.

Nedra: “Bir Bebek Evi”: James Salter’dan Işık Yılları

“Evlerin çoğu gereği gibi tasvir edilemedi.”

“Evler” Behçet Necatigil

Nezih Erdoğan

James Salter, okurlardan çok “yazarların yazarı”. Susan Sontag, onu “okumanın yoğun bir haz olduğunu bilenleri ödüllendiren bir yazar” olarak selamlaştı. 2015’te öldüğünde Jhumpa Lahiri arkasından yazdığı veda yazısında kendi romanlarında ondan ne kadar etkilendiğini teslim etmiş. Altı roman, Pen/Faulkner Ödülü, Amerikan Sanat ve Edebiyat Akademisi üyeliği. Buna rağmen yeterince tanınmadı. “En büyük, bilinmeyen yazar” diye nitelendi. Salter da kendisiyle yapılan bir söyleşide “en az bilinen yazarım,” der.

James Salter bir savaş pilotu. Kore’de savaşmış. Kariyerinin ortasında askerliği bırakıp yazar olmaya karar vermiş. Önce film senaristliği yapmış. Yetmişli yıllara yetişenler onun bir İtalyan yazardan uyarlarak yazdığı, Sidney Lumet’in yönettiği ünlü Randevu (The Appointment, 1969) filmini hatırlayacaklardır. Başarılı bir İtalyan avukat karısının bir sosyete fahişesi olduğundan şüphelenir. İlişkileri yavaş yavaş bu şüpheyle zehirlenir. Filmin baş rollerinde Ömer Şerif ve Anouk Aimée oynamıştı. Salter, Robert Redford’un da dahil olduğu bir iki film projesinin ardından Hollywood’la baş edemeyeceğini kabullenip, roman yazmaya dönmüş. Ana karakterlerini yakın çevresinden almış, yaşadığı, tanık olduğu, duyduğu olayları olay örgüsüne katmış. Dost toplantılarında bile elinde not defteri, görüp, işittiklerini kaydettiği, yakınlarının bunu biraz sinir bozucu buldukları söyleniyor. Işık Yılları’nın Nedra’sı da Salter’ın komşusu Barbara adlı bir kadından mülhem. Barbara ve ailesi romanda kendilerini okuduklarında yazarın hangi ayrıntıları nasıl dikkatle kaydettiğini hayretle görmüşler. Dediklerine bakılırsa, Barbara, Salter’ın Nedra’ya kazandırdığı müthiş derinlik karşısında çok etkilenmiş.

Mısra şairleri gibi, Salter cümle cümle yazıyor (Richard Ford: “James Salter Amerikan cümlelerini en iyi kuran yazar”). Bazen kameranın nesnesine iyice yaklaşması gibi, birden zaman kipini değiştirebiliyor, örneğin -di’li geçmişten şimdiki zaman kipine atlayabiliyor. Bir durumu, bir deneyimi anlatırken onun özgül evrenini, kendi zamanını kuruyor, varlık nedenini onu izleyen olaylara borçlu olduğunu düşündürtmüyor hiçbir zaman.

Başlıktaki İbsen göndermesi elbette okuru Nedra ve Nora arasında bir bağ kurmaya yönlendirmek için. Salter da romanın bir yerinde İbsen’in eserine değiniyor, hatta Nora adında bir kadın bir bölümde şöyle bir görünüp, kayboluyor. İbsen’in Nora’sı oyunun sonunda evini terk eder, Nedra romanın sonunu beklemeden kocasını, evini hatta iki kızını bırakacaktır. Bencillikten veya bıkkınlıktan değil. Salter hayranı Lahiri’nin Saçında Gün Işığı (Lowland, 2013) başlıklı romanındaki Gauri yer yer Nedra’ya benzer gibi olur ama etraflı bir kıyaslama onun ne kadar bencil olduğunu ortaya koyacaktır.

Nedra, çok çekici, etkileyici bir kadın. Nedra’nın kocası Viri (Vladimir’in kısaltılmışı) Rus kökenli bir aileden geliyor. İyi bir mimar ancak arzuladığı kadar büyük değil. Bir yerde ağzından “kadınları kafese kapatmak” lakırdısı kaçıyor. İbsen göndermesine biraz da “ev” vurgusundan dolayı ihtiyaç duydum. Bu denemede Salter’ın cümleleriyle kısa bir ev okuması yapmaya girişeceğim. Salter hayatı bir eve, evi de yerine göre başka mekânlara benzetir. Benzetme değiştiğinde karakterlerin yaşamları da değişmiş demektir. Nedra’nın ve diğer aile bireylerinin deneyimlerinin, dönüşümlerinin bir yere kadar ev üzerinden dile geldiğini göstermeyi umuyorum. Nedra evden ayrıldığında onu gittiği yerlerde izlemeyeceğim. Ben evde kalıp Nedra’sız neler olup bittiğini görmeye çalışacağım. 

