.

Kurduğumuz ve Kuramadığımız İlişkilerin Öyküleri

Pınar ılkız- oyku

Ali Bulunmaz

Sokaklar, evler, insanlar ve hayat hikâyeler taşıyor. Bizi hikâyelerin bazen öznesi bazen anlatıcısı hâline getiriyor bu akış. Hikâyeler bazen başkalarıyla karşılaşmalardan doğuyor bazen başkalarıyla karşılaşmalarımızı anlatıyor. Sokaklarda, evlerde ve hayatın her ânında… Hikâyelerin özneleri kimi zaman kurmaca karakterler oluyor kimi zaman ise yaşamın bir köşesine ilişenler veya ilişemeyenler. Karşılaştıklarımızı ve anlattıklarımızı bazen “tuhaf” diye niteliyoruz bazen her şey olağan ya da sıradan geliyor. Hepsi yaşama dâhil, hepsi etrafımıza. Kuşatıcı. Güldürüyorlar, kızdırıyorlar ve hüzünlendiriyorlar.

Pınar İlkiz, Soğan Doğradığın Çıplak Eller’de pek çok insanla ve hikâyeyle çıkıyor karşımıza; kızdıran, güldüren, hüzünlendiren… Hepsi yaşamın içinde ve biraz da dışında. Biraz tanıdık, biraz yabancı. Bezgin, güçlü, esprili, gelgitli, yalnız, kalabalıklar içinde, kızgın, güleç karakterler onlar. Hikâyeleri de kendileri gibi.

Pınar İlkiz

Kısılıp kaldığımız labirentler

İlişkilere ve ilişkisizliğe yoğunlaşmış İlkiz; kurulan, kurulamayan, yanlış kurulan ve şiddetli iletişimsizlikle büyüyen, büyüdükçe körelen ilişkiler… Kocasından sıtkının nasıl sıyrıldığını ona bir türlü anlatamazken kendi kendine ve kedileriyle konuşan kadın mesela; garip bir beraberliğin bir köşesinde duruyor. Ringdeki boksör misali. Halının altına süpürülen dertler ve sorunlar eşliğinde, yaşamını görünür ve görünmez duvarlar arasına hapsedenler de çıkıyor karşımıza öykülerde. Gözleyenler, gözlemleyenler ve her ayrıntıyı düşünüp hesaplayanlar da… Hayatı ve insanları fazla ciddiye alıp düz ve keskin çizgilere mahkûm olanlar da cabası.

Yaşamını yeni kalabalıklarla örmesine rağmen geçmişini arayan ve içindeki boşluktan mustarip olanları da görüyoruz geçmişte ortalığın tozunu attıran fakat şimdi tedirginliğiyle nam salanları da… Eprimiş ve boşa düşürülmüş; yakın geçmişin yıldızı şimdinin yalnızı gözümüze ilişiyor bir noktada: Akraba kuşatmasından ve geriliminden dem vururken zihninde deli sorular dolaşıyor: “Eşik diyordum. İnsanlar genelde eşiğin dışarıdan gelen şeyleri engellemek için olduğunu sanıyor. Mesela soğuk girmesin, toz toprak girmesin, mazallah sel olursa içeri su girmesin diye var eşikler. Bu benim biraz kafamı karıştırıyor. Zarar verecek şeylerin sadece evin dışından geldiğine kim karar veriyor ki?”

Öykülerde rastladığımız bir başka karakter, okurlarıyla bilindik ilişkileri aşmak isteyen yani farklı bir şeyler kaleme almayı ve alışıldık biçimleri yıkmayı arzulayan yazar. “Alışveriş listesi gibi” metinler yazmayı tasarlıyor, sorularla bir labirentte kısılıyor: “Eh’lik yazarlardan biraz daha iyi olacak kadar yazsa yeter miydi? Bunu, yazma sancısı veya yazamama hâli izliyor: “Hem sorsanız yazmak için her şey hazırdı. Okuduğu kitaplardan ve katıldığı atölyelerden aldığı notları her zaman masasının üstünde tutuyordu. Yazmaya motivasyon olsun diye de yurtdışından tuşları rengârenk bu klavyeyi sipariş etmişti. Fakat başarısız olduğuna kanaat getirdiği birkaç yazma denemesinin ardından -kafasını piyano tuşlarına vuran bir kurbağa misali- ya klavyeyi yumruklamış ya da iki yanından tutup bir buz kalıbı kırmaya çalışır gibi arka arkaya masanın kenarına vurmuştu.”

