Elif Şahin Hamidi
Gerçek hayatta da edebiyatta da içtenlik, samimi olmak çok önemli. Çünkü içtenlikten ve samimiyetten uzak olan her şey çok sahte, çok yavan, çok itici, çok sevimsiz. Üstelik kolayca fark edilebiliyor. Melisa Kesmez içtenliği, samimiyeti, sahiciliği yazdıklarına da sinen, çocuk ruhunu korumayı ve çocuk merakını diri tutmayı başaran bir yazar. Diğer kitaplarında olduğu gibi son kitabı Çiçeklenmeler’de de bu çocuksu ruh ve merakla beslenen içtenlik, samimiyet ve sahicilik sımsıkı kucaklıyor okuru. Sevgili Melisa bu cüce romanda, kırk sekiz yaşındaki, menopozdan mustarip, biraz şişman, biraz depresyonda, bütün yaşamını birilerinin yanında durarak geçirmiş, kendi kaderini tayin etmek için bir adım atmamış, bahar başında kocasını toprağa vermiş ve yalnız Türkan’ın kuyusuna bir ip salıyor ve “kalk artık şu koltuktan” diyor ona. Elbette yine şapkadan tavşan çıkarmıyor, kimseyi şaşırtmak gibi bir amacı yok: belli insani halleri kurcalamaya, belli duyguları ameliyat etmeye, ilişkilerin içini deşmeye çalışıyor.
Hani hep bir mutluluk takıntımız var ya, Çiçeklenmeler’de mutluluk vaadi falan yok; bir fark ediş var, kendini tanımak var, kendini sabote etmemeyi öğrenmek var. Ve şöyle diyor Melisa: “Bunlar her zaman mutluluk getirmez insana. Hatta çoğunlukla getirmez. Çoğu insan o uyuşuk halin içinde bu yüzden oturuyor. Taşların yerini değiştirmek kolay değil, orada büyük bir mücadele var, bolca acı var ve sonu hep iyi olmayabilir bu yolun. Yine de şuna eminim, insanın kendine yalan atmayı bırakarak özüne dair edindiği her yeni bilginin içinde bir rahatlama kesinlikle var.”
Kitabın en sonundan başlamak istiyorum. Sonda, “Bir zamanlar vakfın bahçesindeki çiçeklerin gidişatını belgelemek amacıyla tuttuğu ‘Çiçeklenmeler’ defterinin ismini bana hediye eden Salih’e” diye bir teşekkür var. “Çiçeklerin gidişatını belgelemek”; ne tatlı bir iş, ne neşeli bir sorumluluk. Çok merak ettim Salih’i, defterini ve kitabına ad olan bu hediye hikâyesini. Kitap adları önemli: anlat lütfen.
Salih benim Nesin Yayınevi’nden arkadaşım. Sahiden değişik biridir, iyi anlamda değişik. Uzun zaman mesai yaptık birlikte. Aklını sevdiğim, birlikte çalışmayı özlediğim biri. Bu söz konusu defter de onun kendi kendine uydurduğu bir şey. İcatları vardır onun öyle. Sizin çöpe atacağınız bir şey onun için çöp değildir, illaki bir kenara konur, bir gün başka bir şeye kullanılır. Yayıntısı meşhur biridir Salih. Bir gün masasının yanındaki rafta gördüm bu defteri ve “Gelecekte yazılacak bir kitaba isim olsun diye çalabilir miyim?” diye sordum, o da kabul etti. Uzun zaman çekmecede bekledi bu isim. Ta Nohut Oda zamanından beri kitabını bekliyordu. Ben kitap isimlerini önemseyen, uzun uzun düşünen biriyim. “Bu olsun!” deyip hemen çıkamıyorum işin içinden. Bazı kitabın önce ismini buluyorum, hikâyesi sonradan beliriyor kafamda. Türkan’ın hikâyesini anlatmaya başladığımda, Çiçeklenmeler’i unutmuştum, ne zaman kitap matbaa aşamasına geldi, artık bir isim koymam gerekti, aklıma geri geldi. Sanırım Türkan’a çok yakıştı bu isim. Şimdi aklımda başka bir kelime var. Gelecek bir kitabın habercisi. Şimdilik bir ipin ucunu tuttum diyelim, bu da bir şeydir, ama daha yolu var. Bakalım. 🙂
Küçük Yuvarlak Taşlar, Nilo’ya hamileyken ortaya çıkmıştı. Sonra “karavancılık” macerası başladı ve Çiçeklenmeler’in doğumunda karavancılığın payı büyük gibi görünüyor. Bu roman/novella ya da senin deyişinle “cüce roman” nasıl doğdu?
