mobilyalara, teknik donanımdan teknolojik araçlara kadar evi oluşturan atmosferin değişip dönüşmesine dair bir anlatı var. Eve televizyon, video kaset, müzik seti vb. teknolojilerin girmesi evin gündelik ritüellerini de dönüştürürken eve yeni bir anlam kazandırdı. O dönemin ünlü filmlerini birlikte izlemek için bile misafirliğe gittik. Günümüzdeki değişim geçmişten çok daha hızlı yaşanıyor. Eşyalar çok hızlı eskiyor, bir teknolojiye henüz alışmamışken yenisi piyasaya sürülüyor. Teknolojinin olumlu taraflarını almak ama yaşam dokusunu yok etme tehlikesi barındıran özellikleri konusunda da uyanık olmamız gerekiyor. Başar Başarır’ın Sibop kitabında şöyle bir cümle geçer: “İçeriye yeni bir şey girmedi, eskilerden miras kalan bütün güzel hatıralar dışarı atıldığıyla kaldı.” Önemli olan mimariye eleştirel bakmamız, içeriye yenilerin girdiği ve eskilerden miras kalan güzelliklerle el ele verdiği bir yaklaşımla evlerimizi/kentlerimizi kurmamız. Şu an sahip olduğumuz imkânlar buna olanak sağlıyor.

“Yitirilen ev” nostaljileri ve “ideal ev” hayalleri; eve dair “iç” ve “dış” kurgusuyla beraber kitabın en dikkat kesilerek okuduğum yerleri oldu. Bu iki tamlamanın hem tekilliğini hem de ortaklıklarını konuşmak istiyorum sizinle ve tam da bu “yitirilen ev” nostaljisi ve kendimiz için “ideal ev”i inşa etme düşü üzerinden bizi ayakta tutan en önemli itkiler meselesini de.

İdeal kent, ideal toplum, ideal ev… ütopyaların çekirdeğini oluşturuyor. İçinde bulunduğumuz gerçeklik ne kadar sıkıcı, zor, yavansa, “ideal” olanı hayal ediyor, düşsel olana tutunuyoruz. En kritik dönemeçlerde ütopyaların yükselişe geçmesi de bundan. Her dönemin “ideal evi”nin ve her insanın idealinin bir diğerinden farklı olması da bu kolektif düşün içinde kendi bireysel düşümüzü oluşturmamızdan. “Neden ideal eve ihtiyaç duyuyoruz?” sorusunu sormamız önemli sanki ve bulduğumuz cevaplarla bugüne baktığımızda bunlardan hangileri, birlikte gerçeğe taşınabilir? Herkesin eşitlikli, belli bir yaşam standardına sahip evlerde yaşaması mı? Evle ilgili indirgeyici genellemeleri değil, soruları çoğaltmamız gerekiyor. İyi evlerde yaşamayı sadece kendimiz için değil herkes için de istiyor oluşumuz, toplum olarak bir uzlaşıda, ortak bir değerde buluşmamız kıymetli.

Bu noktada tabii hemen ardından Türkiye’de batıdan doğuya, coğrafyadan, iklime, büyük şehirlere ve küçük şehirlere göre değişkenlik gösteren kentsel dönüşümleri de konuşmamız gerekebilir. Çıkılan noktadan gelinen noktaya kentsel dönüşümlerde başarılı olundu mu? Barınma üzerinden yapılan dönüşümler şehirciliğe istenen katkıyı sağlayabildi mi?   

Evi Anlamak kitabımın lojman deneyimini anlattığım bölümde de beni öfkelendiren bir kentsel dönüşüm hikâyesi var. 2012 yılında yürürlüğe giren ve günümüze değin bazı maddeleri güncellenen kentsel dönüşüm yasası maalesef ‘sağlıklı’ uygulanamadı. Riskli alanların dönüşümü için çıkarılan yasa mahallelerin yaşam dokusu korunarak nitelikli yaşam alanlarına dönüştürülmesi yerine bina yenileme, rant ve içinde yaşanılamayan, barınaktan öte anlam taşımayan binaların ortaya çıkmasına sebebiyet verdi. Bu noktada bir yasanın olması kadar planlama ve denetimlerin yapılması, yasayla uygulama arasında tutarlılık gerekliliği ortaya çıkıyor.

Kitapta okuyunca gözlerimi parlatan çok önemli bir noktaya, evin gerilimler içeren bir yer olduğuna da dikkatimizi çekiyorsunuz ve “Bu çalışmanın bu zorlu alanı anlamanın ve açıklamanın bir yolu olarak görülmesini dilerim.” diyorsunuz. Ev neden Freud’un “tekinsiz” kavramıyla ilgili söylediklerini çağrıştırır bir yer aynı zamanda? “Aşina” ve “çok iyi bilinenin” gerilimi mekânlarda nasıl gerçekleşiyor?

