.

Wittgenstein’ın Merdiveni: Şiirin Sınırları

Ali Külekçi

Marjorie Perloff’un 1996 yılında yayınlanan çalışması Wittgenstein’ın Merdiveni, Alp Tümertekin’in çevirisiyle Ketebe Yayınları tarafından Türkçe’ye kazandırıldı. Felsefe, dil ve şiir odaklı tartışmaların tam ortasında duran bu kitapta Perloff detaylı olarak Wittgenstein’ın eserlerinin güncel (90’lar adına) şiire yaptığı etkiyi tartışmaya açarken, bir yandan bu dolaylı etkiyi Wittgenstein’ın eserlerinde arıyor, bir yandan da bu etkinin var olduğunu düşündüğü eserleri inceliyor. Perloff’un bu eserinin bir denemeden çok akademik bir çalışma niteliği taşıdığı söylenebilir.

 Perloff edebiyatta Wittgenstein’dan etkilenerek üretilen metinlerin kökeninin 1984 yılında Western Humanities Institute tarafından Berkeley’de yapılan “Şiir Fikri, Fikirlerin Şiiri” başlıklı oturum olduğunu söylüyor:

“Berkeley’deki bu oturum ile Wittgenstein’ın örtük ya da belirtik etkisinde kalarak eser veren şairlerin, romancıların, oyun yazarları ve sanatçıların sayısının giderek arttığı bir on yıl başladı”

Aslında Wittgenstein’ı tanıyan birisi için fikirleri doğrultusunda bir edebiyat var olduğunu iddia etmek başta biraz gülünç olabiliyor. Perloff bunu, “Wittgenstein’ın bu eserlerin yüzüne bile bakmayıp Hundedreck (Köpek pisliği) diyeceği kesindir” diyerek belirtiyor. Hatta bir adım daha ileri giderek Wittgenstein’ın Felsefi Soruşturmalar’ı kaleme alırken artık sanat yapmaya elverişli bir kültür olmadığını düşündüğünü söylüyor.

Önermelerin Doğası ve Poetika

Kitaba da ismini veren Wittgenstein’ın Tractatus’daki #6.54 numaralı önermesi, fikirleri doğrultusunda ortaya çıkan poetika hakkında fikirlerimizi olgunlaştırmak için mantıklı bir başlangıç:

Önermelerim şu şekilde açıklayıcılardırlar ki, beni anlayan kişi, onlara-onlara tırmanarak- onların üstüne çıktığında, sonunda bunların saçma olduklarını görür (Sanki üstüne tırmandıktan sonra merdiveni devirip yıkması gerekirmiş gibi)”

Yani her felsefi önerme, kendi temellerini oluşturan önermelere ne kadar bağlı olursa olsun, tıpatıp aynı sözcükler tıpatıp aynı düzende tekrarlansa bile hep bir fark belirtisi sergiler. Fikrimce bir adım ileri giderek Tractatus’un son sayfasındaki bu aforizmayı yorumlamaya kalkışarak, sabit bir kuram oluşturmanın hatta tutarlı bir poetika oluşturmanın Wittgenstein’a göre mümkün olmadığını söyleyebiliriz. Perloff’da aynı önerme üzerinden çalışmasının niteliği adına şu şekilde not düşer:

“Başka deyişle hem Wittgenstein hem de okuruna göre görme değil, sadece yeniden görme vardır. Tırmanma sırasında dil merdiveninin basamakları kendi içkin yabancılıklarını açığa vururlar. Hep kullandığımız dilin yabancılığı- Wittgenstein’ın kendi dili ve merdiveninin basamaklarını “bir yere doğru”, “ bir şeye” , “üstünden aşmak için” tırmanan sanatçıların ve şairlerin dili elinizdeki çalışmamın konusudur”

