
Aynur Kulak
Çağdaş edebiyatımız içerisinde sadece şair-yazar olarak değil yayın dünyamız adına da büyük katkıları olan Ali Ayçil ilk romanı Karşı Roman’da aynı zamanda “karşı tarih” felsefesini de masaya yatırıyor. “Bütüne değil de parçaya, majör olana değil de minör olana duyduğum ilgi ve odaklanma muhtemelen tabiatımdan kaynaklanıyor,” diyen Ali Ayçil sözlerine şöyle devam ediyor; “Edebiyatı yazar merkezli değil metin merkezli bir etki/etkinlik alanı olarak görmeye devam ediyorum.” Ali Ayçil ile Aynur Kulak’ın gerçekleştirdiği kapsamlı söyleşi için buyurun lütfen.
Cağaloğlu’nda 25, dergicilikte 20 yılınızı geçiren bir şair, yazar ve editör olarak mütevazılığınızı, yavaşlığı, sessizliği, bir nevi gizli özneliği tercih edişinizi konuşarak başlatmak istiyorum sohbetimizi. Edebiyatla kurduğunuz bağa baktığımda bu mütevazılığın, gizli öznelik hâlinin edebiyat içre olduğunu da düşünmüyorum değil…
Artık bir Cağaloğlu kalmadı. Bir kültür ve yaşam bölgesi adım adım oteller semtine dönüştü ya da dönüştürüldü. Bir mekânın başına gelebilecek en büyük felaket müzeleşmesidir, Cağaloğlu da müzeleşme sürecini tamamlamak üzere. Bu Babıali yokuşunun tenhalaşmasıyla başlayan ve evre evre ilerleyen bir hikâye. Gazetelerin, yayıncıların, matbaacıların, kitapçıların, kırtasiyecilerin ve bunlara eklemli bir dizi iş kolunun bölgeden çekilmesiyle başka bir yere dönüştü artık orası. Kültürün derin bölgesi turizme tahsis edildi. Orada hem yayıncılarla çalışırken hem de dergicilik yaparken pek çok deneyim kazanıyorsunuz, sayısız hatıranız oluşuyor. Bambaşka bir dünyadır. Ellerinde dosyalarıyla kapıları aşındıran edebiyat insanları, kitap balyaları, bir araya gelip sohbet etmeler vs. Sonuçta bir edebi muhit söz konusuydu, o da dağıldı. Orada bir metnin kitaba dönüşmeden önceki süreçle de içli dışlı oluyorsunuz. Okurun ne olup bittiğini bilmediği bir kulis, en önemlisi insanı terbiye eden bir ortam.
Bir gizli özne miyim gerçekten? Yakın çevrem, belli bir okur cemaati için öyle olduğunu söyleyemem. Ama metinlerimin önüne geçmekten de, kitap kapağında ismimin büyük yazılmasından da uzak durdum daima. Edebiyatı yazar merkezli değil metin merkezli bir etki/etkinlik alanı olarak görmeye devam ediyorum. Sosyal medya etkin bir biçimde hayatımıza girdiği ve yönlendirdiği için, sıkça yazar merkezli etki/etkinlik metnin gücü olarak anlaşılabiliyor. Bu geçici bir alevdir. Yazar geri çekildiğinde metnin etkisi de sönümlenir.

Metinlerinize baktığımızda makrodan ziyade mikro olana odaklandığınızı, minimal yazmayı daha çok sevdiğinizi görüyoruz. Hem bir şair olarak mikro anlatıyı düzyazıya taşımanızı konuşarak devam etmek hem de bir yandan bu durumun riskli olup olmadığına dair düşüncelerinizi merak ediyorum.