Ben kendi hayatımı yazmıyorum ama tabii ki kendi hayatımı yazıyorum. İnsan ne yapsa kendi evreninin içinden yazıyor. Olaylar hayal, insanlar hayal ama duygular gerçek, hayatta karşılığı var. Annelik, pandemi ve uzun süre bir eve maruz kalmak büyük toplamda bana Küçük Yuvarlak Taşlar’ı yazdırdı. Ama anne oldum da annelik hakkında bir kitap yazdım gibi bir şey değil bana sorarsan. Nil’den önce vardı aklımda. Çok uzun zaman bekledi. Üzerine annelik gelince, daha garip duygularla yazıldı, çünkü kucağında bir bebekle uzun, upuzuuun günler bir odada oturunca birinin annesi olmak üzerine çok düşünüyorsun. Anneliğin bir kadına neler yaptığını, babalığın bir erkeğe neler yaptığını düşündüğüm zamanlardı. Aile olmak ne demek, birini sevmek ne demek, birini sevmekten vazgeçmek ne demek… Biraz insanı anlamaya çalıştığım bir kitaptı. Bir kadından çıktım yola, ama asıl onun vasıtasıyla insan ruhunun ne biçim bir yer olduğunu anlamak istedim.
Çiçeklenmeler’e gelecek olursam, evet, iki yıl kadar bir karavan kampında yaşadık ve Türkan’ı ıssız adasından bir karavan marifetiyle kurtarıyorum bu kitapta. Ama yine bu kitap bir karavancının hikâyesi değil. Aklıma önce Türkan diye bir kadın geldi, hayatının orta noktasını geçmiş ve hiç kendi olmamış bir kadın. Onun kuyusuna bir ip sallasam, dedim, Türkan “kalk artık şu koltuktan” desem. Bu duyguyla başladım hikâyeyi kurmaya. Sonra başka detaylar eklendi. Ölüm gibi, karavan gibi, Ege’ye doğru yola çıkmak gibi. Bunların hepsi alabildiğine klişe. Yine şapkadan tavşan çıkarmadım. Kimseyi şaşırtmak için yazmadım. Belli insani halleri kurcalamak, belli duyguları ameliyat etmek, ilişkilerin içini deşmek için alet çantamı masaya döküp çıkanlarla çalıştım. Oradan tabii ki benim o anki gerçekliğime ait çok fazla malzeme çıktı.

Kitaptaki şu cümleyi referans alarak soracağım: “Mutlu son takıntımız bana sorarsanız bize öğretilmiş bir şey. Hayatta karşılığı o kadar da yok.” Günümüzde bir mutluluk takıntısıdır almış başını gidiyor. Oysa daimî bir mutluluk ya da daimî bir mutsuzluk yok. Bu takıntı nedeniyle mutsuz sonları kabul etmekte zorlanıyor ve bir ilişkiden, bir evlilikten, bir iş yerinden gitme cesaretini gösteremiyor insanlar. Kimisi de kitabın ana karakteri Türkan gibi kocası öldükten sonra bir şeyleri sorgulamaya başlıyor belki. Ya da tam tersi, hep bir başkasında, bir başka alternatifte mutluluğu bulma ihtimalini umarak daldan dala konuyor, hızlıca tüketiliyor ilişkiler. Kırk sekiz yaşındaki, menopozdan mustarip, biraz şişman, biraz depresyonda, bütün yaşamını birilerinin yanında durarak geçirmiş, kendi kaderini tayin etmek için bir adım atmamış, bahar başında kocasını toprağa vermiş ve yalnız Türkan, kocası ölmeseydi, başka bir vesileyle acaba yine de bu sorgulamaya, kaderini tayin etmeye girişir miydi?
