.

Sınıfsız ve Sömürüsüz Düzen Yolunda “Düello”: Behçet Aysan’ın Dizeleri

behcet aysan- siir-

Aytuğ Tolu

                                                                                              “çünkü biraz da yaşadıklarımız

                                                                                                değil midir yaratan yüzlerimizi” (Aysan, 2008: 201)

1980 kuşağı şairlerinden Behçet Aysan’ın Karşı Gece (1983), Sesler ve Küller (1984), Deniz Feneri (1987), Eylül (1988) kitapları ve kitaplarına girmemiş şiirleri Düello kitabında bir araya getirilmiştir. Yayınladığı kitaplarla Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü, Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü, Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü almaya hak kazanır. Şiirlerinde sınıf mücadelesini, işçileri, kumalığı-“çocuk” gelin sorununu, iş cinayetlerini, savaş ve barışı, enternasyonalizmi, yoksulluğu, demokrasiyi, ideolojiyi, 12 Eylül darbesini ve baskı ortamını öne çıkarır. Bu yönüyle toplumsal temaları şiirinin merkezinde konumlandırır. Bu bağlamda “Çiçekçi Kız” şiirinin öznesi baskı-zor sürecini sorgular, kederli şarkılar söyler. Ülke gerçeğini çiçekler üzerinden şu şekilde algılar: “haydi/ çiçeklerim var/ bunlar küpe çiçeği/ boynu bükük/ ülkem/ gibi/ bunlar mor/ beyaz/ kartopu çiçekleri/ karayazılı erguvan/ üzerlerine bulaşmış/ abilerimin kanı/ bunlar zebra çiçeği/ bayım/ hiç/ görmediniz mi/ taşır aynı gökyüzünde/ hem umutlu ayçayı/ hem karanlık bir güneşi/ ama sizin gökyüzünüz/ var mı ki” (Aysan, 2008: 125-126) dizelerinde “bayım” diye hitap edilen insan, sürecin sorumlusu olan politik-egemen otoritedir. Bu nedenle ozan aynı zamanda bir “Ateşçi”dir, söz ve aşk zincire vurulunca ateşi kürer çünkü buzul zamanlarda yaşamanın gereği budur: “ateş kürerim ateş/ söz zincire vurulunca/ zincire vurulunca aşk/ lacivert/ karda/ ve buzul/ zamanlarda” (Aysan, 2008: 55).

Yurtsever duruş, Behçet Aysan’ın şiirlerinde görülen ozan duyarlılığının bir özelliğidir. O, kendini toplumun bir bileşeni olarak kabul edip şiirlerinde halkın sorunlarını dile getirerek bütünü yansıtan parçaya dönüşür: “halkım, sevgilim/ saz yok/ mızrap yok/ hem konmuş/ hem göçebe/ hem balık hem kuş/ hem ingin hem yokuş/ yanık otlar gibi/ kavrulmuş/ esmer/ ve yoksul.” (Aysan, 2008: 88). Halkı ve yurdu sahipleniş iyelik ekleriyle dile gelir. Yoksul halkın sazı ve mızrabı yoktur/elinden alınmıştır çünkü “altın benekli/ fundalıklarda/ pusuya düşürülen/ geceleyin gözleri bağlı/ götürülen/ karaca”ların (Aysan, 2008: 88) yaşandığı bir atmosferdir. Karacaların maruz kaldığı zor aygıtları “Küllenen” şiirinde sahnelenir: “-tak tak, kimdir o/ kim, ya gelmişse/ gecelerin kara/ yüzlü konukları” (Aysan, 2008: 76). Karacalar yeryüzünün altın benekli fundalıklarında pusuya düşürülürken kuşlar için de gökyüzü tel örgülerle çevrilidir: “bu gökyüzü/ sana/ bana dar/ telliturnam uçamaz/ gelinkuşum konamaz/ tel örgüyle/ çevrilmiş/ onlara/ mavi ve alabildiğine/ geniş” (Aysan, 2008: 91). Sürecin bu şekilde işlediği bir ülkede ozan, halkın sözcülüğünü kendine görev edinerek onun sazı ve sözü olur.