Wittgenstein’ı tanımlayan bir diğer önemli noktaysa felsefeyi “şiir diliyle” yazmasıdır. Kültür ve Değer kitabında bu durumu şu sözleriyle ifade eder: “Felsefenin gerçekte sadece bir şiir biçimi olarak kaleme alınması gerekir” Fakat Wittgenstein bu gerçekliğe karşın kültürel bilinçte şiirselliğin yerine dair bir tespitte bulunmamıştır. Anladığımız anlamıyla şiir Wittgenstein’da bir içerik veya fikir değil sadece bir biçim olarak karşımıza çıkar. Bu sebeple bir bakım Wittgensteincı bir şiir lirik şiirin karşısında olacaktır. Peki buna rağmen Wittgenstein neden şairler ve yazarlar arasında bu kadar değer görmektedir? Perloff Wittgenstein’dan “benim izahatlarımı takip etmek zor olacak, çünkü yeni bir şey söylüyorum ama eski anlayışın bazı parçaları yumurta kabuğu gibi yapışıp kalmış üzerine” alıntısı üzerinden bu konuyu şu şekilde izah eder:

“Kendi çağının “şiir sanatıyla” hiç ilgilenmeyen Wittgenstein’ın paradoksal/aykırı biçimde şairlerin ve sanatçıların bir tür koruyucu azizi halini almasına belki de işte bu mistisizm ve sağduyu, kişinin eski görüşlerinden kaynaklanan “yumurta kabuklarının yapışıp kaldığı” radikal düşüncenin yol açtığı tuhaf karışım neden olmuştur”

Wittgenstein üzerinden kurgulanacak bir poetikanın neden sözlük anlamıyla şiir karşıtı olacağının açıklaması da aslında yine eserlerinde yatmaktadır: “Wittgenstein’ın “felsefesi” gerçekten de kasten “felsefe karşıtıdır” amacı da felsefenin hangi koşullarda felsefeye “karşı” olması gerektiği ve bunun neden gerektiğini belirlemektir” Felsefesi felsefe karşıtlığıyla tanımlanan Wittgenstein’ın, fikirlerinden yola çıkacak bir şiirin “şiir” karşıtı olmaması mümkün müdür?

Şiiri İçermeyen Tractatus

Perloff çalışmanın Tractatus Logico-Philosophicus hakkındaki bölümüne “… bu çalışmada göstermeyi umut ettiğim nokta, başta Wittgenstein’ın yaşadığı savaş deneyiminin Tractatus’u mantık, bilim konulu bir incelemeden bambaşka bir şeye dönüştürdüğüdür. Böylece Tractatus Wittgenstein’ın Bertrand Russel ve G. E. Moore’un Cambridge’e gelmesine neden olan, Russel ve Alfred North Whitehead tarafından 1903 ile 1910 yılları arasında kaleme alınan felsefi eserden, anıtsal Principia Mathematica’dan, çok 1910 ve 1920 yıllarının avant-garde şiirsel eserlerine yakın düşen bir çalışma halini alır” diyerek başlar.

Gerçekten de Wittgenstein’ın savaş deneyimi çağının diğer birçok filozoflarından onu ayrıştırdı. Kendi isteğiyle 1.Dünya Savaşında cephelerde yer alan Wittgenstein, ilk kitabını, yani Tractatus’u, yazmaya savaş şartlarında başladı ve bu kitabının ciddi bir bölümünü savaş sırasında tamamladı. Özgün yazım şekli ve aforizma-önerme karması diyeceğimiz içeriğinden öte Perloff’a göre Tractatus’u şairane kılan en önemli sebeplerden bir tanesi de savaştır. Perloff bu konu üzerine Ray Monk’tan şöyle alıntılar:

 “Wittgenstein bütün savaş boyunca cephe gerisinde kalsa Tractatus da 1915 yılında ilk tasarlandığı haliyle, yani mantığın doğası üzerine bir inceleme olarak kalacaktı herhalde. Tractatus’da yer alan etik, estetik, ruh ve yaşamın anlamı konularındaki notların kökeninde … ölüm, ıstırap ve sefalete ilişkin bilgi tarafından uyandırılmış bir itki vardır”

Peki aslında mantık üzerine bir inceleme olma niyetiyle yazılan bu kitapta ne biçimde ve nerede şiiri bulabiliriz? Perloff bu konuya şöyle değiniyor.