Edebiyatın farklı türleri arasında kanalları açık tutarak yazmanın riskleri var. Sonuçta şiir ve düzyazı birbirinden farklı türler. Açıkçası ben kendimi bu bağlamda Tanpınargillerden biri olarak görüyorum. Farklı disiplinlerde yazmak, bir heves ve deneyim olarak değil de kendiliğinden gelişti. Merkezinde şiir olan bir yazı evreni diyelim. Doğaldır ki şiir, bir biçimde düz yazı metinlerin ritmini, söyleyişini, imalar düzenini de besledi. Denemelerimde, pekâlâ şiire dönüşebilecek pek çok dize de vardır ama disiplinler arası bir kavşakta bundan kaçınmak mümkün değil. Bütüne değil de parçaya, majör olana değil de minör olana duyduğum ilgi ve odaklanma muhtemelen tabiatımdan kaynaklanıyor. Beni şiire iten de şeylerin bütün içindeki yeri. Bu yer, dilin, toplumun ve siyasal yapının bütünü kutsadığı durumlarda hüzünlü bir görünüm de içerir. Bütünün kudreti, parçanın bilincini zedeler. Kuşkusuz burada bir “parça olma bilinci”den söz ediyoruz. Böyle bir bilinç yoksa, öznenin ve şeylerin özgül ağırlığı bütün tarafından zaten emilmiş demektir. Modern şiir de büyük oranda “parça bilinci”nin eseridir; şeylerin dünyasına tutulan bir ışık ya da şeylerin ışığından bir derlemedir. Tarihle şiir arasındaki keskin sınır da buradadır. Biri bütünün öteki parçanın dilini inşa eder. Ben minör anlatıyı, bu anlatı artık üslubumun bir parçası olduğu için şiirden romana, kalem oynattığım bütün metinlerde kullandım. Özellikle denemelerde bu anlatı, kendini fark etmek isteyen insanlara yakın geldi. Sıkça, “bunu ben de hep böyle hissediyor ama anlatamıyordum” türünden tepkiler verdiler. Nihayetinde, bir kadının masasının üstündeki saksıya, solan bir çiçeğin yerini solacak bir çiçekle değiştirmesinden bahsediyordum ve kadınlar mesela buradaki zaman yorgunluğunun, yitip gidenin, solmakta olanın hemen farkına varıyorlardı. Edebiyat bir anlamda bu anların fotoğraflanmasına ve anlaşılmadığını düşünenlerin o fotoğrafı bir başkasına okutmasına/göstermesine de yarar.
Harekete geçme düşüncesi, harekete geçme hâli, yani hareketin kendisi -ufak bir kıpırtı da olabilir bu, bir koşu da- sizin imge dünyanızın mıknatıs etkisini oluşturuyor sanki. Bu hareketi, bu mıknatıs etkisini başlatan imgelerin neler olduğunu merak ediyorum.
Ben zihinsel planlardan çok yaşamsal durumlara odaklanan birisiyim. Günlük hayat içinde pek çok an ya da sahne beni bir metne itebilir. Bu bağlamda söylediklerinize katılıyorum; hareket merkezim hayat. Sadece insanların ya da diğer canlıların dünyası değil “şeylerin dünyası” da fazlasıyla konuşkandır. Akşam anahtarı çevirip eve girdiğinizde, eğer dikkat ederseniz kapı arkasına öylesine bırakıp çıktığınız terlikler sizinle bir şey konuşur. Kalemlikte bir süreliğine elinizi sürmediğiniz kalem de öyle. Bütün bunların insanla temasla parıldayan, cana gelen bir yanları vardır. Aramızdaki soğukluk eşyayı bitkin düşürür, yaşlandırır. Bence eşyaya bu odaklanma ve böylesi anlamlar yükleme de bütünü değil parçayı tercih etmenin, ona yoğunlaşmanın bir bereketi. Bergman’nın cümlesini hatırlatayım: “Bana her şey bir işaretmiş gibi gözükür.” Dokunaklı baktığınızda yeryüzü üstündeki nesnelerin nabzı atar ve çıplak gözle çıplak nesne arasında başka türden bir doğaçlama başlar. Yunus’un sarı bir çiçeğe “annen baban var mıdır?” sorusu böyle bir doğaçlamadır. Yunustan ilhamla şöyle şeyler de söylenebilir; parçaya odaklanma insanı zalimliklerden uzak tutar, şeylerin konumu ve hakkını korumak bir yaşam ödevi haline gelir.
Sizi besleyen ve dolayısıyla tetikleyen en önemli unsur şiir mi, öyküler mi, hikâyeler mi, günlük hayatta birisinin size anlattığı herhangi bir şey mi? Bu unsurları veya anları ne kadar süre demlemeye bırakıyorsunuz? Karşı Roman’ın demlenme süresi ne kadar sürdü mesela?