“Çini” şiirinde ülkeyi sevgili olarak idealize eder. Kadife çiçekli tene sahip olan güzel bir kadındır ülke. Temelde eril bir bakışın yansımasıdır çünkü yurt ana, kadın, sevgili olarak idealize edildiğinde ataerkil toplumun bir özelliği olarak kadın, erkek tarafından savunulması gereken bir cinsiyet diye algılanır. “Çini” şiirine akseden bu yaklaşımla ülkenin yoksulluğu vurgulanır: “gezinirdim kadife çiçekli teninin/ enleminde boylamında yoksul ülkemin” (Aysan, 2008: 22). Ülkenin yoksulluğu “Dörtlük” başlıklı şiirde sınıfsal izlenimlerle verilir. Ülkenin kitabı/hayat bilgisi açlıktır, mimari planındaki en geniş alan gecekondulara-varoşlara aittir, şehir ise vişneçürüğü-çürükler içindedir. Açlık, gecekondu, varoş, ince bir sızı, çürükler kavramları ülke betimlemesinde şiirin iskeletini oluşturur. Bu kavramların bir araya getirilmesiyle oluşan tablo şu şekildedir: “Kitabı açlık olan, biçemi gecekondu/ gelincikler korosu, samanyolu selleri/ inince ince bir sızı varoşlardan/ şehir, vişneçürüğü çürükler içindedir.” (Aysan, 2008: 64). “İlk Kar” şiirinde ilk kar tanelerinin nelerin ve kimlerin üzerine yağdığını belirtir: bir evin gecekondu bahçesine, gelin alayına, grev halayına, tornadaki kesik bir kola, cami avlusuna sığınıp soğuktan birbirine sokulan çocuklara, kurşunlanan insanların kan izlerine-resimlerine. Cenap Şahabettin’in kar yağışını dramatik şekilde bireysel duygularla şiirde yansıtması, Türk şiirinde insan-doğa ilişkisi açısından önemli bir yere sahiptir. Ahmet Muhip Dıranas da kar yağışını şiirine taşıyarak bu şiirle hafızalarda yer eder. Behçet Aysan ise kar yağışını usta fırça vuruşları şeklinde algılar. Bu fırça vuruşları; yoksulluğa, şiddete, resimlere indikçe beyazlığıyla hepsini kapatmak yerine onları açığa çıkarır. Bu yönüyle kar yağışı toplumsalın üzerindeki örtüyü kaldırır.