 “Tractatus açıkça 1.Dünya Savaşı’na “ilişkin” bir kitap değildir elbette; savaşa ilişkin hiçbir söze, hiçbir dehşet ya da oluk oluk akan kan imgesine ya da şiddete ve katliama ilişkin hiçbir aşkın hakikate yer vermez, ama yine de savaşı konu alan bir kitaptır, bazı şeylerin söylenemeyeceği sadece gösterilebileceğine ilişkin kendi kuramını, elinden geldiğince, örneklemeye çalışan bir kitaptır: “Gerçekten de dile getirilemeyen vardır. Bu da kendi kendini gösterir; mistik olan da budur (#6.522). Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse “Ölüm yaşamın olaylarından biri değildir. Ölüm yaşanmaz” (#6.4311) önermesine geldiğimizde, bu “mistik” içgörünün elde edildiği sürece tanıklık ettiğimizi hissederiz. Günlüğün sahibi sayısız ölüme tanık olmuştur, ama bunlar (bu konunun üzerinde ısrarla durması gerektiğini hisseder) kendi yaşamının olayları değildir. Konu tartışılmaz; sadece hissedilir. İşte Tractatus’un da bu anlamda şiirsel bir bina gibi ele alınması gerekir”

Perloff bu açılarıyla Tractus’u bir yandan bir şiir metni olarak okurken, bir yandan da aslında ölümü içermezken “ölümü” içeren bir kitabın, şiiri içermezken de “şiiri” içerdiğini işaret eder.

Felsefi Soruşturmalar: Dil ve Şiirin Paradoksu

 Perloff kitabın “Felsefi Soruşturmalar” kitabı hakkındaki bölümüne “Wittgenstein’ın Cambridge’te 1938 Yaz aylarında verdiği estetik konulu dersler “iyi” ve “güzel” gibi sözcüklerin içkin anlamları olmadığını; tersine asıl önemli olanın bu sözcükleri hangi “vesileyle” söylendiklerini, hangi kullanımla yüklendiklerini göstermek üzere tasarlanmıştı” diyerek başlar. “… Yine de daha önce belirttiğimiz gibi, estetik “bilimi” diye bir nosyonla alay eden Wittgenstein şunu da söylemiştir: “Felsefenin gerçek anlamda sadece bir şiir biçimi olarak kaleme alınması gerekir” “Şiir”in ne olduğunu, daha geniş kapsamda ise sanatın ne olduğunu bilmeden bu söze ne anlam verebiliriz? Baştan başa “şiirsel” olan Felsefi Soruşturmalar’ın yüreğinde yatan paradoks işte budur. Ben de bu başlıkta bu paradoksu ele alacağım. İncelememe tartışmalı bir mesele olan “şiir” dili ile “sıradan” dil arasındaki bağıntıyı ele almakla başlayacağım.” diye sözlerine devam eden Perloff, incelemesinin önemli ayaklarından bir tanesini oluşturan sıradan dil ve şiir dili ayrımına işaret eder.