Ev, birçok disiplinin çalışma/araştırma alanı; psikolojiden sosyolojiye, tarihten edebiyata kadar. Kitabımda da zikrettiğim gibi, konutu “eve” dönüştüren oradaki “ilişkiler” bütününün farkına varmak. İnsanlar, yaşamlar, hikâyeler, aynı evin içinde eve dair farklılaşan anlamlar, hane halkı üyelerinin mekânla girdikleri çatışmalar vs. Freud’un “tekinsiz” kavramıyla ilgili ifadesi bu analojiyi kurmamı sağlıyor. Psikolojide evin bizi nasıl bir yer yaptığına, evle girdiğimiz bu karşılıklı etkileşime dair birçok araştırma var. Evin Bilinçdışı (Alberto Eiguer, Bağlam Yayınları), Nihan Kaya’nın neredeyse tüm kitapları ve yakın zamanda okuduğum Herkes Evine Dönmek İster (Tuba Karacan, Profil Kitap) kitabını örnek verebilirim. Feminist teori evin kadın ve çocuk üzerinde yarattığı gerilimleri anlamamızı sağlıyor. Virginia Woolf’un, Silvia Federici’nin, Aksu Bora’nın kitaplarında görülebileceği üzere. Ev, güvenli bir alan olmasına en çok ihtiyaç duyduğumuz yer ama herkes için ve her zaman böyle değil.  Birey olmak için evden ‘ayrılmaya’ ihtiyaç var. Edebiyatta bu gerilim çok zengin işlenmiştir ve Nurdan Gürbilek’in karşılaştırmalı metinlerinden bazıları bu gitme-kalma gerilimini etkileyici bir şekilde ortaya koyar. Walter Benjamin’in (2014, s. 52-53) şöyle bir fragmanı var: “…Dolayısıyla hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır: On beşimizdeyken evden kaçmamış olmak. Sonradan anlarız: Sokakta geçirilen kırk sekiz saat, tıpkı alkalik çözeltide olduğu gibi, mutluluğun kristalini yaratır.” Aşina olduğumuz eve mesafelenmeden, evi anlamamız mümkün olmuyor. Evin paradoksu da burada.

Evi Anlamak edebî içeriği ve edebî duyguyu hissettirmesiyle de önemli bir kitap. Bu anlamda sizi mekânsal unsurların anlatımıyla en etkileyen eserleri sormak istiyorum ve en çok hangi ülke edebiyatı konunun tüm unsurlarını en iyi işleyen eserlere sahip? Mesela Rus edebiyatı mı, özellikle klasik Rus edebiyatını, o büyük malikâneleri düşünürsek? Ya da İngiliz edebiyatı mı? İngiliz edebiyatı başta olmak üzere Avrupa edebiyatını yönlendiren gotik dönem, Viktorya dönemi edebiyatından tutalım da, klasik de ve modern de mekânların bir karakter gibi kullanımına varana kadar yelpaze çok geniş. Türk Edebiyatı’nı da bunun dışında tutmak istemem.

Bahsettiğiniz tüm ülke ve dönem edebiyatları bireyi ve evini, belli bir dönemdeki toplumsal yapı ve kültürel kodların içinden anlamamızı sağlar. Ev toplumsal bir oluşum, Lefebvre’yen bir ifadeyle “toplumsal bir üretim” ise, her kültür ve toplumda farklı bir “yer” ortaya çıkıyor. Eve yüklediğimiz anlamdan, düzenine, oradan hareketle kimlik oluşumuna kadar ev sadece bizimle ve tekilliğimizle ilgili bir durum değil, evi anlamak için öncelikle toplumsal yapıyı ve onun nasıl oluştuğunu anlamak gerekiyor. Bu ilişkiyi kurmamı sağlayan metinlerden çok öğreniyorum. Nezihe Meriç, Cihat Burak, Füruzan, Ayfer Tunç ilk sayabileceğim isimler. Ev ve kent ilişkisini mesele yapan öykücüleri okumak beni çok besliyor; Melisa Kesmez, Hakan Bıçakçı, Aslı Erdoğan’ı sayabilirim. Yaklaşımından öğrenmeye çalıştığım Walter Benjamin, Byung Chul Han, Nurdan Gürbilek, Rebecca Solnit gibi isimler de var. Genç öykücüleri ve yeni isimleri keşfetmeyi ayrıca seviyorum.

Benim için konut araştırmaları alanı, edebiyat başta olmak üzere birçok alanın bir arada olduğu, âdeta kocaman ve sürekli büyüyen bir masa etrafında  günden güne zenginleşen bir diyalog.

Sizden bir kurgu eser okumamız söz konusu olabilir mi? Böyle bir hayaliniz veya hâlihazırda bir çalışmanız var mı?

Çok iyi kurgu eserler var; onları okumak ve yeni isimleri keşfetmek beni çok heyecanlandırıyor. Bir gün onlardan birisini yazar mıyım bilemiyorum, isterim tabii, orası ayrı. Yine kapsamlı bir saha araştırması yürüttüğüm ve bunu edebî bir dille ortaya koyduğum bir metin ortaya koymayı çok isterim. Bu tür melez bir eser bana şimdilik daha yakın geliyor