Behçet Aysan

Gecekonduların ve varoşların yer aldığı kentte demiryolu boyunca yürüyen özne -“Denize İnen Merdiven” şiirinde- fabrikalara, işçi servislerine, kara bir gökyüzüne, kilitli kapılara ve sinmiş umutlara rastlar. Şiirde geçen “güneşi ısıran sessizlik” dizesi baskı ortamının ve kara bir gökyüzünün nedenidir, darbe koşulları yaşanmaktadır. Onu Bana Bağışla şiirinde kent yaşamının sınıfsal izlenimleri “ilerde petrokimyanın bacalarından/ yepyeni bir telaş yükseliyordu (…)/ fabrika düdükleri/ çan çan sesleriyle/ yağmurda hep ıslak bu şehirde” (Aysan, 2008: 173, 175) dizleriyle yansır. Şairin bir dönem yaşadığı İzmit’in üretim koşullarına göre şiire alınması söz konusudur. Fabrika düdükleri, petrokimya bacalarından yükselen telaş ve işçi servisleri sanayi havzası olan kentin genel görünümüdür. Kenti şiire bu şekilde taşımak ideolojik bir bilincin eseridir. Şairin İzmit’e dair izlenimleri diğer şiirlerinde de devam eder. “İzmit” şiirinde fabrikaların düdükleri, işçi göçleri, kentin kapitalizme göre şekillenişi betimlenir. Kentin sanayi havzasına dönüşmesi işçi göçlerine ve doğal yapının bozulmasına neden olur. Kent; terk edilmiş ölü martıların kıyısı, kocaman bir yalnızlık olarak algılanır. Kentin yalnızlıklar toplamıyla ilişkili olduğu yönündeki dizesi nakarat olarak şiirde yer alır: “saçak altlarındaki sessiz yağmur/ ve vardiya düdüklerinde keder// kocaman bir yalnızlıktır izmit/ solgun fotoğraflarda gülümseyen/ kurumuş incir ağacı ve hatmi/ hep işçi bıyıklarıyla terleyen (…)// yürüyen telaş yarım kalmış şiir/ terk edilmiş ölü martılar kıyısı (…)// çoğalır rize/ bayburt mardin siirt// yaralı bir defne yaprağıdır izmit” (Aysan: 2008: 171-172). Bu bağlamda “Aç Kuşlar” şiirinde yer alan “güneşi yiyorlar/ aç kuşlar// aç kuşlar, yorgun işçi/ yeni çıkan vardiyadan/ elliyorlar yıldızların/ kınasını” (Aysan, 2008: 29) şeklindeki dizelerde aç kuşlar ile yoksulluk eşleştirilerek gece vardiyasından çıkan yorgun işçilerin çalışma koşullarına değinilir. İşçilerin çalışma şartları arasında iş cinayetleri ve güvencesizlik de vardır, bu durumun tanığı olan ozan, şiirlerine yansıtmakta gecikmez: “tipi/ ve aç kurtlar/ saldırınca/ tepesinde bir telgraf/ direğinin/ donan/ gencecik hat bakıcısının/ hayatını/ beyaz bir gecede” (Aysan, 2008: 120), “makinalar, yel değirmenleri, çarklar/ kirlenmiş kan, kaçak aranıyor/ bulanık düş/ -beş işçi elektrik ceryanına/ kapılarak can verdi, behiçbey/ istasyonunda hat bakımı yapan-” (Aysan, 2008: 155). Tüm bu gerçeklik egemenlerin-burjuvazinin ideolojik aygıtlarıyla zihinlerde manipüle edilir; ölüm yaşamın yerine, yalan gerçeğin yerine geçerek göstergelerin içi boşaltılarak zıttı kavramlarla değiştirilir: “yaşamı ölüm/ diye anlatıyorlar size/ yalanı gerçek diye// ne leylakların/ tomurundan/ haberiniz var/ ne önünüzden/ kara bir tabut/ gibi geçen geceden/ sevmeyi unutmuşsunuz kardeşler/ yalan aşklarınız/ da” (Aysan, 2008: 102). Kavramların manipüle edilip zihinlerin duyarsızlaştırılmasına yönelik tepki dile getirilir. Zor aygıtlarının yanında ideolojik aygıtlar da işleyerek hem zora yönelik rıza üretilir hem de toplum yeni bir dünya algısına hazırlanır.

Kitaba adını veren “Sesler ve Küller” şiirinde, iktisadi sistemin yaşam alanı olan kent düzeninin bir günü üzerinden kapitalizmin yarattığı sınıfsal uçurum canlandırılır. Çalışkanlığıyla bilinen karıncalarla işçi sınıfı eşleştirilir, emeği sömürülen kadınların geçim derdi ve yoksul aile çocuklarının çalışmak zorunda bırakılması yansıtılır: “iner şafağın alacasında/ karıncalar ordusu/ şehre/ kenar/ mahallelerden/ yürüyerek/ ve trenlerle// su satan çocuklarıyla/ kapılarında vagonların// çamaşırcı/ kadınlarıyla/ iner/ şehre/ sincan’dan/ iner mamak’tan” (Aysan, 2008: 89). Kapitalizmin gelişmeye başladığı ilk dönemlerde İngiltere’de kırdan kente yoğun göçler yaşanır. Bu göçler sonucunda konut sorunu ortaya çıkar. Diğer sorun da emeğin uzun saatler karşısında ucuzlatılarak kadınların ve çocukların sömürülmesidir. 1950 sonrası kırdan kente göçün ülkemizde yoğunlaşması sonucu benzer sorunlar yaşanır. Bu sorunlar Behçet Aysan’ın şiirine sosyolojik bir imgelemle yansır. “Ateş Deresi” şiirinde sayısal veriler kullanılarak gecekondu bölgesi betimlenir. Şehrin uzak kıyısında kurulan bu yerleşim birimindeki evlerin bacasından sarı dumanlar çıkar, çatılar paslı çinkolarla kaplıdır, işsizlerin yaşadığı yerdir, göçün etkisiyle kozmopolit bir kültürel doku oluşur. Şair, geleceği inşa edip tarihi değiştirecek özne diye kabul ettiği çocukların yaşam şartlarını dizelere dökerek umudun kaynağını çocuklar olarak görür ve şiirine de tarih düşürür. Çocukların okul çantalarında göçün tarihi ve yoksulluğun coğrafyası vardır. Okul çantasında yer alan ders kitapları resmî ideolojiye göre oluşturulduğundan öteki tarih ve coğrafya ezilen ve sömürülenlere ait olduğu için bu kitaplarda yer almaz:

“on bin işsiz yaşıyor burda

yozgatlı, erzurumlu, sivaslı

on bin dul, on bin yoksul ve aç.

ya çocuklar, dünyanın en güzel

çocukları

yırtık lastikler

ayaklarında

okula gidiyorlar, çantalarında

göçlerin tarihi ve yoksulluğun

     coğrafyası

taşıdıkları.

tarihi değiştirecek olan çocuklar

dünyanın en güzel çocukları” (Aysan, 2008: 124)

Şair geleceğe dair umudunu “Yarın Diye Bir Şey Var” şiirinde sürdürür. Baskının, savaşın, açlığın, yoksulluğun, dikenli tellerin, işsizliğin, hastalıkların olmadığı; barışın, kardeşliğin, mutluluğun olduğu bir yarına duyulan inanç söz konusudur. Dikenli tellerin olmaması sınırların kaldırıldığına, banka-borsa-işsizliğin olmaması sınıfsız bir yeryüzü düzeninin kurulduğuna işarettir: “bilirim yarın diye bir şey var/ çeliğin su katılmamış yanı/ ırmakların geçilecek, fırtınaların/ dinecek// bir yanı var/ ömrümüzün/ belki bir gün gelecek// selam verip/ selam alacak/ barışa kardeşliğe (…)// ne dikenli teller olacak/ ne tanklar tüfekler// ne tüberküloz kalacak/ ne lösemi// ne işsizlik/ ne banka/ ne borsa// süt gibi duru ve ak/ ekmek gibi sıcak/ bizim de/ bizim de/ günlerimiz olacak” (Aysan, 2008: 164-165).

Behçet Aysan’ın şiirlerinde feodalizmin sonucunda ortaya çıkan geri kalmış “geleneklere”, toplumun aksayan yönlerine, çağ dışı ataerkil uygulamaların neden olduğu sosyal ve psikolojik tahribata yönelik eleştiriye yer vardır. Ataerkil toplum düzeninin ve feodalizmin geri bir uygulaması olan kumalık ve kız çocuklarının evlendirilmesi “Aşk İçin Prelüdler” şiirinin altıncı bölümünde ele alınır. Çocuk yaşta kumalığa maruz bırakılan bir kız çocuğunun intiharının şair üzerinde bıraktığı etki dizelere dökülerek bu aksaklık Türk şiirine yeni ve geç kalınmış bir tema olarak girer: “ayrılıklar bildim acılar/ yaşadım/ okudum/ tahir ile zühreyi/ kerem ile aslıyı/ ve ferhat ile şirini/ ağlamadım da/ senin öykünü duyunca/ dayanamadım/ kendini zeytin ağacına asan/ on iki yaşındaki/ kuma” (Aysan, 2008: 196). Bu intihar, aşk anlatılarının en güçlüsü olan Tahir ile Zühre, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı hikâyelerinin de etkisini aşarak şairi ağlatacak kadar derin bir üzüntüye neden olur.

