
Emre Ağanoğlu
Lauren Groff’un Arkadya’sının 2012’de yayımlanması kaderin cilvesi olsa gerek. O yıl, Mayaların öngördüğünün aksine, gezegene bir şey olmadı neyse ki; dünya üzerinde, besin zincirinin tepesinde ciddi bir değişim gerçekleşti ama. Akıllı telefonlar hayatın ortasına kurularak interneti, bilhassa da sosyal medya sitelerini avucumuzun içine bırakıverdi. İnsanlık temas etmenin, hissetmenin, baktığını sadece kendi gözleriyle, kendi hesabına görmenin miadı dolmuş gibi davranır oldu sonra; üye sayısı her geçen gün yükselen o mecralarda temas eder, hisseder gibi yapmaya, en kötüsü de, dramaturjisini bizzat üstlendikleri o performansları başka ekranlar hesabına sahneye koymaya başladı. O yıldan itibaren depresyon, kaygı bozukluğu oranları da göreni dehşete düşürecek denli yükseldi; Homo Ludens kılını kıpırdamadan beğenmeye, hakaret etmeye, gücenmeye, iç içe geçmiş evcil hayvan ve şiddet videolarından mürekkep, dibi gelmez kuyularda, dakika kısalığında saatler geçirmeye, herkese doğruyu, yanlışı işaret etmeye, dur durak bilmeden kendi fotoğrafını çekmeye başladı.
O dönemecin üzerinden on yıldan fazla zaman geçti tabii, yine de dönüp baktığımda, Arkadya evreni ile yukarıda değindiğim munis felaketin aynı düşlerden beslendiğini hatırlamak beni hâlâ ürpertiyor. Groff’un romanının ilk sayfalarında Bedensiz Zihin’in değil, Hassas Et’in dünyasındayız gerçi: 1960’ların sonunda, tam da hippie düşlerinin karaya oturacağı 1969 dönemecinde. Kitaba baktığımda, aklıma ilkin Drop City ile The Farm geliyor; o yıllarda kurulmuş bu iki komünün, 1978 doğumlu Amerikalı yazara ilham kaynağı olduğunu görmek zor değil: Groff’un New York Eyaleti’nin ücra bir köşesine kondurduğu tozpembe dünyası da, üzerine dönemin siyasi çalkantıları sıçramasın isteyen, toprakla iç içe yaşama hayalleri kuran bir grup çiçek çocuğun kurduğu pastoral bir evren. Her masalın bir kurucusu olması gerekir kuşkusuz; Arkadya’da o rolü Handy üstlenmiş –hem huzursuzlukları hem de başarısız müzisyenliği vesilesiyle, akla Charles Manson’ı getirmesi kaçınılmaz bir karakter. Romanın odağındaki Ridley ‘Bit’ Stone ise, ne yazık ki ayrıcalıklı. Arkadya’da doğan ilk bebektir Bit, komünün gelecek hayallerinin beden bulmuş hâlidir. Bu cümleyi dikkatsizce kurmuyorum, zira sahiden de Arkadya’nın idealizminin, hassasiyetinin alametifarikası niteliğindedir Bit. Bu dünyadaki ilk yıllarından itibaren kendisiyle baş başa kalmayı, başkalarının sessizliğine kulak kabartmayı seven bir yapısı var.

Hippie’lerin eylemsizliğinin onları yirminci yüzyılın yabancısı bir uzayzamanda yok etmesi kaçınılmazdı belki de. Çözülmenin başlangıcını işaretlemek güç olsa da, 1969’un belirleyici bir yıl olduğu malum: Bir tarafta Charles Manson cinayetleri, diğer tarafta The Rolling Stones’un Altamont konserinde işlenen cinayet, yine aynı yıl, Apollo 11’in Ay’a inmesinin beslediği iyimserliğin dahi iyileştiremeyeceği yaralar açtı hippie’lerin rüyasında. 70’lerin gelmesiyle, Kent State Üniversitesi Çatışmaları ve bilhassa da Vietnam Savaşı derken, Hunter S. Thompson’ın deyimiyle, hareketin edilgen enerjisinin Eski Güçler karşısında galip geleceği düşüncesi de tuzla buz oldu. Nitekim romanın ikinci bölümüne geldiğimizde, pastoral atmosfer yerini karmaşaya, hayatta kalma mücadelesine bırakmak üzeredir. Bit ergenlik çağında artık, bir yandan kendini, aşkı tanımaya çalışırken bir yandan da çocukluğunun dünyasının adım adım parçalanması, nefes alabileceği kovuklar keşfetmeye teşvik ediyor onu. O arayışları esnasında, annesinin depresyonları, babasının uzaklığı yetmezmiş gibi, Arkadya’yı bir arada tutan idealist sınırların kötüye kullanım karşısındaki savunmasızlığı da işini zorlaştıracak. Handy’nin kızı Helle’yle birlikte aşkı öğrenme süreci, onun ele avuca gelmez, tahmin edilemez davranışları neticesinde, bir arpa boyu yol kat edemeyeceği döngülere saplıyor onu. Handy’nin liderliğini adım adım baskıcılıkla buluşturması cabası; bir yanda Arkadya’ya yağan uyuşturucular, diğer tarafta yeni üyelerin özgürlükleri kendi çıkarlarına kullanmak istemesi de grubun dengesini bozacaktır. Çocukların doğanın özgürlüğünün yüreğinde oyunlar oynadığı, yetişkinlerin felsefi fikir alışverişleriyle insanın, hayatın gizlerine sokulduğu yıllar geride kalmıştır. Bit’in elinde, teselli diye, yeni merak sardığı fotoğrafçılık kalacak burada; merceğin arkasındaki o daracık karar anlarında çocukluğunu yakalamaya çalışırken, Groff da romanını üçüncü bölüme, ötesine taşıyacak leitmotife kavuşacak.