Bence girişmezdi. Çünkü Türkan, Orhan’ın yanında olmayı ve o eksik gedik halin içinde yaşamayı öğrenmiş biri. Bu onun yüzleştiği, hesaplaştığı bir hal değil. Kabullendiği bir hal. Böyle çok kadın var. Sessiz ve bir o kadar mutsuz evlerden ibaret bir toplumda yaşıyoruz. Ben Türkan’ı yazarken onun altındaki sandalyeyi çekmek istedim, bakalım düştüğü yerde ne yapacak dedim. Orhansızlık onun hayatta ilk kez deneyimlediği bir şey ve bu yeni varoluş biçimiyle hayatında ilk kez duygularını tanımaya başlıyor. Kabullendiği, isyan etmediği, sustuğu şeyler yüzyıllık uykusundan uyanıyor. Hayatta bazen sahiden yeni bir bakış açısı kazanmak için mevcut olanın değişmesine muhtacız. Bu bazen tabiatın eliyle oluyor, bazen kişi kendisi o odadan çıkıp başka bir odaya giriyor ve orada yeni bir şey görmeye başlıyor. Hayatını değiştir, her şeyi yak yık, sıfırdan başla, mutluluk işte tam orada gibi bir şeyden bahsetmiyorum. Mutluluk sahiden de o kadar da abartılacak bir şey değil. Bence Çiçeklenmeler’de o kadar da mutluluk vaadi yok. Bir fark ediş var. Kendini tanımak var. Kendini sabote etmemeyi öğrenmek var. Bunlar her zaman mutluluk getirmez insana. Hatta çoğunlukla getirmez. Çoğu insan o uyuşuk halin içinde bu yüzden oturuyor. Taşların yerini değiştirmek kolay değil, orada büyük bir mücadele var, bolca acı var ve sonu hep iyi olmayabilir bu yolun. Yine de şuna eminim, insanın kendine yalan atmayı bırakarak özüne dair edindiği her yeni bilginin içinde, bir rahatlama kesinlikle var.
Hayat daha sonra Ulaş’ı, Mavi’yi, Ali’yi çıkarıyor Türkan’ın karşısına ve Türkan “Bu insanlar bana verilmemişti, ben onlara doğmamıştım. Onları yeryüzünde arayıp bulmam gerekmişti. Onlara doğru yürümem ve yanlarına varıp çemberlerine katılmam gerekmişti. Kabilemi bulmuştum. Öyle hissediyordum. Aile sanıldığı kadar tesadüfi bir şey değildi, kuradan çıkmıyordu, onu bulman veyahut oturup kendi ellerinle yapman gerekiyordu” diyor. Aile, sevgi, yuva emek demek, çaba demek, sorumluluk almak, dayanışmak demek. Her şeyin bir tüketim nesnesine dönüştürüldüğü günümüzde, ilişkilerde çabalamak ve sorumluluk almak eksik sanki. Ne dersin?