Tıka basa dolu bir otobüs gibi

İlkiz’in öykülerinde ironi, kara mizah ve komedi birbirini izliyor; zihninde ve yaşamda savrulan, yalpalayan, kararsız kalan, sorular ve sorunlarla boğuşan karakterler olaylar, mekânlar ve hikâyeler içinde mücadele veriyor. Eşiklerden atlamak için uğraşıyorlar. Hatırlamaya, düzeltmeye, düzenlemeye ve hafıza oyunlarına teslim olmamaya çalışıyorlar. Aklı kısa devre yapmasın diye oyunlara başvuruyorlar bazen. Bazıları ihtimaller denizinde nefes almaya çabalarken geçmişin bulanıklığına gömülüyor bazıları da yaşananların bıraktığı izlere veya neden herhangi bir iz kalmadığını anlamaya çabalıyor: “Bir zamanlar toz konduramadığımız insanların nasıl olup da elektrikli süpürgenin torbasını patlatacak kadar büyük, sıkışık ve genzi yakan bir toz yığınına dönüştüğünü hâlâ aklı almıyordu.”

Ayrılıklarla, buluşmalarla ve sorgulamaların gölgesinde kalan birlikteliklerle kurulan ilişkilerin taraflarını karşımıza çıkarıyor İlkiz. Anlara takılıp kalanlar, eşiği atlayıp geleceğe geçemeyenler ve eşiği atlasa da huzursuz olanlar, söz konusu ilişkilerin özneleri: Zaman zaman kendi dünyalarına çekiliyorlar, hatıralara dalıyorlar, unutuyor ve unutmak istiyorlar, zaman zaman çıldırıyor ya da çıldırtıyorlar. Kimi anlarda olmadık şeyler düşünüyorlar: “Sanki kadın ‘özgürlük’ ile ‘suçluluk’ kelimelerini aynı cümlede kullanmıştı. Bu özgürlük kendisini sürekli aşağı çeken bir suçluluk duygusu ile geliyordu, geride bıraktıklarının hayaleti ile gölgelenen, ağırlığıyla ezilen. Akla bir karpuz dilimini getiren türden bir gülümsemeydi bu ama şöyle özene bezene muntazam kesilmiş bir dilimden ziyade, hızla giden bir kamyonetin kasasından, tam virajı alırken alelacele düştüğü için orta yerinden patlamış bir karpuzdan kopan biçimsiz bir dilim gibi. Yine kırmızı, yine sulu ama ne muntazam ne de iştah açıcı.”

Soğan Doğradığın Çıplak Eller’le bizi tıka basa dolu bir otobüsle yolculuğa çıkarıyor âdeta İlkiz. Elinde kalem, terlik ve bıçak bulunanlarla yüzleşiyoruz. Hepsinin derdi başka başka. Ama bir yandan da ortak: Olup biteni anlamaya, yaşanmışlıkları anlamlandırmaya ve ihtimalleri sezmeye çalışıyorlar. Kurdukları ve içine düştükleri yaşamı sorguluyorlar. Bazen de akıllarının iplerini salıyorlar. Kısacası kahkahalar, hüzünler, absürtlükler, tedirginlikler, korkular, öfkeler, şaşkınlıklar, tuhaflıklar, huzursuzluk ve umursamazlıklar içinde yaşayıp gidiyorlar. Sürükleniyorlar, duruyorlar, hızlanıyorlar, yavaşlıyorlar ve kendilerini akışa kaptırıyorlar. Hepimiz gibi.