Bu tanımı yapacaksak öncelikle şiirin daha dolaylı olarak edebiyatın ne olduğunu bilmek önem kazanır. Gündelik dilde edebiyatı bir bakıma “gündelik olmayan dile” dair bir bağlamı işaret ederek kullanırız. Bu kullanımda o bizlerden üstün, yüce bir gerçekliğe, sıradanın dışına meyleder. Peki bu doğru, en azından doğruya yakın bir tanım mıdır? Perloff edebiyatın tanımının biçimsel özelliklerle değil, dille yapılabileceğini söyler. Fakat burada da karşımıza sıradan dil ve şiir dili ayrılığına paralel bir dil çıkar. Aslında bu tartışmanın temeli de sıradan dilin ve kapsamının ne olduğu sorusundan oluşur. Burada Perloff Wittgenstein’ı alıntılayarak şöyle yorumda bulunur: “ Peki ama “bütün iletilerin mutlaka sergilediği insanca ve ahlakça içerik” nedir? Wittgenstein’ın en bilinen örneklerinden birini kullanırsam, “Bu satranç taşının adı şahtır” dediğimde bu bir “insanca ve ahlakça” ileti midir? “Bütün iletiler” “mutlaka insanca ve ahlakça içerik sergilerse”, o halde cevabın da “evet” bu bir insanca ve ahlakça iletidir” olması gerekir. Ancak “bütün iletiler” bu özelliğe sahipse, “estetik iletilerin de bu özelliğe sahip olması gerekir. O zaman nasıl olur da “dışlayıcı” (exclusive) olurlar? Sonraki satırlarda ise Perloff şöyle devam eder: “Wittgenstein’ın sıradanı en iyi, gayet basit şekilde var olan şey olarak birbirimizle iletişim kurarken gerçekten kullandığımız dil olarak anlaşılır. Bu anlamda, sıradan olanın düz anlamlı denotatif, önermesel, tarafsız, göndergesel ya da sıradan/edebi tartışmasında birbirine eşit tutulmuş diğer sıfatlardan herhangi biri olması gerekmez. Aksine, gerçek dilimiz pekala konotatif, mecazi, fantastik olabilir, ancak gayet basit şekilde ele alırsak, mesele insanların bunu kullanıp kullanamayacağı ve hangi bağlamda kullanacağıdır”

Wittgenstein Tractatus çevresindeki fikirlerle tanınabilecek ilk döneminden sonra 2. dönemi denilebilecek Felsefi Soruşturmalar döneminde dil ve dilin kullanımı ile alakalı fikirlerinde önemli bir değişim geçirir ve “Dil oyunları” fikrini geliştirir. Perloff’da 2. dönem Wittgenstein’ın derslerinde de yazılarında da bu terimi sıklıkla kullandığını ve kolayca benimsenebilir bir hale geldiğini söyler. Bu terime Wittgenstein’da ilk kez 1932’de rastlarız:

“Şeyleri işaret edip onlara uygun sözcükleri söyleyerek çocuğa dil öğretirken nerede bir önermeyi kullanmaya başlarız? “Kırmızı” sözcüğü söylendiğinde belirli renklere dokunmasını öğretmek, açıktır ki ona cümleler öğretmek değildir… Bir cümleyi anlamak, bir çocuğun renklerin isimlerini işittiğinde renkleri işaret etmesinden çok farklı değildir. Renk isimlerinin öğretildiği dil oyununda artık her tür dil oyunu, emir ve komuta oyunları, soru cevap oyunları, ve “Evet” ve “Hayır” oyunları birlikte kastedilmektedir. Bir çocuğa böylesi dil oyunları öğretmekle ona bir dil öğretmediğimiz, onu sadece dile hazırladığımız sanılabilir ama bu oyunlarının eksiği gediği yoktur, eksiksizdirler”

Perloff Wittgenstein’ın burada dil oyunları teriminin anlamların iletiminin özgül koşullarda işlemesini tanımlayan bir dizi cümle, bir paradigma olduğunu söyleyerek, aslında dil oyunları teriminin sabit bir tanımı olmadığını belirtir. Dil oyunları için -az önce belirttiğim gibi zor olsa da bir işlev belirtmek gerekirse, dil oyunları bir kelimenin kullanıldığı dil oyunu bağlamında anlam kazanacağını belirten bir terimdir. Bu da aslında Perloff’un Wittgenstein’dan yola çıkan bir poetikayı izlerken ifade etmek istediği şeyin ta kendisidir: Kelimelerin anlamı kullanıldıkları dil oyununa- belki de bağlamına- bağlıdır.