Belki biraz tuhaf olacak ama bana her şey kendi biçimiyle geliyor. Şiir şiir olarak, deneme deneme olarak. Gelenin ne olduğuna dair hemen hiç tereddüde düşmedim. Şiir ve denemede hemen masaya oturmak gerekir bunların kuşları pek uçarıdır, geldikleri gibi gidebilirler. Oysa uzun metinlerde iyi kötü millerin birikmesi, bir zemin oluşması gerekiyor. Bu ölçülebilecek bir süre de değil doğal olarak. Pek çok tetikleyici neden sizi metne çekebilir ve pek çok tetikleyici neden de kurusıkı çıkabilir. Yazıya oturup bir süre yol almadıkça bunu çözmek de zordur. Ama hikâye ya da roman gibi metinlerde yol sadece yazarın çabasıyla ilerlemez, garip bir biçim de metnin ilk parçaları da yürüme arzusuna eşlik etmeliler. Bence en iyi metinler, başından itibaren yazarla birlikte yürümeye gönüllü, hevesli metinlerdir. Bu tür metinlerin yazarları da şanslıdır çünkü metinden yardım görmüşlerdir. Karşı Roman’ın demlenme süreci belki bizzat yazarın yaşamı ve deneyimleridir. Bu bir romana dökülmek için tasarlanmış da değil, hayatın doğallığı içinde birikmiş şeyler.
Karşı Roman, “Birden yürümeye karar verdim.” cümlesiyle başlıyor. Aniden başlayan yürümeyi tetikleyenin anlatıcının penceresinin karşısında yer alan çiçek açmış erik ağacı olduğunu biliyoruz. Anlatmak isterseniz eğer, erik ağacı imgesinin orada boşuna olduğunu düşünmüyorum ama asıl olarak şunu sormak istiyorum; bu hikâyeyi yazma fikriyle, masanızın başına oturma süresi ne kadar sürdü?
Aslında metinlerin ortaya çıkma süreci yazardan yazara değişebilir. Bazı kalemler kasılma anlarında daha verimli hale gelebiliyor, ben genellikle gevşeme dönemlerimde daha rahat ilerleyebiliyorum. Karşı Roman’a editörlük işini bıraktığım, üstümdeki yükleri attığım ve rahatladığım bir aralıkta başladım. Belki o çiçek açmış erik ağacı böyle bir rahatlama anının bir iması olarak da düşünülebilir. Bir başlama işareti sanki ve güzel de bir işaret. Sonradan anlatılacaklarla da pek bir ilgisi bulunmuyor. Hatta sonradan anlatılacaklarla ters bir yerde duruyor. Kitaba başladığım andan son noktayı koyduğum ana kadar da anlatma rahatlığım devam etti. Hemen hiç ara vermeden başladım ve bitirdim. Üzerinden geçmek için okuduğumda üzerinden geçilecek çok da bir şey olmadığını gördüm. Editörüm sevgili Duygu Çayırcıoğlu’nun haklı birkaç isteği dışında metin çıktığı gibi yayımlandı denebilir. Öyle bir çırpıda yazılmış olmasa bu katmanlı metin muhtemelen ya ortaya çıkmazdı ya da pek çok hasar bölgesi, okur tarafından fark edilecek kırık yerleri olabilirdi. Tam da sizin düşündüğünüz gibi, uzun zamana yayılmadan yazılmış bir kitap bu. Ama Otomatik Portakal gibi daracık bir süre de değil tabi.
Romanın ilk iki sayfası çok etkili ve sonrası da bu etkiyi arkasına alıp devam ediyor. Anlatıcı bir “Savunma”dan bahsediyor ve “Buna mecbursun.” diyor kendine hitap ederek, “Buna mecburum.” diye de yineliyor. Şiir, deneme ve hikâyelerinizde şimdiye kadar benzer leitmotifler kullanmış olabilirsiniz, fakat Karşı Roman için odak noktanız, meseleniz neydi?