Nora “büyüdüğünde” içinde yaşadığı mekânın aslında bir bebek evi olduğunu görür ve evden çıkar. Nedra Nora’dan farklı olarak evinin efendisidir, yine de o da büyümesinin ve özgürlüğünün bedeli olarak evi verecek, uzaklara gidecektir. Yukarıda belirttiğim gibi, Salter’a göre hayat bir ev mecazıyla açıklanabilir. Otobiyografik eseri Burning the Days’i sunarken(Türkçesi “Günleri Yakarken” ya da daha güzeli “Ömrümü Yakarken”) hayatı “bebek odası, yemek odası, stüdyosu olan” bir eve benzetir: “İzleyen bölümler bir anlamda bu evin pencerelerinden bakmak gibi. Bazı sakinlere kısaca bakılacak. Misafirler gelecek, gidecek. Belki bazı pencerelerde daha uzun durmak isteyeceksiniz.” Başka bir romanında da “yuva olamamış evler”den söz eder. Bir yazarın bir aileyi hayal ettiği bir ev. Gaston Bachelard, ev için “içinde hayal kurulan mekândır,” derken bunu mu kast etmişti? Nedra da bir hayatın içinde bulduğu evin içinde başka hayatları hayal eden bir kadın. Salter roman boyunca nadiren de olsa araya girer: “Onun [Nedra’nın] hayatını tarif edeceğim, içeriden, çekirdekten dışarıya doğru, ev de dahil, hayatın bir araya getirildiği odaları.”

Salter, evin dışarısı ve içerisi ayrımını çok kalın çizgilerle belirliyor, iki kez dışarıya mühürlenmiş, kendine yeterli, gemi benzetmesini kullanıyor: “Dışarıya hiç ses vermez bu ev; karanlıkta bir gemi gibidir. Bir dinleyen olursa eğer, içerde her şey vardır: su, belli belirsiz sesler, buğdayın yavaş, ölçülü öğütülmesi.” Diğer benzetmedeyse geminin “pencereleri ışık doludur”, ancak ışık bizim dışımızdaki bir noktaya aittir, gelip bize ulaşmaz. Bu yazıyı yazarken, bir yandan Patricia Highsmith’in Tremor of Forgery (1969) başlıklı romanını okudum. Bir Amerikalı, bir senaryo yazmak üzere Tunus’ta bir odaya kapanır, başına bir sürü dert gelir. Highsmith, karakterin odada yaşadıklarını tasvir ederken, içerisi dışarıya, dışarısı da içeriye açılır; soygun girişimleri, hırıltılar, gürültüler, odalardan dışarıya taşan ışık, vb. New York’un biraz dışındaki bu evdeyse, içeri bir kez girildikten sonra artık hiç dışarısı yoktur.

İçeride kimler var? Nedra, kocası Viri, kız evlatları, Franca ve Danny, gelip giden misafirler, aile dostları. Ama her şeyden önce Nedra’nın evidir bu: “Bütün odalar ve kapalı alanlar onundu, kaşıklar, kumaşlar, ayağının altındaki zemin. Baldırıçıplak dolaşabileceği, kolları açık, saçı dağılmış uyumakta serbest olduğu, onun bölgesi, onun sarayıydı.”

Nedra’nın bir evi daha olmuştur: babaevi. Günün birinde telefon çalar. Nedra’ya başka bir şehirden, bir hastaneden doktor kötü haberi verir: babasının sağlığı pek düzeleceğe benzememektedir, gelse iyi olacaktır. Hastanede babasının başında bekler. Doğup büyüdüğü evde birkaç gün geçirir: “Evde kendine biraz çay yapıp dinlendi. Bu içinde yetiştiği evdi: duvar kâğıtlı odalar, gri perdeler. Arka kapının önünde toprak çok sertti, hiç ot bitmezdi.” İç açıcı bir tarif değil. Toprağın sertliğinden hiç ot bitmemesi Nedra’nın o evde geçirdiği zamana ilişkin bir ipucu mu? Babası öldükten sonra Nedra bazı fotoğrafları tutar, içindeki mobilyalarla beraber evi satışa çıkarır. “Bütün bunlarla teması kopmuş, daha parlak, daha özgür bir hayata dönüyor, her izi siliyordu. Bir zamanlar burada on yedi sene, çaresiz on yedi sene beklemişti, havada ötelerde bir dünyanın titreyişleri; hiç o dünyanın bir parçası olabilecek miydi, hiç ileri gidebilecek miydi?” Bir noktada, “Bu hayatta en çok korktuğum şey,” diyecektir arkadaşlarına yıllar sonra, “‘Sıradan bir hayat’ sözleri.”