Şimdilerde aile üzerine epey atılıp tutuluyor. Ailenin kutsallığı, bölünmezliği vesaire… Çocuksuz aile olunmuyor lafları falan… Belediye nikâhıyla birbirine iliştirilmiş ve gerçekten isteyip istemedikleri bile meçhul birtakım zavallı çocuklara anne baba oluvermiş, birbirinin gerçekliğine zarar vermeden bir arada yaşamaktan bihaber bir kadın ve bir erkekten oluşan bir aile, dünyanın mevcut mutsuzluğuna katkı sağlamaktan başka ne işe yarar? Aile kapitalist düzende bir dayanışma biçimi olarak geçerliliğini koruyor olabilir ama fertlerinin bireysel gelişimlerine nasıl bir katkı sağlıyor, güzel ruhlarımızın nasıl canına okuyor, oralar epey muallak. Ben bildik tanımıyla aileye inanmıyorum. Ama insanın dünyada sahiden sevdiği, yanında kendi olduğu, birlikte bir şey yapmaktan keyif aldığı, zor günde dayanıştığı, iyi günde birlikte gülüştüğü, sırtını yasladığı, ben iyi değilim diyebildiği, özgürlüğüne sahip çıktığı, sınırlarına saygı duyduğu her kimse o ailesidir diye düşünüyorum. Bunun için nikâha, düğüne, çocuğa, akrabalara, başka kontratlara vesaire ihtiyacımız yok. Tek gereken o şahane yan yanalığı korumak için emek vermek.
“Yola çıkmazsan hikâye seni bulmuyor. ‘Dağda gezen kurdu görür’ derdi annem. Kurdu görmek istiyorsan dağda gezeceksin. Hikâyeye ancak yolda rastlarsın” diyor Ercan Kesal. Ayrıca yazmak ya da hatırlamakla ilgili bir eyleme giriştiğinde hep bir anın, bir fotoğrafın peşine düştüğünden bahsediyor. “Yola çıkmak”, yazarak üretmekle ilgisinde senin için ne ifade ediyor, hikâyeye nerelerde rastlarsın sen? Yazmak, hatırlamak için neyin peşine düşersin?
Eğer bahsettiğin gerçek anlamıyla yol ise, ben ne yazık ki pek yola çıkan biri değilim. Ama aynı hayatın içinde türlü biçimlerle yeni realitelerle sıklıkla karşılaşmaya özen gösteren biriyim. Yeni biriyle tanışmak, onun hikâyesini dinlemek mesela böyle bir şeydir benim için. Ben konuşmayı, dinlemeyi çok severim. Çok soru sorarım. İnsanların hayatlarını çok merak ederim. Bir kafenin yola bakan masalarından birinde oturup saatlerce sokağı seyredebilirim. Kitap okumak ve film izlemek de fazlasıyla buna hizmet eder bende. Nerede yeni bir hikâye kokusu alsam çocuk gibi merakla peşine düşerim. Oralarda baktığım şey sanırım insan olmanın nasıl bir deneyim olduğu ve bu tuhaf deneyimin başka başka insanlarda nasıl sonsuz biçimde değiştiği. Öte yandan belli şeylerin nasıl da hiç değişmediği. Aşk mesela ne kadar evrenseldir ama aslında ne kadar da değildir. Ben galiba duyguların peşine düşüyorum yazarken. Karakterlerin içlerinden geçtikleri duyguları ne kadar sahici anlatabilirim, belli bir ânı nasıl yazarsam okuru da alır oraya götürürüm, biraz bunun peşindeyim. Gündelik hayat bu anlamda müthiş bir hazine benim için.
Konfor alanından uzaklaşıp karavanlı bir yaşama geçmek, bir bebeğin hayatına dahil olması yazma rutinini, yolunu yordamını nasıl etkiledi? Günün hangi saatinde, nasıl bir ortamda yazmayı tercih ediyorsun, ille de bir masan olmalı mı yazmak için?