Karşı Roman, hem biçim hem de içerik olarak Mehmet Manas isimli bir karamanın yaşamdaki dağınık ve değersiz noktalarını bir araya getirme ve onlara artık bir büyük nokta koyma isteğinin bir ürünüdür. Onu değersiz yapan ve karşıya iten tarihin, egemen dilin kendisidir. Bu bağlamda bir Mehmet Manas’tan değil, tarih tarafından yutulmuş sayısız Mehmet Manas’tan da bahsediyoruz. Kesin bir biçimde bir felsefesi var Mehmet Manas’ın. Dilin ve tarihin işleyişine dair bir felsefeye sahip. Neye niçin karşı çıktığını biliyor; bu hem güdüsel hem zihinsel bir karşı çıkış. Sürekli tekrarlar ise bence savunmadan vazgeçme ya da onun yarıda kalma ihtimaline karşı bir önlem. Bir sinir eğitimi ya da zincirin her bir halkasının aynı malzemeyle lehimlenmesi olarak görülebilir. Böyle bakıldığında tekrarların metinsel olmaktan çok ruhsal ve sinirsel bir zorunluluktan kaynaklandığı da düşünülebilir. Donmak üzere olan insanların sürekli konuşturulması istenir; burada Manas, bir donmaya doğru giderken sürekli konuşma işini kendi kendine telkin ediyor gibidir. Donmadan ya da anaforun dip noktasına varmadan önce yapılacakların/söyleneceklerin mühleti için bu tekrarlara ihtiyaç duymuş da olabilir. Söyleneceklerden kastım kahramanın hazırlamakta olduğu savunma. Metin boyunca onu hep bir savunmanın hazırlığı içinde görürüz metin de zaten bu hazırlığın müsveddelerinden ibarettir. Bu açık bir biçimde “karşı tarih”in ve onun yaşamdaki somut hâli olan “karşı roman”ın savunmasıdır.
Romanın ismi neden Karşı Roman? Hikâye tam da niteleyenle, nitelenenlerin anlatıldığı, yan yana veya karşılıklı duruşlarının bahsiyle genişleyen bir roman düşüncesi mi diye sorsam, ne söylemek istersiniz?
Bir önceki soruya verdiğim cevaptan devam edersek, “Karşı Roman” “karşı tarih”in felsefi bir durum olarak ele alınabileceği yaşamsal referans bölgesi. Ama aynı zamanda romanın tarihine ve egemen anlatıcıya da bir gönderme var. Başarısı ne ölçüde olursa olsun büyük romanların neredeyse tamamı tanrıcı bir dille konuşurlar ve “büyük bütünü” inşa etme eğilimindedirler. Büyük bütün, evrenin yeniden tasarlanma ve mimarileştirilme işidir. Yazar doğal olarak tanrıyı oynar, onu taklit eder vs. Karşı Roman belki bir antiroman olarak “büyük bütün”ün karşısına “büyük parça”yı koyuyor. Öznenin, kulun, noktasal olanın görünürlüğünü artırmaya çalışıyor. Parçanın parlaması da kelebek gibidir ama, birden deliler gibi döner ve enerjisi bitince de yok olur. Mehmet Manas gibi. Metin parçanın geçici alevlenmesini kalıcı hale getirmek gibi görev üstleniyor belki. Kitapta bu durumun berraklaşması için sürekli karşıtlıklar üzerinden işleyen bir düzen var.
Birden yürünmeye karar verilen çıkış noktası, “Savunmanın ve savunmanın savunmasının nihai amacının gerçekleşmesini, bir tek nokta haline gelmesini istiyorum.” cümlesi ile noktalanıyor. Simülasyonun simülasyonu gibi bir şeyi düşündürdü bana bu durum.