Literatürde Wittgenstein’ı Aramak

Perloff Wittgenstein’ın eserlerini açıkladıktan ve bahsettiği şiirin bağlamını kurduktan sonra, farklı edebiyatçılar açısından bu bağlamları yakalamaya çalışır. Burada ilk olarak Gertrude Stein’ın eserleri üzerinden, “Wittgensteincı” bir yazım tonu ve poetikayı arar:

“Stein’ın belirsizliği saçmalığın ya da otomatik yazının eşdeğeri değildir. Nitekim gerçekleştirdiği “sıradan” dil kuruluşları, tıpkı Wittgenstein’ınkiler gibi, var oldukları dünyanın diliyle hep diyalojik ilişki içinde yer alırlar ve bu dünyanın iddialı yanlarını sert biçimde hicvederler. “Yaşanan felsefi güçlüklerin pek çoğu ‘dilemek’, ‘düşünmek’, vb. deyimlerin anlamıyla ilintilidir. Bütün bunlar şu soruyla özetlenebilir: ‘Olup bitmeyen şeyi nasıl düşünebiliriz?”

Burada Perloff, Stein’ın dil kullanımının biçiminin, sıradan bir bakış açısıyla, ‘absürt’ hatta neredeyse dadaist bir yaklaşıma yakın olarak görülebilecek olmasına rağmen, kendi içinde bir anlam veya iddiayı farklı bir biçimde barındırdığını söyler. Bir bakıma Stein aslında Wittgenstein gibi sıradan dile dair bir iddiaya -belki de saplantıya- sahiptir. Perloff buna paralel bir şekilde Stein ile alakalı bölümünü şu şekilde bitirir:

Bir kapta su kaynadığında kaptan buhar çıkar elbette, resmedilen kaptan da resmedilen buhar çıkar. Peki ama biri kalkıp da kap resminde bir şeyin kaynaması gerektiğini söylerse ne olur? Wittgenstein gibi Gertrude Stein da sıradan dili o kadar ciddiye aldı ki resimdeki tencerede kaynayan su ile ilgili sorunun saçmalığını (ama yine de gerekli olduğunu) takdir edecekti.”

Perloff daha sonra Samuel Beckett’in Watt romanını incelemeye devam eder. Perloff’a göre İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa’da direnişe katılmış olan Beckett’in romanı, aslında bu deneyimin gündelik yaşamına olan yansımasının bir izdüşümüdür. Peki Wittgenstein ile Watt arasındaki bağı nerden kurabiliriz? Perloff bunu şöyle ifade ediyor:

“2. Dünya Savaşı’na varan yıllarda olduğu kadar savaş süresince de yaşanan dilsel bir bunalımın kurbanlarıdır. Watt’taki bütün karakterler; Watt, Sam, Mr. Hackett, Mr. Spiro, Mrs. Nixon, hepsi de Wittgenstein’ın terimleriyle söylersek bir kullanım ya da bağlam eksikliği diyeceğimiz durumun acısını çekmektedir. “Anahtar” , “Kapı”, “Çan”, ve “Park sırası” gibi terimlerin ne anlama geldiğini bilmekle birlikte; özgül cümlelerde -bu açıdan bakıldığında tam anlamıyla sıradan gibi duran cümlelerde- bu sözcüklerin nasıl bir işlev üstlendiğini anlamamaktadırlar”

Perloff Beckett ile Wittgenstein arasındaki tek bağlantıyı Watt üzerinden kurmaz. Beckett bu kitabı yazdığı sırada Fransız Direnişindedir. Yeraltı direnişlerinin doğası gereği mesajlar şifreli bir şekilde alınmakta ve iletilmekte hatta sıklıkla mesajı ileten ve alan birbirini tanımamaktadır. Perloff bu şifreli dil kullanımı sürecinin romana birebir sirayet ettiğini söyler.