Ülkenin kültürel çeşitliliği, farklı inanç ve özelliklere sahip halkların birlikteliğinden kaynaklı tezahür eden kozmopolit yapı “Balat” şiirine yansır. Balat; İstanbul’un Fatih ilçesinde ve Haliç kıyısında yer alan kadim tarihe sahip bir semttir, Bizans döneminden beri yerleşik halklarla Müslüman halk bir arada yaşar. Tarihi değerinden dolayı Balat kişileştirilerek “yaşlı” sıfatıyla nitelendirilip farklı inanca mensup halkların enstrüman seslerinin geceye karıştığı çok sesli/çok kültürlü bir orkestraya dönüşür, şiirde semtin kendine özgü yaşamı betimlenir: “nereye, ey hem Hristiyan/ nereye, ey hem müslüman/ org ve tamburla/ geceyi/ karşılayan/ yaşlı balat” (Aysan, 2008: 61). Balat’ın sosyal dokusu, Midyat ile benzerlik gösterir. “Bir Eflatun Aşk” şiirinde Midyat’ta yaşayan Süryaniler geleneksel meslekleriyle yansıtılır: “midyat’lı bir gümüş ustasıdır, Süryani” (Aysan, 2008: 133). Ülke halklarına tutulan merceğin alanı genişleterek atlasta yolculuğa çıkılıp farklı ülkelerin halklarının hak arama mücadelelerine yer verilir. İşgalciliğin sürgüne zorladığı Filistinlilerin yaşadığı katliamlardan biri “Tel Zaatar” şiirinde kayda geçer. Çocukların katledilmesine, insanların öldürülmesine, işgal edilen topraklara yönelik duyarlılık geliştirilir. Filistin ile gösterilen dayanışma şiir aracılığıyla güçlendirilir. Şairin bu enternasyonal kardeşlik bilinci ekolojik bir duyarlılıkla birlikte kendini gösterir. Napalm bombasıyla sadece insanlar yakılmaz; denizden bitkilere ve hayvanlara kadar birçok canlı ve doğal yapı, bu bombanın ortaya çıkardığı tahribattan etkilenir: “pırlayan bir güvercinim/ napalmla yanmış/ ağaçların/ arasından// denizin dibinde/ kıpır kıpır bir balık/ zehirli rüzgârıyla/ nükleer başlıklı/ denizanasının// dallarım koparılmış/ böğürtlen/ tank/ paletleriyle// pırlayan güvercin/ dalı kırık böğürtlen/ kıpır kıpır bir balık” (Aysan, 2008: 157). Bu dizelerde güvercin barışın simgesi, deniz özgürlüğün sembolü olarak yaralıdır.

Enternasyonal bilinç “Beyaz Başörtülü Kadınlar” şiirinde açığa çıkar. Plaza De Mayo’da (gayrı)resmî güçler tarafından çocukları politik nedenlerle kaybedilen annelerin mücadelesine simge olan beyaz başörtüsü şiirin başlığını oluşturur. Jose Antonio adlı tıp öğrencisinin kaybedilmesi, hikâyeleştirilerek aktarılır. Jose Antonio’nun gördüğü işkencelerin ve kaybedilmesinin üzerinden yedi yıl geçtikten sonra kadınlar tarafından sahiplenilerek kayıpların bulunması talebine dönüşme süreci ele alınır. Bu bağlamda “Çoban Ateşleri” şiirinde farklı ülkelerde farklı koşullarda baskıya, zulme ve emperyalist sömürüye direnen insanlarla ve halklarla duygudaşlık kurulur. Şiirde sadece mücadeleci kişilikler değil emperyalist tekeller ve silah tüccarları da vardır. Her şeyin karşıtıyla ele alınması diyalektik bir yaklaşımın kapsamına giren karşıtların birliği ve savaşımı tezine uygundur:

“bir silah tüccarı, eritilmiş

altın içiyordu ve kan

kesik çocuk başından

yapılmış kupasından

herhangi bir yerinde dünyanın

bir tutuklunun yüreğindeki avluya

konuyordu

bir güvercin

prangalardan, kelepçeden, bukağından

sardunyalar açıyordu pas renginde

çok uzaklarda, yün eğiriyordu

resmime bakarak anam

ve benim şarkıma karışmış, vinç

sesleri geliyordu doklardan

herhangi bir yerinde dünyanın

çobanlar ateş yakıyordu hâlâ” (Aysan: 2008: 114-115)