Salter, babaevi ile şimdiki evi bir karşıtlık ilişkisinde konumluyor gibi gelebilir başta. Nedra’nın “daha parlak, daha özgür bir hayata dönmek” için yanıp tutuşması bizi yanıltmasın; babaevini hayatından çıkararak, Nedra bütün evlerden çıkmaya yönelmektedir; şimdiki ev önceki evin devamına dönüşecektir çabucak.

Salter, Nedra’nın bir dönemece girdiğini incelikle hissettirir. İki kilometre taşı koyar yollarına: Nedra’nın babaevini elden çıkarması, ardından ilk kez Amerika dışına çıkıp, İngiltere’ye gitmeleri. Bir detay: Gece uyumaya çalışırken yatak odalarındaki kokudan rahatsız olunca Nedra ilk kez Viri’ye “Şu Allah’ın cezası köpeğini dışarı çıkarır mısın!” diye seslenir. Köpek erkeğin köpeği olmuştur. Salter, evi tiyatroya da benzetir: “Ev bir tiyatro gibiydi,” ve “Evde neredeyse bir tiyatro heyecanı vardı.” Bize yapmacık gelmez ama yine de Amerikan burjuva hayatının ilişki ağı içinde kendilerini icra ettikleri oyunların sonuna kadar gitmek mümkün mü? Az sonra perde açılacak, heyecanla beklemenin ödülü olarak bütün o özenilmiş yemekler, inceltilmiş damak zevki, alkol ve tütün, kültür ve sanat sohbetleri sahnelenecek. Sonra söylenen yalanlar, ihanet ve aldatmalar gelecek. Bunu da oyunun bir parçası olarak kabul etmeleri gerekiyor. Romanda Avrupa’ya gitmekten söz edilir sık sık (Boşuna değil, “İyi Amerikalılar ölünce Paris’e gider,” diye bir söz var). Okumuş, ince zevk sahibi Amerikalı burjuvalar Avrupa’ya giderek hayatlarındaki boşluğu doldurabilirler mi? Bunu anlamak için bir adım daha atılması, karı kocanın ilk kez ülkeden çıkması gerekmektedir. Londra’da geçirdikleri tatilden döndükten sonra Nedra dönüşümünde belli bir evreyi tamamlamış gibidir: “Evi satmak istiyordu..Varoluşunun her yanında bir şey oluyordu, bunu sokaklarda görmeye başladı, birden farkına varmıştı, karanlığın basması gibiydi, geldiğinde her yere geliyordu.” Nedra’nın sokaklarda gördüğü neydi? Evde göremediği. Başlarda Bachelard’a değinip, evde hayal kurmaktan söz etmiştim. Nedra’nın varoluşunda bir şeylerin olmaya başlamasıyla kurduğu hayallerin sonuna erişmesi örtüşüyor olmalı. Geldi mi, her yere gelen her neyse, Salter onu karanlığa benzetiyor. Pekâlâ gün ışımasını kullanamaz mıydı karanlık yerine, hayır, varoluşunun tasviri ile mutlaka karanlık bitişmeliydi. Bu karanlıkta hayal kuramaz artık. Evi terk etmeli.

“Erkekleri kaçtı, kadınları kaçtı

Evler dilsiz şikayet, kaçmışların peşinde.”

“Evler” Behçet Necatigil

Salter, fazla oyalanmadan karı kocanın boşandıktan sonraki hayatlarını anlatmaya geçer. Nedra arkasında Viri’yi bırakarak, yanına hiçbir eşyasını almadan çıkmış gitmiştir. Babaevinden de yalnızca birkaç fotoğraf almıştı. Burada, Salter’ın ustalığına bir meydan okuma var; artık Nedra’yı evlere başvurmadan anlatması lazım. Nedra’nın yeni varoluş biçimi mekânla bu türden bir ilişki içinde sürmüyor. Artık hayal kurmaya da gerek duymayacak. Ama ben daha önce dediğim gibi okumayı ev’den sürdüreceğim.