Açıkçası zaten belli rutinleri olan bir yazar olmadım hiç. O nedenle yaşadığım yer ya da bir bebeğin bakımını üstlenmek beni pek etkilemedi, etkilemiyor. Bazen hiç yazmıyorum, bazen saatlerce masadan kalkamıyorum. Sanırım yazmayı bıraktığım anlarda çalışmayı bırakmayan bir iç makinem var ve orası yazmayı sürdürüyor, çünkü uzun araların ardından bilgisayar başına geçtiğimde yazmam gereken çok fazla şeyin biriktiğini hissediyorum. Anne olmak tabii ki pratik anlamda vaktimi bölen bir şey oldu ama zaten her koşulda kafamdan geçen herhangi bir şeyi derhal bir deftere not alan biri olduğum için belki sadece bazı kitapların okurla buluşmasını erteledi annelik. Çünkü kitabı son haline getirmek sahiden oturup uzun uzun çalışmak gerektiriyor. Onun için de bu çocuğun okulda olması lazım. 🙂 Evde bir masam yok. Bir çalışma odam da yok. Mutfakta, mutfak masasında çalışıyorum. Öte yandan şunu hep düşünmüşümdür, bir yazıhanem olsa, bütün gün orada kendimi okumaya yazmaya adasam yazabilir miydim? Mesela üç aylığına şöyle güzel bir tatil kasabasında küçük bir oda tutsam, tam filmlerdeki yazarlar gibi, yeni kitabımı orada yazayım desem, herhalde elim boş dönerdim oradan. Galiba ben pek öyle biri de değilim. Benim aklıma hikâyeler yaşamın içinde geliyor. Evin her yeri, çantalarımın içleri not kâğıtlarıyla dolu. Bir kitabı yazmak onları birleştirmek gibi bir şey.
Türkan, Ulaş’ın kızı Mavi’ye annelik ediyor. “Onun çocukluğunu kendi çocukluğumun ucuna teğelledim, mutlu bir çocukluk için asla geç değilmiş, zamanın uzak bir adasında onunla akran oldum” diyor Türkan, Mavi’den bahsederken. Senin yazdıklarında da mutlu bir çocukluk için geç olmadığını, çocuk ruhunu, çocuk merakını, çocuk samimiyetini, içtenliğini korumaya çalıştığını ve o nedenle de hikâyelerinin samimi, sahici olduğunu düşünüyorum. Gerçek hayatta da edebiyatta da içtenlik, samimi olmak önemli. Öbür türlüsü çok sahte ve yavan. Ne dersin?
Teşekkür ederim, Elif. Ne mutlu sana bunu hissettirebildiysem. Galiba bu insanın karar verip yaptığı, hadi şimdi samimi bir dille sahici bir kitap yazayım diyebileceği bir şey değil. Biraz mizaç diyeceğim, kolaya kaçacağım. Çünkü ister istemez nasıl bir insan olduğunuz nasıl yazdığınızı epey etkiliyor. Ben kendini pek ciddiye alan biri değilim. Hatta epey dalga geçerim kendimle, sıklıkla şapşal bulurum, bunu da kabullenirim, dövüşmem şapşal olmakla. Bu rahatlık bana sanırım bir sakinlik getiriyor. Yazarken de o sakinliği koruyorum. Kendim gibi kalmaya çalışıyorum. Bir şey başarmaya çalışmıyorum, dünyanın en gayretsiz insanıyım, tek derdim kafamdaki şeyi iyi anlatmak. Bu “iyi” ne demek tam bilmiyorum. Gerçekten yazar olmanın böbürlenecek bir tarafı yok. Benim en büyük sevincim anlattıklarımın okurda bir etki bırakıyor olması. Aferin diyorum kendime, bak, ne güzel, anlatabildin derdini, anlıyorlar seni. Bunu yapan şey galiba içtenlik. Bilmem, öyle mi deriz? Ve evet, bazı yazarlar kendini fazla ciddiye alıyor bence de. Ben de bir okur olarak bazı kitapların nasıl bir ruh haliyle yazıldığını satır aralarında okuyabiliyorum. Sıkılıyorum onlardan, kaçıyorum. Çünkü okur kesinlikle kandıramayacağınız biri. Öyle yazacak noktaya gelsem, bırakırım yazmayı. Ölene kadar yazacağız diye kural mı var? Öte yandan kitap yazıyoruz da ne oluyor, on yedi saat kalp ameliyatı yapıp hastasını yaşama döndüren doktor var. Bence biri kibirlenecekse bırakalım da o kibirlensin.