Şair, farklı uluslara mensup mücadeleci kişilikleri ideolojik paydada birleştirerek Türk-Yunan dostluğunu ve kardeşliğini sınıfsal ortaklık temelinde perçinler. Kitaba adını veren “Deniz Feneri” şiirinde geçen “çünkü ayios pavlos cezaevinin/ ve kartal maltepe’nin avlusunda/ düşünceli dolaşan birinin gölgesiydi” (Aysan, 2008: 215) şeklindeki dizelerde iki ülkenin demokrasi mücadelesi veren insanları, uğradıkları baskıyla eşitlenir. İlgili kitap boyunca komşu iki ülkenin ortak değerleri ve kültürel benzerlikleri/farklılıkları vurgulanır. Bu bağlamda “Balat” şiirindeki gibi farklı dinlere mensup farklı dilleri konuşan insanlar hoşgörü değerinde yan yana getirilir. Kitabın yayınlandığı yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanan mübadele şiirin arka planını oluşturur: “bir yaşlı kadın kalkar/ suskun adımlarla yürür/ terliklerini giyer/ istavroz çıkarır veya yasin okurdu/ kilometrelerce uzakta/ ve aynı anda” (Aysan, 2008: 214). Diğer şiirlerde de Rumca isimler, şarkı sözleri, dizeler verilerek kültürel değerler öne çıkarılır. “İşçi Mihali’nin Ölümü” şiirinde greve katılan Mihali’nin vurularak öldürülmesi, çocuğunun yetim bırakılması, minareler ve çanların bir arada bulunuşu işlenerek emek mücadelesinin ve kardeşliğin emek-sınıf temelinde birleştirildiği enternasyonal dayanışma söz konusudur: “serez çarşısı dokumacılar grevi/ ve bütün grevlerin iki önderi/ biri rum biri türk, kandiya’dan” (Aysan, 2008: 232). İki komşu ülke insanının maruz kaldığı sıkıyönetim ve darbe koşullarının halklar üzerindeki etkisi tarihi-coğrafi ortaklık paydasında şiire şu şekilde yansır: “-hey ritsos hey/ ozanların/ zeus’u, bin yıldır/ böyle olmuş bu:// ya sizde karartma geceleri/ bizde par par ateşböcekleri/ ya bizde karartma geceleri/ sizde par par ateşböcekleri” (Aysan, 2008: 43).

“Albümdeki Yırtık Resim” şiirinde özne, cezaevine kapatılmış bir insandır.  Şairin otobiyografisinden izler taşıyan bu şiirde anne ve sevgiliye yazılan mektupların cezaevi yönetimince okunmasına ve hak arama mücadelesinin tel örgülerin ardındaki cezaevine kapatılmasına değinildikten sonra Anadolu isyan tarihinin öznelerinden olan Celaliler, şiire girerek zulüm ve baskı tarihi içinde yer alan ezilenlerle ve sömürülenlerle şiirin öznesi soydaşlık duygusu geliştirir: “düşünüyoruz resimde bile/ gür bıyıklı celali, niçin isyan/ etti üç yüz yıl/ üç yüz kere// ve niçin yükselmiş taş duvar/ sadece onlar için, yüzü resme/ düşmeyen/ bir halkın// -keder günlüğüne” (Aysan, 2008: 118). 12 Mart’ın ve 12 Eylül’ün darbe koşulları, toplu tutuklamalar, mahkemeler, işkenceler ve özellikle cezaevleri Behçet Aysan’ın şiirlerinde önemli bir yere sahiptir. Maltepe ve Selimiye Cezaevleri baskı ve zor aygıtının mekânı olarak şiire alınır. Bu cezaevlerindeki görüş günlerinde ziyaretçi beklenmesi, cezaevindeki yaşam, dışarıya dair özlem ve kırık camlardan yapılan gözlem birer anı olarak dizelere dökülür. Bu bağlamda “Dokuz Köyden Kovulanın Şiiri”nde geçen “kovulduk mu, sonunda yine biz, dönelim anılara” (Aysan, 2008: 152) dizesi nakarat olarak her bendin sonuna yerleştirilip yaşanan tahakküm dile getirilir ama ödenen bedelin zaferi getireceğine dair umut canlı tutulur:

“bilirim sonludur çoğu şey, sonludur bu acılar da

bu ıslak toprağın buğusu, tadı sıcak somunun

sevdaların titrek bir mum gibi adanışı

kırık bir kurşun kalemin bir şiiri yazışı

kovulduk mu, sonunda yine biz, dönelim köşe” (Aysan, 2008: 153)

Umut ilkesine olan güven “Bu Aşk, Bu Şehir”, “Bu Keder” şiirinde geçen “hoşça kal/ yarım kalmış/ duvar yazıları/ hoşça kal/ bir gün gelecek/ akacak yeraltı suları” (Aysan, 2008: 150) dizeleriyle perçinlenir. Yarım kalan duvar yazılarına rağmen bir gün yeraltı sularının akacağına olan inanç 12 Eylül döneminin bir şekilde biteceğine işarettir.

Tüm zor aygıtlarının devreye konulduğu düzende mahkeme ve cezaevine rağmen düşsel firarla sevgiliye kavuşulur. Hem ideolojik hem bireysel aşk; süngüleri, tel örgüleri, cezaevi duvarını aşarak aşka olan inancı güçlendirir. Aşk da düşler de bedel ve kararlılık gerektirdiğinden buna inancı olan insan tarafından hiçbir engele takılmaz, bu inanç ise mahpus için motivasyon kaynağına dönüşür, beden esir düşse de zihin ve hayal gücü esaret altına alınamaz: “süngüler aşkı yasaklayamaz/ uzansam tutabilirim ellerini/ süngüler/ düşleri/ yasaklayamaz/ bir dahaki duruşmada/ giy/ gelinliğini/ düşlerde olsun/ ilk/ gecemiz” (Aysan, 2008: 197). Bu noktada aşığın motivasyonu sevgiliyle paylaştırılıp hayal gücünün yayılması sağlanır. Diğer şiirlere de yansıdığı gibi sevdalar da şairin yurdu gibi kaç işgal geçirir, direnmeyi bilir.

Sonuç

Behçet Aysan, şiirlerinde öyküleyici ve betimleyici anlatım biçimlerini kullanır. Gelenekten yararlanıp halk türkülerinden sözlere ve farklı dillerden dizelere yer verir. Uzun anlatıma başvurup şiirlerini numaralı bölümlere ayırır. Hayvan, bitki, çiçek sembolleri üzerinden toplumsal çatışmanın sınıf aidiyetli taraftarlarını temsil eder. Toplumcu gerçekçi şiir anlayışının ilkelerini sürdürerek şairlikten ozanlığa geçiş yapıp yerelden ülkeye, ülkeden evrensele mercek tutar. Şair, döneminin tanığı ve ezilenlerin-sömürülenlerin temsilcisi olarak yaşanan çarpıklıkları şiir aracılığıyla kayda alır. Bu bağlamda Behçet Aysan’ın şiirleri kayıt defterinin bölümleridir, belgesel şiir özelliği taşır, dönemle ve tarihle yüzleşme niteliğine sahiptir. Küçük yaşta evlendirilen kız çocukları, kumalık, çocuk işçiler, iş cinayetleri, darbe ve sıkıyönetim koşulları, cezaevleri, emperyalist işgal-savaş ve halkların kardeşliği düzleminde gerçekleşecek barış, farklı kültürlerin birlikte zenginliği, sınıf mücadelesi ve militan yaşamlar, gecekondular ve varoşlar; emek-sınıf, barış ve demokrasi perspektifiyle Behçet Aysan’ın şiirlerine enternasyonalist, yurtsever, anti kapitalist ve anti emperyalist yaklaşımla yansır. Tüm bu yaşanan ezilme ve sömürülme süreçleri Sesler ve Küller kitabının ithaf dizelerinde özetlenir: “yüz yıldır ülkemizde güzel bir gelecek için/ seslere ve küllere, zincirlere ve ölümlere/ bütün acılara” (Aysan, 2008: 85).

Kaynakça

Aysan, Behçet (2008). Düello. İstanbul: Kırmızı Yayınları.