Savunma ve savunmanın savunulmasının Baudrillard’ın tarif ettiği simülasyonla bir ilgisi yok bence. Burada yalın bir biçimde bir savunmanın teknik olarak hazırlanması ve onun savunulması kastediliyor. Aslında her şey iç içe ve kabul etmek gerekir ki biraz da karmaşık. Mehmet Manas bir savunma hazırlamak için yürümeye başlıyor, onu yürümekten nefret ettiği halde yürümeye iten bu. Savunmayı herhangi merci ya da makama sunmak için yaptığına dair bir kanıt yok metinde. Sadece bir savunma yürüyüşü yapıyor ve bütün güzergâhları boyunca buna odaklanıyor. Kimseye sunulmayacak, kimseden bir hak talep edilmeyecek bir savunma insanlara garip gelebilir tabi. Ama bu savunmanın nihayetinde bir karşı romanla iç içe inşa edildiğini düşünürsek, burada metinsel bir doküman ortaya konulmaya çalışıldığını ve savunmanın sunulduğu makamın da okur olduğunu varsayabiliriz. Öyleyse tarihe karşı ve karşı tarihin içindeki herkes için yapılan bir savunma bu. Bir anlamda parçalardan biri diğer bütün parçaların temsiliyetini yüklenmiş durumda. Ama yürüyüş boyunca anlatıcıyla anlatı arasındaki aralık adım adım daralıyor ve sonunda ikisi arasında bir mesafe kalmıyor. Bu girdabın sıfır noktasıdır ve bir infilakın kaçınılmaz olduğu yerdir. Kitabın spiral bir mimariyle inşa edildiğini ve düzenli bir çevirimle sıfır noktasına gelindiğini akıldan çıkarmamak lazım.

Karşı Roman anlatısı olmakla beraber bir de Karşı Tarih anlatısı da mevzu bahis. Nereden bakmak istediniz bu karşı tarih oluşumuna? Kişilerden tutalım da, sınıflar, gruplar, inanç, toplumsal yapı hikâyeyi kendi kulvarına göre değiştirirken Karşı Tarih, Karşı Roman’ın içinde nasıl bir zeminde filizlendi?
Benim “karşı tarih”e ilgim bu romanla başlamadı. Yaklaşık on yıl önce “Karşı Tarih” ismini verdiğim bir şiir yayımladım ki bu şiir son şiir kitabım Bir Japon Nasıl Ölürde yer alıyor. Orada “Ben bu hallerimi Benjamin’e de danışırım” diye bir dize var, burada bahsedilen kişi Walter Benjamin. Burada kuşku yok ki güçlü bir biçimde sınıfsal bir ima var. Kısacası bu metne başlarken hiç değilse zihinsel olarak “karşı tarih” hakkında bir hazırlığım zaten vardı. Karşı tarih pek çok durum gibi hem somut hem de felsefi bir durumdur. Onun felsefi yanının dil bilimsiz çok da anlaşılabileceğini zannetmiyorum. Bütün insan kaynaklı mekanizmalar dil olarak yapılanmıştır, tarihi yapılandıran bir dil vardır karşı tarihi yapılandıran bir başka dil. Bu bakımdan karşı tarihin diliyle modern şiirin dili güçlü bir biçimde akrabadırlar. Ayrıca tarih üzerine çok şey söylenebilir; o kılıktan kılığa giren bir şeydir. Ama din, ırk ya da başka bir kılıkta görünse de bence onun özünü mülkiyet oluşturur. Karşı tarih bilincinin sağlamlığını belirleyen de budur. Dil yapılanması ve mülkiyetin merkezi rolü cepheye yerleştirilmeden “karşı tarih” yapılamaz. Tabi bu felsefi bir roman değil ve bütün bu düşünceler de felsefi bağlamları içinde ele alınmıyor. Yorum okurun izanına kalmış artık.
Karakterleri konuşmak istiyorum. Minör bir kahraman hikâyesi denmiş mesele. Nedir minör kahraman? Bana pek minör bir kahramanla karşı karşıyaymışız gibi gelmedi. Aksine ne söylediğini, nereye yürüdüğünü çok iyi bilen, çağıldıyan bir karakter…
Bir an Oblomov’u, Rakolnikov’u ya da Bardamu’yu düşünelim. Aslında hepsi bir bakıma minör kahramanlar. Ama yazar onlara fazla yatırım yapar ve metnin kurumu hâline getirir. Mehmet Manas metnin kurumu değil, taşıyıcı adeta ve majör kahramanlarda olduğu gibi büyük bir yapının kilit taşı değil. Burada “minör” sözcüğünü küçük olarak değil de iddiasız olarak algılamak belki daha doğru. Çünkü minör olanın dünyası da alabildiğine büyük ve karmaşıktır. Tanrı parçacığı üzerine yapılan deneyleri düşünün. O en küçüğe ulaşılmaya çalışılıyor çünkü en büyük enerji onda saklı. Burada atomun ve noktanın gücünden bahsediyoruz. Ama insanlar dünyasında bir kahramanın “minör bir kahraman”a dönüşebilmesi için sınırlarını belirlemesi ve bireylik gücünü keşfetmesi gerekiyor. Hükümdar değil, general ya da ceo da değil. Ama sürü de değil. Mehmet Manas’ın minör kahramanlığına bu açıdan yaklaşmak daha doğru olur gibime geliyor. Konum bilinci, sınır bilinci, görev ya da hak bilinci sıradan insana zihinsel ve ahlaki bir statü kazandırır.