Viri ve kızlar hâlâ evde oturmaktadırlar. Daha önce içinde oyunlar sahnelenen bir tiyatro veya dışarıya ses vermeyen bir gemi iken, şimdi çoğunlukla akşam vakti bir yerlerden dönerken onları karşılayan iç karartıcı bir mekâna dönüşmüştür. Bir gece uzaktan “bir otel gibi boş ve aydınlık” olarak görünür onlara, “açık ama yitik.” Nedra evi terk eder dedim ama doğrusu “Nedra evi boşaltır” olacaktı. Başka bir eve dönüşte de, “[d]eğişimin gölgesi bütün her şey boyunca yayılıyordu. Yolda çok iyi bildiği bir noktadan evin ilk görünümü – ağaçların üzerinden bacalar, çatının çizgisi – yıkımına terkedilmiş gibi bir hüzün veriyordu. Boş görünüyordu, ölü görünüyordu.”

Gemi, tiyatro, otel – Salter evi en son katedrale benzetiyor: “Ev hüzünlüydü, aldatıcıydı; huzurun ortasında yanlış bir şeylerin olduğu bir katedral gibiydi, azizleri mumdan çiçekler gibi, orgun sanki içi boşaltılmış. Viri bu konuda bir şey yapabilecek havada değildi. Yaşlandığımızda nasıl bedenlerimizin içinde yaşıyorsak o da evin içinde çaresiz yaşıyordu.” Ev ve bedenin içiçeliğine dikkat edelim. Katedral benzetmesinin nedeni ondan beklediğimiz “görkemlilik” değil görüldüğü gibi. Müziğin kaynağı olması gereken org yerinde duruyor, ancak içi boşaltılmış. Aziz figürleri mumdan çiçekler gibi, ne ölüyorlar ne de hayata dönüyorlar. En kötüsü, Viri, köhne bir yapının unutulmuş bekçisi gibi çaresizce beklemeye mahkûm. Yine bir eve dönüşte, Nedra’nın yokluğuna, evin boşluğuna katlanamaz, sanki onun ismiyle evi doldurabilirmiş gibi odadan odaya bağıra bağıra, artık bulamayacağını bile bile onu arar: “Yavaş yavaş evin boş olduğunu idrak etti. Bağırmaya başladı, ‘Nedra!’ Bir yandan koşuyor, bir yandan bağırıyordu ‘Nedra!’ Sanki acil bir telefon varmış gibi bağırıyordu: ‘Nedra!’ ”

Kızları Franca, yeni tanıştığı bir erkek ona evlerini sorunca düşünür: “Ansızın, her ne kadar onun içinde yaşayarak büyümüş olsa da, onun her mevsimdeki halini biliyor olsa da, bir müzik veya arkadaşlarını özler gibi, her satırını bildiği bir kitabı elinde tutmayı özler gibi ona geri dönmeye can attı.” Nedra’nın Viri, Franca ve Danny’den farkı bu olmalı. Nedra da Franca gibi evi özlemektedir mutlaka. Misal, Viri evi sattığında çok sarsılacaktır: “Altüst olmuştu. Bu Viri’nin ya zaafı ya da gücüydü, en çok hangisinden korkacağını bilemiyordu. Orada ona ait bir sürü şey vardı, onları almaya hiç zahmet etmemişti, her zaman alabilirdi. Şimdi birden onların gözden kaybolacaklarını görünce, önemi kalmamıştı.” Evi özlemiş dahi olsa – ne de olsa özgürlük zor gelir-  bu bir bağlılık biçiminde ifade edilmiyor, ona yönelik seçimini Zafer Aracagök’ün bir kitabının başlığında yer alan çarpıcı deklarasyonla özetleyebiliriz: Eve Dönmek İstemiyorum. Nedra’nın eski ailesiyle arada bir görüşmeleri, artık onların eşi, annesi olduğu anlamına gelmiyor; onlardan özgürleşmiştir. O nedenle eve, evin hatıralarına dönmeyi istemez, belleğinde evi yeniden kurmaya kalkışmak onun yapacağı iş değildir. Ama tabii hatıraların istem dışı, ona gelmesine engel olamaz: “O akşam yemekte Nedra kendini evle birlikte giden şeyleri düşünürken buldu – ya da kendine rağmen, açık denizde bir batıktan çıkanlar onun sahiline vurmuştu.”

Bu benzetmeyle, roman, karakterlerin dönüşümlerinde son evreye girer. Salter evi bir kez daha gemiye benzetmiştir ama artık fiziksel varlığı sona ermiş, hafızanın derinliklerinde batığa dönüşmüş bir evden söz etmektedir.