.

Sekiz Yaşında Bir Mucize: Hüseyin Rahmi Gürpınar

Hüseyin Rahmi Gürpınar

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın sekiz yaşındaki Malik ile yaptığı söyleşi.

Sekiz yaşında ama kendinden büyüklerini suya götürür getirir. Benim birkaç yanlışımı yakaladı. Ondan bazı şeyler öğrendiğimin itirafını da ihtiyarlığımın ‘vanite’sine [kibir] mani bulmuyordum. Gülmeyiniz. İnanınız. 

“Amca öyle değil,” hitabıyla yüzüme dik baktı mı, o mini mini ağızdan alacağım dersi dikkatle dinlerim.

Yaşamının sekiz yılı içinde o, büyük bir adam sergüzeşti geçirmiş, kaderi onu şimdiden olgunlaştırmıştır.

Babası askerî kaymakam mütekaidi merhum Hüseyin Hilmi Bey altmış yıllık arkadaşımdı. Bu orta akıllı adamdan zekâ tevarüsüyle dünyaya böyle küçük bir ‘fenomen’ geleceği hiç umulmazdı. Hüseyin gençliğinden beri üç defa evlendi, ayrıldı. Yetmişinde iken dördüncü olarak otuz beşinde bir kadın aldı. Teehhülünün dokuzuncu ayında öldü. Anasının karnında yetim kalan çocuk bu vefattan otuz iki gün sonra dünyaya geldi. Baba oğul birbirini göremediler.

Malik Hüseyin, bu yavrucuk daha bebek iken zekâ lemaları [ışıltıları] saçıyordu. Bir yaşında konuşmaya başladı. Buva, mama, atta diyen çocuk diliyle değil her şeye doğrudan doğruya asıl adını vererek selis söylüyordu. 

O yaşta temizliğe gösterdiği itinasıyla anasını hayretlere düşürüyordu. Anasının delaletiyle dört yaşında harfleri tanıyor, imzasını atıyordu. Bu küçük ‘prodige’ [mucize], mahallede zekâsıyla şöhret aldı. Şen sözleriyle herkese kendini sevdiriyordu.

Önce ana mektebe sonra ilk okula verildi.

Sınıfının birincisidir. Göğsünü şişirerek “Ben okulun en çalışkan talebesiyim,” deyişi vardır. Her yerden ve her oyundan ziyade okulunu seviyor. Bir pazar günü annesine ille ben mektebe gideceğim diye tutturmuş.

“Oğlum bugün pazar, mektep kapalı,” cevabını alınca “Anahtarını buldurt, açtırt efendim,” demiş.

Bu sene aldığı notların karnesini okuyordum.

Her dersten pek iyi, pek iyi, pek iyi, pek iyi. Hasılı hep pek iyi. 

Öğretmen ona “Çocuğum senin zekân bu notlardan yüksektir. Ne yapayım, daha kuvvetli bir takdir notu bilmiyorum ki vereyim,” demiş.

Hamid devrinde Yemen’e sürülerek bütün hayatı mağduriyetler, kahırlar içinde geçen babası ömrünün bu son meyvesini görmekle belki dünya lezzetinden bir nebzecik tatmış olacaktı.

O babasının simasını ancak fotoğrafında seyredebiliyor. Dikkatle bakarak bana dönüyor, “Babam yakışıklı adammış değil mi amca?” diyor.

Mukavvayı hürmetle öpüp başına koyuyor.

Ben içimden Yaşından taşkın zekâsıyla seni iftiharlandıracak bu harikanın babası… Neredesin? diye heyecanlanıyordum.

***

Sabahleyin gözlerini açar açmaz hemencecik kurşunkaleme, kâğıt, defter, kitaplara sarılır. Çabuk beller, yıl geçer, bellediğini hiç unutmaz. Ne yapayım ki mektep dersleri bu zekâ kaynağını doyurmaya, tatmine kâfi gelmiyor. Toprağı çok verimli bir tarla gibi rüzgâr oraya ne tohum atarsa filizleniyor. Akay vapur tarifesi onun ezberinde gibidir. Bu tarifeleri benden kolay, benden çabuk okur.

Sorunuz, filan saatte köprüden kalkan vapur nerelere uğrar, söylesin. Haydarpaşa’dan Pendik’e kadar ve Boğaziçi’nin iki keçeli [sıralı] iskelelerini yanılmadan sayar.

Radyoyu bütün güftesi, temposu, tonalitesiyle tıpkı tıpkısına ondan dinleyiniz. Okulda müzikten de yüksek not alıyor. Ben bu körpe dimağın böyle abur cuburla yorulduğunu hiç istemiyorum ama durdurmak kabil değil ki… Neler biliyor, neler biliyor burada saymakla bitmez.