Berna karakteri odağa alınarak bir aşk ve sevgi ilişkisinden de söz ediliyor. Saplantılı, biraz yumuşatırsak, platonik bir aşk mı bu? Aşktan, devrime nasıl inanılıyorsa öyle inanılan bu yüzden asla gerçekleşemeyecek bir şey olarak bahsedilmiş sanki.
Ben Berna – Mehmet Manas ilişkisini aşırı ideal ve yaşantıya dökülemez bir ilişki olarak görmüyorum. Bazı aşıklar ve sevgililer hiç değilse yaşamlarının bir döneminde böyle bir atmosfer yakalamışlardır. Ruhsal ve zihinsel olarak birbiriyle uyumlu insanların ilişkilerine özgü bir dilleri vardır. Birbirleriyle konuşmaktan keyif alırlar. Ama Berna’nın bir “boşanma avukatı” olduğunu da akıldan çıkarmamak gerekiyor. Bir boşanma avukatı, yürümeyen ilişkilerle hatta yürümeyen ilişkilerin cürümleriyle ilgilidir. Öyle zannediyorum ki erkek ve kadın da bilinçli ya da bilinçsiz, sürekli birbirine karşı konumlandırılıyor ve bu daha baştan bir çatışma bölgesi olarak işaretleniyor. Berna – Mehmet Manas ilişkisine sayısız ilişki biçimi içinde ender olanlardan biri olarak bakılabilir. Ama bu ilişkiyi platonik bulan bir okura da itiraz edemem.
İstanbul’dayız, karakterle birlikte şehrin içinde yürüyoruz, metroyu, otobüsleri kullanıyoruz. Düşünceleri şehirle birlikte dağıtıyor, toparlıyor, sağaltıyor, bilindik adresleri ilk defa görmüş gibi keşfediyoruz. Karakterin zihninin içinde olduğumuz anlar bu anlar. Şehir hikâyeye neler kattı, siz tam da şehrin hikâye içerisinde bu katmanları mı yakalamasını istediniz?
Hafıza ile mekân arasında çok güçlü bir ilişki var. Karşı Romanda da bu ilişki olabildiğince vurgulu bir hale getirilmiş. Bu aslında bir İstanbul romanı. Metinde Huzur romanına yapılan bir gönderme de var. Şehir, kahramanın hatırlama sürecinde bir rol alıyor; yollar, binalar, parklar ona yardımcı oluyor adeta. Ama göçlerle toplaşılan İstanbul’un bir sinopsisi gibi, kahramanın başka bir zamanın taşrasından çağırdığı hatıralara da ev sahipliği yapıyor İstanbul. Bu şehir böyledir zaten; her yaz Anadolu’ya çıkılan yolculuklarıyla, köy dernekleriyle, kenar mahallelerde hala kullanılan mahalli şiveleriyle ve çok kültürlü düzeniyle sayısız çağrışıma açık bir yerden bahsediyoruz. Hatırlamanın ve bir mekân olarak İstanbul’un katmanları iç içe geçiyor. Nihayet bir son mekân olarak “metro istasyonu” merkeze çekiliyor. Metro ve metro istasyonu sıradan bir tercih değil. Yeni kentin enerji merkezlerinden biri belki de en önemlisi. Savunmanın nihayetlendiği yer de orası.
Hâlihazırda yeni çalışmalarınız var mı?
Evet elimde Yazı Üzerine Bir Konuşma isimli bitmiş bir dosya var. Kurmaca değil. Yazı ve yazın çerçevesinde kaleme alınmış parçalı metinlerden oluşuyor. Yayın sırasını bekliyor şimdilik.