Amerikalı yazarın su, ışık, karanlık gibi ipince çerçevelerle yan yana dizdiği bölümlere bakarak, Bit’in hikâyesine kübist bir yaklaşımla aktardığını düşünmek mümkün. Sahiden de, bir fotoğrafçının hemen hemen eşit ebatta dört fotoğrafı olarak görülebilir bu roman; ne var ki Groff’un metnin anlamını parçalamayacağını, Arkadya’nın o büyük ölçekli idealizmini son sayfalarda, mütevazı seviyede onaylayacağını belirtmeliyim. Üçüncü bölüme geldiğimizde şu işaret ettiğim iyimserliğin bir hayli uzağındayız gerçi. Bit Arkadya’yı geride bırakmış, New York’a yerleşmiştir. Fotoğrafçılığa devam ederken bir yandan da üniversitede ders vermektedir ya, babasının tekerlekli sandalyeye mahkûm olması, Helle’nin uyuşturucu bağımlılığında kendini yok etmeyi seçmesi düpedüz sudan çıkmış balığa çevirmiştir onu.
Bu sürecin şaşırtıcı bir tarafı olmadığını öne sürebilirim. 60’ların sonundaki o iyimser havanın bireysel zalimliklere, kaçınılmaz yıkıma bir örtü olarak da kullanıldığını görmek isteyen, en azından Joan Didion’ın The White Album’üne göz atabilir ya, bu metin çerçevesinde, sıra 1973 Petrol Krizi’ne geldiğinde hippie’lerin ideallerinden geriye, kaldıysa, kuşkusuz iyi niyetli olsa da, çekirdeği itibarıyla tarikatlardan pek de ayrı düşünemediğim komünler kaldığına dikkat çekmeliyim –metnin başında ikisini andım. Bir kısım hippie ise, hayallerini gerçekleştirmenin yolunun geleceği şimdiki zamanla buluşturmaktan geçtiğine varmış, kişisel bilgisayarların temelini atmaya başlamıştı, hippie’lerin bir karış uzağında, ismiyle müsemma Silikon Vadisi’nde. Algının kapılarının ötesindeki dünya toprakta değil, olsa olsa bilgisayar devrelerinde yeşerebilirdi onlara göre.

Romanın üçüncü bölümünde, Bit fotoğraflar vasıtasıyla geçmişini bugününe taşımaya çalışırken, bilgisayarların gerçekliğin üretilmesi üzerinde söz sahibi olmaya başladığını gözden kaçırmamış Groff. Romanın son bölümüne geldiğimizde, bugün geçmişte kalmış bir yakın geleceğe uzandığında iş işten geçmiş olacak ama. O sayfalarda ütopik Arkadya’nın karşı kefesinde, felaketin eşiğindeki distopik bir dünyadayız. Bit baba olmuştur ve kızını tek başına büyütmektedir. Groff’un onu Arkadya’yla son bir kez daha buluşturacağı tahmin edilebilir; fakat Bit’in iki zorunluluk arasında, hasret gidermek ile geleceğe uzanmak arasında, ne hissettiğini göremez hâlde olması, romanı son bir gerilimle besliyor.
Arkadya sakinlerinin, daha geniş bir çerçeveyle çiçek çocukların idealizminin bu yakasındaki, sosyal medya dediğimiz dev komünlerde insanlar yalnızlaşırken alacalı persona’ların serpilmesi karşısında, olsa olsa tüylerimin diken diken olması hakkını kullanabilirim. Sosyal medya sitelerinin kurucularına, yöneticilerine –Mark Zuckerberg, Jack Dorsey, Evan Spiegel, diğerleri– dudak uçuklatacak servetler kazandıran patikada ilk adımları atanların, –Steve Jobs, Steve Wozniak, Stewart Brand, Douglas Engelbart, diğerleri– teknolojinin de gerçekliğin vesayeti üzerinde pekâlâ kimyasallar kadar hak sahibi olabileceği fikrinden yola çıktığını unutmuyorum ama. Hayır, onların kurduğu temassız dünyada, Groff’un duygulardan mürekkep bir ip üzerinde ilerlemesinin eksiksiz bir düşünce evreni kurma maksadının ürünü olduğunu düşünüyor değilim. Bir ayağı Vergilius’un Çoban Türküleri’ne, bir ayağı Samuel Butler’ın Erewhon’una dayanan romanının bedeni, duyguları el üstünde tutan 60’ların tarafında yer alması, bana kalırsa asıl bir ağıt hâline getiriyor Bit’in hikâyesini. Ağıt, zira gezegenin geleceğine birilerinin çoktan karar verdiğine şüphe yok –birkaç satır önce sıraladığım isimlerin gülümsemelerini eksik etmemelerinden anlıyorum bunu.