***

Konuşuyoruz.

“Malik seni muayene ettirtmek için en büyük doktorumuzun huzuruna çıkaracağım.”

“Adı ne?”

“Mazhar Osman.”

“Ne yapacak doktor bana?”

“Senin zekânı ölçecek. Bakalım kaç gram aklın var.”

Düşündü. Sonra endişelice bir başla sordu.

“Aklım az görünürse sonra ben utanmaz mıyım amca?”

“Yavrucuğum ben senin aklının azlığından değil, çokluğundan korkuyorum.”

***

Annesi hamile zamanında kendini bir doktora göstermiş. Muayene neticesinde şu cevabı almış.

“Bayan, gelecek yolcunun bir küçük bey olacağını kuvvetle tahmin ediyorum. Fakat bu keşfimin hilafına gele gele bir küçük hanım zuhur ederse beni yalancı çıkarmış olur.”

Malik dikkatle annesini dinliyor. O sözünü bitirince güle güle kendisi başlıyor.

“Amca işte ben geldim. Sayın doktoru yalancı çıkarır mıyım hiç?”

***

Elinde Yavru Türk çocuk gazetesi var. Sözüme inanmayacağınızdan korkuyorum. Bilmeceyi bir kere okudu, yarım dakika düşündü. Sevinçle elini kaldırdı.

Haykırmaya başladı.

“Bildim, bildim. Otomobil… Otomobil!”

Bu bilgisinin neşesiyle başını arkaya dayadı.

Güldü, güldü. Kaynaya kaynaya güldü. Bu fıkırtılarının arasından soruyordu.

“Şimdi ben ne hediye alacağım?”

Sorgusuna gene kendi cevap vererek “Belki bir şişe kolonya,” dedi.

Kolonyayı alınca nasıl sürüneceğini, ellerinin tarifiyle gösteriyordu.

Onu bu sene Galatasaray Lisesi preparatoire [hazırlık] sınıfına kaydettirmek niyetindeyiz. 

Bu söz olurken soruyorum.

“Malik annenden nasıl ayrılacaksın?”

Biraz hüzünlü bakışla düşünüyor. Kararının katiyetini bildirir bir baş sallayışla cevap veriyor.

“Ayrılırım. Çünkü öyle lazımdır.”

“Mektepte ne yapacaksın?”

“İlk günü biraz sıkılacağım ama bu sıkıntı bir gün sürer. Arkadaşlara çabuk alışırım.”

Burada tekrarladığım sözlerini aynıyla ve harfiyen ağzından çıktığı gibi kaydediyorum.

Konuşurken yüzünü görmeseniz muhatabınızın bir çocuk olduğunu pek fark edemezsiniz. Sözleri yaşıyla gayri mütenasip bir olgunluktadır. Anası iftihar edecek yerde oğlunun bu ‘precoce’ [erken gelişmiş] zekâsından şikâyetçidir. “Çok yerde o söylerken yüzüme bakıyorlar. Öğrettiğimi sanıyorlar. Utanıyorum,” diyor.

Bu Türk ‘prodige’inin istikbalinden çok şeyler umuyorum.

Hikâye okumaya, dinlemeye bayılır.

Gece ilerledikçe gözleri süzülmeye başlar.

Sorarım.

“Malik uykun geldi.”

“Hayır amca… Bir hikâye daha söylerseniz vallahi uyumam.”

Acıklı, ölümlü hikâyeleri sevmez. Neşe onun yaratılış karakteridir, güler, güldürür. Neşe dağıtır, neşe toplar. Akşam yemeğinden sonra onu şevke getiririm.

“Haydi Malik bekliyorum.”

Davetim üzerine bu canlı radyo başlar.

Ayaklar tam ritim ‘rythme’ ile tepinir. Eller masa üzerinde trampete çalar, ağız “Yavrum Hey!” türküsünü haykırır. Ev neşe ile dolar. Biihtiyar ben de vücudumla temponun havasına tutulurum. 

Zaten ne farkımız var ki? Sekizin önüne sıfırı koyunuz. Hayatın ilk ve son yaşlarında birleşmiş oluruz. 

Tabiat ona da bu uzun rüyayı gördürürse seksen yılın ebediyette seksen saniye bile tutmadığını o da anlar.

Cumhuriyet, 6 Aralık 1938.

Bu yazıyı bize ileten Serdar Soydan’a çok teşekkür ederiz.