Perloff’un edebi eserler üzerinden inceleme yaptığı son bölümde ise iki ana karakter Ingebor Bachmann ve Thomas Bernhard’dır. Perloff bu iki yazarın “Wittgensteincı” bir anlayışla yineleme kavramı üzerinden bağlar ve iki yazarın bu konudaki görüşünü şöyle ifade eder:

“İlerde göreceğimiz gibi Bernhard’a göre, özel adlar ileri derecede yinelenmenin baskısıyla kendi yapılarını sökerler; Bachmann’a göre mesele ismin gücünü, ismi söylemin her günkü “dil oyunlarında kullanılan “daha küçük” parçalarına tabi kılarak zayıflatmaktır.”

Aslında baktığımızda yazmanın amacının söylemek değil, yeniden sunmak olduğunu söyleyen Bachmann Wittgensteincı bir anlayışa yakın veya içre olması kaçınılmazdır. Perloff iki yazarında sözcük kullanımlarındaki niyetli tekrarlamalarla oluşan anlamlar üzerinden Wittgensteincı yönlerini örneklendirir.

Dilin Sınırları Şiirin Sınırları mıdır?

Peki, dildeki engelleri hatta dili aştığımız bir türden şiir mümkün mü? Wittgenstein’a göre, değil: “soruşturmamız boyunca temel önermelere asla ulaşamayız; dilin daha ileri düzeyde sorular yöneltmemize engel olan sınırlarına varırız” diyerek Wittgenstein bunu belirtir. Perloff da Wittgenstein’a şöyle ekler: “Sonu olmadan üst üste binen ve bireysel ve toplu deneyimimizi oluşturan dil oyunlarında, evrensel düzeyde uygulanabilecek bir kuram da açıklayıcı bir mekanizma da yoktur (örneğin, “İnsanlık dilin kullanıcısı değildir”). “Önermeler daha yüksek hiçbir şey dile getiremez”

Bu durumsa “Wittgensteincı Poetika” çabalarının aslında çelişkisini bir bakıma da sonucunu bizlere ifade eder. Bu durumda parola lirik şiirin tek düzeliğine ve dilin sınırlarını hiçbir şekilde aşındırmayan “arayışsızlığına” karşı bir çıkıştır. Fakat bunun karşısında daha yüksek bir şeyi dile getiren herhangi bir önerme de yoktur. Çünkü dilin görünmez bariyerleri her soruşturmada karşımıza çıkmaktadır. Perloff bu varlığı ve yokluğu eşit ikiliğe şöyle değinir: “Felsefenin gerçekte sadece bir şiir biçimi olarak kaleme alınması gerekir” diyen aforizmayı yeniden ele alalım. Bu cümlenin tersinin de yani “Şiirin sadece bir felsefe biçimi olarak kaleme alınması gerekir” cümlesinin de aynı derecede geçerli olacağını söyleyebiliriz”

Peki bütün bu tartışmaların, kavramların arasında Wittgensteincı bir poetikanın ne olduğuna dair ne diyebiliriz? Perloff aktarıyor:

“Dolayısıyla “poetika” toplumsal ve kültürel eleştirinin yüce bir biçimi, bilinen ya da fiilen yapılandan çok -modernist şiirin yaptığı gibi- gerçekte görülen aşinalığın ortadan kaldırmanın bir yolu olarak iş görür. Dolayısıyla Pound’un “Şiir haber değerini kaybetmeyen haberdir” diyen ünlü sözüne ya da bizim bağlamımızda, Wittgenstein’ın “Bir şairin sözleri içimize işleyebilir” (“uns durch und durch gehen”) sözüne uymakla birlikte, uygunsuz bir biçimde poetik olan “düz anlamlı” [denotative] şiire varırız”

 Yani aslında Wittgensteincı poetika bize olduğu gibi olan, bulunduğu yere ait olabilen bir şiiri önermektedir. Gündelik yaşamda durmadan tosladığımız dil bariyerlerine şiirde toslamamak haliyle imkansızken, Wittgensteincı poetika, dilin gündelikliğini vurgulayıp belki de bizlere toslayacak yeni bariyerleri var edecek bir şiir önermektedir.

“Dünyada her şey olduğu gibidir ve meydana geldiği gibi meydana gelir” (T #6.41)