Nobel ödüllü şair Louise Glück “Yuvaya Dönüş” şiirinde, “Dünyaya bir kez, çocukken bakarız. Gerisi hatıradır” der. Pessoa da şöyle der: “Hepimizin iki yaşamı var; sahici olanı: Çocukluğumuzda düşlediğimiz yaşam… Sahte olanı başkalarıyla ortaklaşa yaşadığımız.” Köklerimiz oradadır, evimiz orasıdır, sahici olan odur sanki. Senin için o evde anneannenin (kahramanın olan o kadın), kadınların yeri ayrı gibi duruyor. Aidiyetsizliğimiz, yalnızlığımız da orayla ilişkili gibi görünüyor bir parça. Ördüğün hikâyeler, kurduğun dünyalarla ilgili çocukluk, ev, aidiyet-aidiyetsizlik, kök-köksüzlük bağlamında neler söylersin?
Çocukluk kesinlikle yazan kişinin ilk başvurduğu yerlerden biri, belki de ilki. Gerçekten de dünyayı anlamak üzere kolları sıvadığımız o tuhaf yılların üzerimizdeki gölgesi hiçbir kitapta bizi yalnız bırakmıyor. Benim için en azından öyle. Ben ne yazsam oralarda dolaşıyorum. Bir çocuk olarak çok zengin ve bir o kadar bulanık bir anlam dünyasının içinde büyüdüm. Çok fazla duyguyla belki de gereğinden erken yaşta karşılaşmam gerekti. Bu karşılaşmalarda çoğunlukla yalnızdım ve olan biteni anlama ihtiyacıyla kendime yeni düşünme alanları yaratmak zorunda kaldım. Bu galiba beni normalden daha erken yaşta yaşamı, insanları ve ilişkileri anlamaya yöneltti. Ben bakan çocuktum; bakan, gören, dinleyen, düşünen, az konuşan. Müthiş bir gözlem çabam vardı. Çok meraklıydım. O zamanki realitem muhakkak bugün yazdığım şeylerin içine sızıyor. Özellikle ev, aitlik ya da kök salmak konularına olan takıntımı başka neye borçlu olabilirim ki? Çocukluk çok garip bir yer. Çok kırık, bir o kadar renkli, ama ekseriyetle kırık.

Dergi ve gazetelerde kalem oynatmak, editörlük ve çevirmenlik yapmak yazarlık için adeta sağlam bir basamak, bir okul görevi görüyor diye düşünüyorum. Kelimeleri yan yana dizmek, gerektiğinde hiç acımadan cümleleri kırpmak, yeni cümleler kurmak… Dergiler ve gazetelerde yazı yazmak, editörlük ve çevirmenlik senin yazınına nasıl bir katkı sağladı?
Bana “Ben de yazar olmak istiyorum, ne önerirsiniz?” diye sorduklarında, “yazın” diye cevap veriyorum. Çünkü yazmadan yazılmaz. Koşmadan koşulmaz gibi. Tam olarak böyle. Yirmi yaşımdan beri yazılı basında iş üretiyorum. Bu yirmi beş yılda galiba en çok bir metnin o kadar da dokunulmaz bir şey olmadığını öğrendim. Metin kesilir, kırpılır, atılır, bir daha yazılır, yazılmalıdır. İnsanın çünkü yazdığı şeye âşık olmaya temayülü var, benim de var, ama işin aslı öyle değil, hep baştan yazmak, hep baştan yazmak gerekiyor, bir şeyi çöpe atmaya hazır olmak gerekiyor. Metin işçiliği çok öğreten bir şey. Özellikle çeviri bana yeni biçimlerde cümleler kurmayı öğretmiş bir alandır.
Edebiyatın, sinemanın, müziğin, resmin, kısacası sanatın hayatı daha yaşanılır, katlanılır kılan, çiçeklendiren, delirmemeye yardımcı olan bir yanı var kuşkusuz. Ve bir tür kendini arama çabasıdır da yazmak aslında. Sen de bir söyleşide şöyle diyorsun: “Kimse seni duymasa da senin kendi sesini duymanın yettiği bir şey.” Yazıyor olmanın çiçeklenmende, delirmemende ve kendini arama yolculuğundaki rolü üzerine neler söylersin?
Yazmak anlamamı sağlıyor. Sanırım düşünceleri kâğıda geçirmenin onlara bir de karşıdan bakma olanağı tanımasının hediyesi bu. Ve tabii yazarken o güne dek hiç bilinç üstüne çıkmamış şeylerin satır aralarından başını uzatıp “merhabaaa” diyerek seni şaşırtması da sıklıkla mümkün. Ben bazı şeyi yazdıktan sonra fark ediyorum. Yıllarca gezdirmişim kafamda, hiç haberim yok. Bir öyküden hop diye çıkıyor. Aa diyorum, tamam, ondanmış, diyorum. Bu anlama hali biraz içime su serpiyor. Delirmek konusunda kafam karışık. Öyle şeyler oluyor ki dünyada, bence hepimizin biraz delirmeye ihtiyacı ve de hakkı olduğunu düşünüyorum. Böyle bir hayatın içinde asıl delirmemenin deliliğe işaret ettiğini düşünüyorum. Delirmek sağlıklı bir şey. Ama yine de edebiyat, sinema, müzik iyi ki var. Donumuzla evden fırlayıp “imdaaaat!” diye bağırarak koşmuyoruz sokaklarda. Sanat sayesinde evlerde birazcık deliriyoruz, kapalı alanda, azıcık azıcık.
Nohut Oda ile 65. Sait Faik Hikâye Armağanı’nı, Bazen Bahar ile NDS Edebiyat Mansiyon Ödülü’nü kazandın. Pek çok yazarın hayatında büyük yeri olan yarışmalar hakkında ne düşünüyorsun?
Ödülleri önemsiyorum. Çünkü çok kıymetli isimlerden oluşan bir jüri senin kitabınla ilgili fikrini ortaya koyuyor. Bu da yazar olarak nasıl algılandığını etkiliyor ve okunurluğunu artırıyor. Ama her ödülün de nazarımda yeri aynı değil. Sait Faik Hikâye Armağanı’nın bendeki yerini anlatmam bu açıdan çok güç. Bir başarı hikâyesinden çok, fazlasıyla manevi bir şey benim için. Çok istediğim bir şey oldu ben bu ödülü alınca. Kendimle ilişkim düzeldi. Bu kadar büyük bir etkisi oldu üzerimde. Öyle ki bu ödülü almakta benim için bir yazarlık ömrüne yetecek tatmin var. Başka bir şey olmasa da olur. 🙂
Okuma yazma yolculuğunda sana rehberlik eden, elinden tutan, sırtını sıvazlayan yazarlar kimler, başucu kitapların neler ve yazınını besleyen diğer kaynaklar neler? Bundan sonrası için planlarından bahseder misin bir de?
Bu soruyu cevaplamakta hep zorlanıyorum. Genel bir tarama yapmayayım ama en son okuduğum ve çok etkilendiğim birkaç ismi sayayım: Rachel Cusk, Annie Ernaux, Margit Schreiner, Lea Ypi ve Miray Çakıroğlu. Kadın yazarların yazdığı çıplak, süssüz, insanın yüzüne dan diye çarpan metinlere hayranım. Bu metinleri bir akıl yazmış olamaz dedim okuduğumda. Belki karnıyla yazmıştır yazan. Beyin değil çünkü işleyen, başka bir yer. Bu kadınların içinde o metinleri üreten başka bir merkez olmalı.
Yeni bir kitap var aklımda. Ne olduğunu bilmiyorum, bir kitap bile değil, bir dosya diyeyim. Aklımda bir aile var. Kırık, noksan bir aile. Onun ucunu bucağını hayal etmeye çalışıyorum. Aile yazmadan duramayan biriyim!


İlk yorum yapan olun